"Küskün karanlıklarına da gittikçe gömülüyorlar, vurdumduymaz, hiçbir şeyle ilgilenmeden, gülmeden ağlamadan, öfkelenmeden, sevinmeden bir tuhaf havanın içinde yuvarlanıp gidiyorlardı. Umut ettikleri hiçbir şey yoktu. Umut edememenin boşluğundaydılar". Yaşar Kemal – İnce Memed
Karaköy’den Haliç’e çıkan dar kaldırımlı yollarda az sonra gireceğim İkinci Kat’ın “P*rk” oyunundaki “*”ın ne anlama geldiğini düşünerek yürüyordum. Aklımda başka hiçbir şey yoktu. Kulaklığımdaki misafir huzur dolu sesiyle “Across the Universe”i söylüyordu. Şarkının birkaç saat sonra benim için apayrı anlamlara geleceğinin haberini verircesine.
Bir ağaçla, bir parkla ve bir avuç insanla başlamıştı her şey o günlerde ve çocukken hep söylediğimiz gibi “fidanlar ağaca, ağaçlar ormana” dönmüştü. Peki ya sonra? İkinci Kat tiyatroda Sami Berat Marçalı’nın yazıp yönettiği “P*rk” (“Park”) bu sorunun cevabıyla evrensel bir düzeyde yüzleştiriyor bizi. Ağaçların ormana döndüğü Gezi Parkı olaylarını ele almaktansa, sonrasını irdelemeyi tercih eden Marçalı, olayları anlatmaya 1. yıl dönümünden başlayıp hikâyeyi geriye doğru sararak müthiş bir olay örgüsü ve açılımı elde ediyor. Dahası, o birlik ruhunu kullanan ve kimi zaman ne yazık ki sömüren bir takım edebiyatların çok dışında bir tutum sergileyerek aslında bu ruhun nasıl da söndüğünü, “P*rk” yazan t-shirtlerden “F*ck” yazan t-shirtlere nasıl da umutsuzlukla soyunduğumuzu ustalıkla resmediyor.
İngiltere’den Türkiye’ye Gezi Parkı olaylarını tezinde kullanmak üzere incelemeye gelen Tuğçe ile iki yakın arkadaş olan Deniz ve Can parkta tanışırlar. Bu olaylardan sonra ülkeden ümidi kesen Deniz ve Can, Tuğçe’nin peşinden İngiltere’ye gider. Hepimizin en az bir yakınından (veya kendinden) duyduğu “abi terk edicem bu memleketi!” naraları eşliğinde gurbet ellere giden ve bir barda çalışan bu iki genç, aslında burada da tutunamazlar. Çünkü umutla geldikleri bu ülkede hiçbir şeyin farklı olmadığını görünce daha da büyük bir umutsuzluğa kapılırlar. Ve onların hikâyesi tam da bu tutunamadıkları anda başlar. Tuğçe ise Gezi olaylarını tezinde kullanmak ister. Fakat ilerleyen süreçte, yazdıklarının neredeyse tamamen sansürlenmesinden dolayı tezini yayınlamaktan vazgeçip pes eder. “Nereden nereye” düşüncesini bu olaylar etrafında çok güzel çizen yazar, geriye dönüş (flashback) tekniğinden yararlanarak çok güzel bir yapı kurmuş. Bizi bu dertli ve umutsuz hallerden alıp da oyunun en sonuna, fakat ironik bir şekilde aslında olayın en başına götürüyor: Gezi Parkı’na. Böylece bu (u)mutsuzluk haliyle, yani “f*ck” t-shirtüne bürünen vazgeçmişlikle, insanın ümitli hali arasındaki tezatı çok güzel yakalıyor ve bizi çok değil, iki yıl önceki umut etmişliğimize götürüyor.
Hikayenin beni en çok etkileyen yanı gerçekçi tutumu, ayaklarının yere basması ve bundan kaynaklanan o hafif melankolisi. Bu da rejide en can alıcı nokta olan müzikte saklı; yani her ara oyunda ve geçişte çalan “Across the Universe” şarkısında. İngiltere’ye kaçan iki genç Park’taki o birlik duygusundan uzaklaşıp, depresyonun eşiğine geldiklerinde izleyici olarak bazı şeylerin pek de bize özgü olmadığı hissine kapılıyoruz. Bir kez daha yüzleşiyoruz tüm dünyada hakim bu umutsuzlukla, kendini baskı altında hisseden insanlarla ve tutunamayışlarıyla. Bu anlamda metin ve rejinin buluşmasını hayranlıkla izlerken, oyunun gördüğüm en iyi müzik rejilerinden birine sahip olduğuna da ikna olmuştum. Dahası her seferinde şarkının başka bir versiyonunun çalması, başka şekillerde baş gösterse de bu umutsuzluğun tüm dünyada hakim olduğu fikrini geçiriyor izleyiciye.
Oyunculuklara gelince Deniz rolünde Uğur Uzunel’in oyunculuğu gerçekten dupduru, çok sade ve İkinci Kat’ta izlediğim en başarılı oyunculuklardan. İç ritmini o kadar güzel yansıtıyor, iniş çıkışlarını o kadar minimal bir tarzda aktarıyor ki hayran kalmaktan başka bir şey gelmiyor elden. Barış Gönenen’in ise inanılmaz bir iç enerjisi ve sahne enerjisi var ama bunun biraz daha farklı yönlendirilebileceğine inanıyorum. Zira her an ve her saniye o büyük enerjiyle oynayınca ritmin düşmesi gerektiği yerde, oyunculuğu sahnenin ritminden ayrı bir seyirde ve çok yükseklerde dolanıyor. Eğer o güzel enerjisini biraz daha doğru bir ritimle yönlendirirse çok daha yalın bir üsluba kavuşabileceğine inanıyorum.
Teknik açıdan ve alan kullanımı açısından da İkinci Kat’ta izlediğim en iyi oyunlardan biri olan “P*rk”, bize nasıl bir umutsuzluk dağından aşağı yuvarlandığımızı ve nereye gidersek gidelim peşimizi bırakmayanları göstermenin yanı sıra, “artık dayanamıyorum” umutsuzluğuna düşmeyip de asla pes etmeyenlerin dünyasını da hatırlatıyor. Hikaye zaman düzleminde geriye doğru sararken, olayların başladığı güne geri dönüyor ve umudun peşinden o tepeye nasıl çıkıldığını hatırlatıyor. Bunları yaparken de İkinci Kat reji, sahneleme ve metin yazımında gerçekten de hep onlardan beklediğim çıkışı yapıyor ve gelecek sezonun parlayan yıldızları arasında şimdiden yerini alıyor.
Anahtar Kelimeler: ikinci kat, ikincikat
0 Yorum