"Düşününce insanın insana ettigini / Büyük bir keder sardı tüm kalbimi.”
“And much it grieved my heart to think / What man has made of man”
William Wordsworth
Silahların, savaşların, ölümlerin, daha da kötüsü insanın insana ettiği her şeyin ve bu zulmün hayatımızın bir parçası haline geldiği günlerde, tüm kanıksananların ağırlığı altında yaşama tutunmaya çalışırken, bu ağırlığın altında ezilen yalnız biz değildik. Dünyanın dört bir yanında, tüm insanlık kalmıştı bu yükün altında ve en acil ihtiyaç duyulan şey barıştı aslında. Gelip gelmeyeceğini hiç bilemediğimiz, modern insanın “Godot”su haline gelen, güvercine benzetecek kadar neye benzediğini bile bilemediğimiz barış. Tam da Danis Tanovic’in “No Man’s Land” filminde anlattığı gibiydi kısacası durum. İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan Yıldıray Şahinler de benzer düşünmüş olacak ki, filmin uyarlamasını bu sezon “İki Arada Bir Yerde” oyunuyla, ‘barış’ teması altında, sezonun yenileri arasında bize sunuyor.
Filmi izleyenlerin hatırlayacağı ve filmi izlememiş olanların oyundan anlayabileceği üzere, kurgu ve olay örgüsüyle iyi bir metinde aradığımız her şeyi buluyoruz Tanovic’in kaleminde. Barışın nerede kaldığını merak eden muğlak zihinlerimizi aydınlatıyor yazar. Tüm bu korkunç senaryoların ardındaki güçleri, esas zarar görenlerin devletler savaşında hiçbir yeri olmayan ve başkalarının savaşları için feda edilen askerler olduğu, en kötüsü de “barış gücü” diye sırtımızı dayayıp dünyayı kurtarmasını beklediklerimizin aslında savaştan beslendiği, her gün televizyonu açıp gerçeği göstermesini umduğumuz medyanın ise piyondan ibaret olduğu bir dünya resmediyor.
Muharip taraflardan Sarı ve Ejder kod isimli iki askerin aynı cephaneye düşmesiyle olaylar başlıyor. Ejder’in silah arkadaşı ise, Sarı’nın kurduğu bir tuzak sonucu mayın üzerinde kalıyor ve kıpırdayamıyor. Çünkü kıpırdarsa hayatı sona erecek. Askerler arasında kişisel herhangi bir düşmanlık şöyle dursun, yer yer insani yakınlaşmalardan bile söz edebilmek mümkün . Ancak “kişisel olan politiktir” sözünün tersine döndüğü savaş ortamında “politik olan kişisel” hale geliyor ve bireysel boyutta sebebi olmayan bir çatışma başlıyor iki asker arasında. Bir yanda mayın üzerindeki askeri kurtarması gerekirken “barış”la pek de alakası olmayan ve duruma müdahale etmeye “çabalayan” bir Birleşmiş Milletler, en üst katmanda ise, biz seyirciye savaş haberlerinin aktarımında en büyük aracı olan medya. Asıl soru savaş nerede başlıyor nerede bitiyor, kim başlatıyor, kim bitirmiyor ve gerçekten zarar görenler bu savaşın neresinde duruyor? Daha da önemlisi ipler kimin elinde? Ve biz seyirci/izleyici olarak bu durumun neresinde duruyoruz? Cevapları bulmak o kadar kolay mı? Veya bulduğumuzu sandığımız doğru cevaplar kimin doğruları?
Oyun seçimini gerçekten yürekten desteklediğim ekibi, dekor, ışık ve efekt konusunda da teknik açıdan takdir etmek gerek. Öncelikle, silah dişlilerini dekorun ana öğesi olarak kullanarak çok kuvvetli bir görsel anlatım yakalamış olduklarını söyleyebiliriz. Dahası, yine bu dişliler üzerine kurulu ve sahne haline gelen koca bir platform da anlamsal boyutun görsele taşınmasının çok güzel bir yolu. Bu dekorun iki ayrı yükseltiden oluşması, aşağıda kalanların askerler ve yukarıdaki yükseltide sahneye çıkan grubun Birleşmiş Milletler ve basın mensupları olması da yine bu anlama hizmet ediyor. Bunun dışında, Yıldıray Şahinler (Ejder) ve Ertuğrul Postoğlu’nın (Birleşmiş Milletler askeri) oyunculuklarında diğer oyunculara nazaran daha sık görülen bir nokta var. Metin izin vermesine rağmen, karakterlerin duyguları, duygu geçişleri, iniş çıkışları ve duygu çeşitlenmeleri sahneye aktarılmıyor. Bu yüzden de oyunculuklar çoğu zaman düşük tempoda veya aynı çizgide kalıyor. Özellikle tonlamalarda bu çokça seziliyor ve tam da bu husus temponun düşmesine yol açıyor. Cengiz Tangör’ün (Sarı) ve Mehmet Soner Dinç’in (mayın üzerindeki asker) karakterleri, metin gereği kara mizahı barındırıyor. Dolayısıyla, o geçişleri ve çeşitliliği yakalamaları daha kolay olmuş. Ancak yine de genel olarak gözlediğim şey oyuncuların söyledikleri repliklerin içinde durmadıkları; yani söyledikleri şeyi çoğunlukla hissetmeden söylemiş olmaları. Bunun sonucu olarak da, oyunculuklardaki iniş çıkışların belirgin olmadığı, karakterlerin tek çizgide seyrettiği ve seyircide bırakması gereken etkiyi tam olarak bırakamadığı izlenimine kapılıyorum.
Tüm bu güç ilişkileri içinde, dördüncü bir katman da biz seyirciler. Bu katliam ve vahşete sadece bazı aracılarla tanıklık eden, tanıklığı hep koskoca bir mesafenin ardında olan, bu durum için esas bir şeyler yapması gerekenlerin durumu körüklediğini bilmeden, kendi elini kolunu da bağlayan seyirci/izleyiciler. Tanıklık ederek de bu vahşetin bir parçası olduğumuzu düşünsek bile kendimize itiraf edemeyen bizler, “İki Arada Bir Yerde”yi izlerken insanlık olarak hepimizin aynı yerde olduğunu düşüneceğiz çaresizce.
Anahtar Kelimeler: iki arada bir yerde, istşeh, istanbul şehir tiyatrosu
0 Yorum