MAKALELER

King Kong Kızları - İstanbul Devlet Tiyatrosu

2010.12.17 00:00
| | |
5620

Oyunu Theresia Walser yazmış. Sibel Aslan Yeşilay çevirmiş.Dekor Ethem Özboraya , Giysi Tasarım Serpil Tezcan’a,Işık Tasarım Serhat Akın’a,Müzik Nurettin Özşuca’ya ait.



 

    "KİNG KONG'UN KIZLARI" YA DA "BAKICI TERÖRÜ"...
 
   Josef Kesselring’in yazdığı Broadway oyunu “Arsenik Kurbanları/Ahududu Likörü”(Filmi için bkn.Yönetmen Frank Kapra.Oyuncular : Gary Grant,Joseph Kesselring) ‘nün ana çatısını alın , buna bir tutam Ömer Seyfettin’in “Tahta Çanaklar”(Yoksa “Tahta Kaşıklar” mı idi ?!) öyküsü ekleyin ; buna bir miktar “kara komedi” cilası katın ; bu karışıma bir ölçek de Frederico Garcia Lorca’nın “Bernarda Alba’nın Evi” oyunundaki kızların erkek aşık üzerinden özgürlüğe olan tutkularını ekleyin ; son olarak da bu alaşıma bir kaşık Jan Genet’in “Hizmetçiler” oyununun simgeselliğini ve aşırı kapalı ve baskı altındaki bireylerin bu baskı ile bireylerin ruhlarında açtığı zorlanmalar ve dejenerasyonları katın…Sonra da bunları oyun mikserinde bir güzel karıştırın…Buyrun size “King Kong’un Kızları” adlı oyun !

 

 


 
   (Bu giriş çok ukala,çok kendini beğenmiş ve çok bilmiş oldu. Metni küçümsediğim , yazarı karaladığım sanısı uyanabilir. Ayrıca konunun uzmanları dışındakiler kendilerini dışlanmış hissedebilirler.En kötüsü de “entel bir oyun galiba” diye düşünebilirler.Bunu hemen düzelt-meliyim.Daha ortalama okuyuculara seslenebilmeliyim. Bir başka giriş deneyelim:)

 


 
   Oyunu -Geçenlerde İstanbul Devlet Tiyatrosu'ndan Kenterler'de izlerken- son zamanlarda medyaya yansıyan pek çok “bakıcı terörü” haberi resmi geçit töreni yaptılar gözümün önünde .

 


 
Demek ki konu bu : Bakıcı Terörü.Peki ya tema /anafikir /önerme ? “En azından oyunumuzun geçtiği yaşlılar yurdunda kimin ne zaman öleceğine Tanrı değil de bu şeytani bakıcılar karar verdiğine göre ; böyle bir dünyada insanın kaderi de sapkın , anormal , absürd (saçma)ve “güvenilmez” güçlerin elindedir ; bu saçma dünyada bir gece ansızın (üstelik hiçbir mantıklı açıklaması olmaksızın) piyango size de vurabilir !” olabilir.
 
   Oyunu Theresia Walser yazmış. Sibel Aslan Yeşilay çevirmiş.Dekor Ethem Özboraya , Giysi Tasarım Serpil Tezcan’a,Işık Tasarım Serhat Akın’a,Müzik Nurettin Özşuca’ya ait.S.Handan Özer dansları (?!) yapmış. Dans hariç diğer tasarım ekibi dört dörtlük bir iş çıkarmış. Danslar ise ya kaldırılmıştı ya da ben yanlış oyuna gitmiştim !


 
   Işıl Yücesoy da başarıyla oyunu sahneye koymuş. (Nerden Belli ?!Ne malum ? Hangi gerekçeler ve kanıtlarla “başarılı” olduğunu düşünüyorsun ?!) Başarı ile diyorum , çünkü oyun baştan sona temiz bir şekilde akıyor , oyuncular tıpkı bir orkestra enstrümanı gibi hem koral bölümlerde hem de ikili , üçlü ve solo sahnelerde özgürce ve üstün bir uyumla oyunlarını sergiliyorlar.
 
   Yücesoy oyunu benzetmeci bir oyunculukla sahneye taşımış (ki oyunun absürd özelliği daha fazla grotesk ve dışavurumcu özellikleri davet ediyor bence) ve böylece oyun ve seyirci arasında kurulan muhteşem illizyon (yanılsama;büyü;özdeşleşme) görülmedik ve alışılmadık bir içtenlik ve sıcaklıkla seyirci ve oyun arasında müthiş bir enerji akımının dolaşımına olanak sağlıyor.


 
   Berta , Carla ve Meggie oyunun üç şeytani (yaşlılar için) ölüm meleğidir ama resmi görevleri “bakıcılık”tır ! Oyunun ilk sahnesindeki uzun (“demek ki budanabilir !” demek istiyor eleştirmen) serimden aklımda kalan tek ve önemli şey “bu şeytanların daha önce hangi yaşlıları hangi tarihte ve hangi fantezi ile (Hollywood filmlerinden esinle…) ve törenle (ki biraz daha bu şeytan ayininin altı çizilebilir) kurban etmeleri bilgisi oldu.
 
   Berta’da Habibe Merih Atalay , sarışın Merlin Monro saçları ve sapkın bakıcıyı öyle doğal öyle nüanslı , öyle abartısız oynuyor ki asıl korkutucu olanın bu olduğunu ; yani aramızdaki potansiyel ya da faal psikopatların ne denli iyi-kibar-nazik-ince görünümleri altında aslında kötücül olabileceklerine vurgu yapıyor.
 
   Carla rolünde Ebru Unurtan (ezgisi ile insana “Daha önceleri neredeydiniz ?! dedirten bir yetenek) ise katillerin ne denli güzel , alımlı , baştan çıkarıcı ve karşı konulmaz derecede tahrik edici olabildiklerinin altını çizen bir yorumla karşımıza çıkıyor.


 
Bu iki “manyak” bakıcıdan daha kıdemli olan Meggie rolünde Mehlika Kaptan ise ilk sahnede diğerlerinden farklı olduğu yanılsaması onlardan daha fazla psikopat , isterik ve sadist olduğu süprizi ile ve enerjik performansı ile göz dolduruyor.
 
   Oyunun bröşür yazısında yaşlılar yurdu sakinlerinden haksız biçimde “çoğu yarım akıllı insan müsveddeleri” tanımının amacını aşan bir cümle olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncede yalnız değilim ki yönetmen ve oyuncular da huzurevi sakinlerini olağanüstü bir gerçekçilikle (benzetmecilikle) ve sempatik ve sevgi ile duyarlı bir içtenbakışla yorumlamışlar rollerini. Başka türlü seyirci üzerinde yarattıkları bu olağanüstü etki nasıl açıklanabilir ?
 
   Vurgu onların bunaklıklarında değil insanlıklarında idi çünkü. Bayan Greti’de Hanife Şahin kahkahaları , sahnede uçarcasına yürümesi ve çıplak ayakları ile yaptığı şovla seyirciyi hem güldürmesi ve hem de (tavladığı erkeğin parası;banka kartının peşinde olduğunu anladığı sahnede) yaşadığı hayalkırıklığı ile seyirciyi hüzünlendirmesi ile gönüllerimizi fethetti.
 
   Bayan Albert’te - boyu posu , endamı ve güzelliği ile insana “maşallah” dedirtiyor-Suna Selen , rolünün hem hüzünlü hem de eğlenceli yönlerini ustalıkla çizen incelikli oyunculuğu ile oyunculuktaki oynamak-yaşamak ikiliğini ortadan kaldıran ya da birleştiren sentezi ile üst düzeyde bir oyunculukla karşımızda.
 
   Bay Albert rolünde ise Emin Olcay , özellikle orkestra enstümanlarını taklid ettiği sahnede oyunculuk virtiyözlüğüne imza atıyor. Oyun boyunca kayıp ettiği İngiliz anahtarını arıyor. İkinci dünya savaşından sonra dünyaya olan “inancını ve güvenini” yitiren bunalımlı Batı’nın bir eğretilemesi gibi ortalarda dolaşan bir karakteri canlandırıyor.
 
   Bay Pott’da Mahmut Gökgöz , oyunun metnindeki şiirleri gerçekten de o anda yazıyor yanılsamasını öyle inandırıcı oynuyor ki ; onu oynamıyor da-sahiden- doğaçlıyor sanabilirsiniz. O da hem güldürüyor (“-Odamdaki sarı rengi değiştirin lütfen ; o renk idrar torbama baskı yapıyor,çişimi tutamıyorum!”) hem de hüzünlendiriyor ; bakıcı Meggie’ninsadist tacizi karşısındaki mağdurluğu ve altını ıslatması sahnesindeki performansı ile. Bu çalışkan , verimli ve usta adamın şair tiplemesini izlemek ayrı bir keyif. Oyundaki bir başka Virtiöz oyuncu da o.
 
   Bayan Tormann’da Sevinç Aktensel için bir gözüm hıçkıra hıçkıra ağlarken bir gözüm ise onu sahnede görmenin mutluluğu ile sevinçten ölüyor. O da Emin Olcay ve Suna Selen gibi emekli bir DT sanatçısı. Geçirdiği rahatsızlıktan sonra aşırı kilo verdi. Onun yaşadığı ailevi trajediler ve acılar karşısındaki mücadele gücü ve azmi bütün tiyatro dünyamızın takdirini hakediyor. (“Ah Şu Büyükler” oyununu bana yazdıran,beni –ve çevresindeki herkesi-sürekli üretmeye yüreklendiren eşsiz bir insandır o.) Konuşmadan konuşan , asgari hareketle azami verimi alan yorumu ile her akşam ayakta alkışlanıyor.
 
   Rolfi rolünde Turan Günay “bir yıldır sevişmeyen ama her an sevişecekmiş gibi her sabah yıkanan –serseri-adam” tiplemesi ile parlak bir oyunculukla sahnede ışıl ışıl ışıldıyor. Her üç bakıcı kadınla yaşadığı aşktan ve tam da “cennete düştüm” halinden başına gelen “trajik ve absürd” kaza sonucu bu kez düştüğü yerin cennetten çok cehenneme yakın olduğunun kanıtı gibi.
 
   Oyunun sonunda gerçi Bay Albert aradığı İngiliz anahtarını buluyor ama o “anahtarla” bile “bu kapalı yerden/yaşlılar yurdundan/dünyadan) çıkamıyor-kurtulamıyor ! İşte bu çıkışsızlık oyunun teması gibi görünüyor.
 
   Bu hali ile metin birden fazla yorumla okumaya/izlenmeye açık duruyor. Bireysel anlamda ve bireyler bazında varo(lama) mak-yok(olama)mak ; toplumsal anlamda (üretimden uzak kitleler için) hayatın –absürd anlamda-bir çeşit bunaklar evi olması ; yaşayan ölüler arasında yaşamın anlamını öldürmekte arayan üç sapkın bakıcının belli bir sıra ve mantık olmaksızın yaşlıları teker teker özel bir ayin ile öldürmesi ile sistemin de insanları (anlaşılamayan,çözülemeyen,absürd bir şekilde) kurban etmesi arasında bir takım benzerlikler ve paralellikler kurulabilir.
 
   Kimbilir belki de oyun aslında çok vasat , sıradan ve aleladedir de benim de evimde bir ebeveyn ile birlikte yaşıyor olmanın verdiği aşırı duyarlılık hali beni yanıltmıştır ! İtiraf ediyorum ki oyun beni ilk sahnesinden itibaren içine almadı ; beni yedi bitirdi yuttu gitti.
 
   Büyülenmiş gibi bir an bile oyundan kopmadım ve oyuncuları onlara trans olmuş bir halde baktım. Bu sırada hep kendimle yüzleştim , kendimle hesaplaştım. “Sahnede izlediğim durumlar karşısında ben ne yapıyorum diye sordum kendime. Ne idim ve ne olacağım ? Ben olsam ne yapardım , neye karar verirdim ? Ben ne yapmalıyım ?”
 
   "Nedir beni korkutan , kaçırtan şey , yaşlılardaki ? Onların da arkasındaki asıl gerçek ölüm mü yoksa ? Neden barışık değilim bunlarla ? Neden rahatsız oluyorum ? Elden ayaktan kesilmeden,kimselere yük olmadan çekip gitmek hakkı olabilmeli insanın !” bu ve buna benzer onlarca soru dans etti durdu oyun boyunca zihnimde. Sorularımın cevabını hala bulamadım , hala arıyorum.Bu soruları bana tiyatro dili ile soran ve hatırlatan tiyatroya şükranlarımı sunuyorum. “King Kong’un Kızları” güçlü rejisi , sağlam tasarımları ve virtiözlü takım oyunculuğu ile övgüyü hak ediyor.Emeği geçen herkese teşekkürler.
 

 

Anahtar Kelimeler: king kong kızları, istdt, istanbul devlet tiyatrosu



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir