MAKALELER

Shakespeare Öldü Aş Bunları - Tiyatro4

2017.03.06 00:00
| | |
7685

Kuantum mekaniği ile Shakespeare’i açıklamak mümkün. Aslında Shakespeare hem yaşıyor, hem de ölü.

Bummmmm. Bir tüfek patlar. Sesi yüzyılları aşarak günümüze kadar gelir. Bir alageyik ölür. Günlerden 5 Ağustos’tur. Söylendiğine göre, 5 Ağustos hakikaten de çok tuhaf bir gündür. Hem kader, hem özgür irade hem de tesadüf o gün korkunç bir temizlik yapmışlar. Ne gün ama? 


“Shakespeare’in bu odada doğduğu hemen hemen kesin. Tam anlamıyla bir kesinlikten bahsedemeyiz, ama yarı yarıya bu odada doğduğu kesin. Şimdi o tabii ki burada yan bir oda da doğmuş olabilir ama biz gene de büyük bir kesinlikle bu odada da doğduğunu söyleyebiliriz.” Kahkahadan kırılıyoruz. William (Kağan Uluca) abartılı dramatik ses tonuyla olayı iyice ironikleştiriyor.


“to be or not to be” Ne şirin değil mi? Anna (Derya Efe) bir bebek tulumunu üzerine doğru tutmuş William’a gösteriyor. Stradford von Avon’a Shakespeare’in doğduğu eve yapılan bir ziyaretten hemen sonra hatıra dükkanında hediyelik eşyalara bakıyorlar. “Olmak ya da olmamak”. Bir bebek için ne tespit ama.  Çağları aşan bu tespitin farklı bir boyutunu 1927’de Werner Heisenberg ve Niels Bohr kuantum mekaniği ile modern dünya için yeniden yapacaklardır. 

“Doğa bana kendini sevmeyi verdi, koruma iradesini ve mutlu olabilme arzusunu” diye düşünüyor alageyik vurulmadan hemen önce. William avlanmayı çok seviyor. 5 Ağustos’ta Stradford’da Square Park’da bir alageyik öldürür. Aslında yasak. William kaçıyor. Londra’ya geliyor. Bir tiyatronun önünde at bakıcısı oluyor. Tiyatroyu seviyor. Sonra, oyuncu, oyun yazarı oluyor. Shakespeare bu umursamaz tavrı ve doğayı aşağılayıp hor gördüğü için zengin bir tiyatro dehası oluyor. Bu umursamaz ve hor gören tavır daha sonra ardında bir sürü takipçi yaratıyor Shell, Starbucks, Mc Donalds, Nike, Gap, İkea ve diğerleri. Evet hikayemiz işte böyle başlıyor. 

Tiyatro4’ün sahneye koyduğu “Shakespeare Öldü Aş Bunları” oyununda, İzmir Açık Stüdyodayız. Belçikalı oyun yazarı Paul Pourveur’un kaleme aldığı, Türkçeye Şaban Ol’un kazandırdığı oyunda başrolleri Derya Efe ve Kağan Uluca paylaşıyorlar. Oyunu özgün rejisiyle Kağan Uluca sahneye koyuyor.  


Oyun boyunca yüzyıllar arasında gidip gelen bir “gerçekliği” arıyoruz. Hikaye günümüzde aktivist olarak Avrupa’nın dört bir yanını dolaşan William ve koyu bir Shakespeare hayranı olan oyuncu sevgilisi Anne arasındaki ilişkiye dayanıyor. Bu ilişkideki gelgitlerin dalgalar halinde bütün kavramların üzerinden geçtiği baş döndüren bir aşk. Modern zamanlardaki protesto düşkünü William ile 540 dakikalık Shakespeare oyunlarının unutulmaz aktrisi Anne’in gölgeleri bundan beş yüz yıl önce yaşamış öteki Willam ve karısı Anne’in üzerine düşer. Yoksa tam tersi mi?   


William ve Anne’in biraz kafası karışıktır. “to be or not to be” ilkesi üzerinden sürekli hayatı ve yaşadıklarını sorgularlar. Gerçek hangisi? Bu kadar farklı bakış açılarından gelen iki insan hangi ortak paydada buluşur? Önyargıları yıkabilecekler mi? “Her şeyin bir fiyatı vardır” diye söylenir William kapitalistlere, doğayı katleden çok uluslu şirketlere kızgın.  Ama her ikisinin de ortak paydada buluştuğu görüşler vardır. “Düzgün yaşa, gelecek olanı düşün”


Oyun çok sade ve basit bir dekor üzerine kurulu. Bir masa, iki sandalye ve arka planda duvardaki panoya iliştirilmiş posterler. Yaşadığımız modern dünyayı  şekillendiren isimler. Kimler yok ki? Sinema ustası Jean Luc Godard, arzu nesnesi haline gelen Marilyn Monroe,  Werner Heisenberg ve Niels Bohr, değerler dengesini saçma biçimde alt üst eden “laleler”. Şaka gibi. İstanbul’dan kaçırılıp Hollanda’ya getirilen bir lale soğanın bir ev parasına satıldığını biliyor musunuz? Bilmiyor musunuz? Bu durumda, “eğer tarih bilgin yoksa, evde kalman daha hayırlı olur” diyecek kadar cüretkardır William. Haklı . O zaman piyasa ekonomisinin nasıl şekillendiğini nasıl anlayacaksınız? Mesela Karl Marx’ın Das Kapital’i niçin yazdığını mesela? Çünkü, bu saçma “lale soğanlarından” sonra, artık hiçbir şey “kendi değerini temsil etmeyecektir”. Posterlerin arasında kollarını tehlikeli biçimde açmış, Oz Cadısı gibi bize gülümseyen Margaret Thatcher ve Ronald Reagan vardır. Kollarını açmışlar çünkü William’ı hastane odasında geçmiş olsun ziyaretine gelmişler. Bu durumda belki William’ın intihar etmek daha hayrına olabilir. 


Bu sırada Anna kendi kendine bir şarkı mırıldanır. “Yeniden onar benim dünyamı. Çare bul, düzelt, yoluna koy…” Hakikaten ne kadar güzel olurdu. Mesela işe ozon tabakasından başlamalı. Sonra küresel ısınma. Ciddi bir onarıma ihtiyacı var, kapitalistlerin kirlettiği yorgun düşmüş dünyamızın. 


Hastane odasına gayet gürültülü bir giriş yapan Margaret’den inciler dört bir yana savrulur. “Kim belirleyecek adaleti? Kim belirleyecek kimin batıp çıkacağını? Tabii ki pazar piyasası belirler bizim yaşamımızı. Devletlerin görevi şirketlerin gelişimini desteklemektir. Gelenek, kendine muhalif olan sesleri susturur. Adaletin ölçü olduğu bir dünyada yaşanamaz! Tüketiciler iktidara haydi, haydi,…” Ronald Reagan şeker bir şekilde gülümser.   


İşte bu yüzden (buna kelebek etkisi diyebilirsiniz) dünyanın neresinde bir Shakespeare oyunu sahnelense bir alageyik ölüyor. Ama Anna hala 540 dakika süren bu kral dramlarına gidiyor. Shakespeare tarafından vurulan alageyik seyircisiz bir dünya demek. Bu bir tiyatro yazarının kabusudur.


William GAP’te çalışıyor. Ürün kontrol sorumlusu olarak. Hem de GAP’e kaçak tişört yapmak için uzak doğuda insanların köle gibi çalıştırılmalarına karşı olarak. Hem GAP’te çalışıp hem de GAP’i protesto edemezsiniz. Alın size bir açmaz daha aktivist William şimdi ne yapmalı?


Kafasını dağıtmak için Paris’teki bir protesto eylemine gitmek için yola çıktığında birden bindiği tren durur. Tünelde kendilerine doğru gelen, yaya olarak tüneli geçmeye çalışan mültecileri görür. En önde bir kadın kucağında 3 yaşında bir çocuk tutuyor. Yürüyerek İngiltere’ye gitmeye çalışıyorlar. Tren tünelin içinde duruyor. William kendini talihsiz hissediyor. Yaşadığı şoktan sonra kendi talihsizliği ile kadının talihsizliğini iki ayrı kefeye koydu. Kadının talihsizliği ağır bastı. Şimdi William sevinmeli miydi?

Başkasının acıları üzerinden sevinmek insanı ne kadar hoşnut eder?  

Anna “hayatınıza bir kez yanlış anlama girerse özgür düşünce diye bir şey kalmaz” diyor ama William aynı fikirde değil. Özgür seçim diye bir şey yok. İki anlamdan birini, seçmek zorunda değiliz. Evrensel bir yanlış anlama var.  Onların aşkları yanlış anlaşılmış pazar ekonomisi gibidir. Birine aşık olabilmek hem kendine, hem de karşındakine itiraf edebilmek demektir. 

Kuantum mekaniği ile Shakespeare’i açıklamak mümkün. Aslında Shakespeare hem yaşıyor, hem de ölü. 1927’de Werner Heisenberg'in ortaya koyduğu kuantum mekaniği ilkesine göre hiç bir parçacığın hızını ve konumunu aynı anda sonsuz hassaslıkla ölçemeyiz. Kuantum fiziği net bir sonuç değil, bazı olası sonuçlar öngörür ve her birinin olabilirliğinden bahseder. İnsan algısındaki yetersizlikleri ve evrendeki öngörülmezlikleri anlatmak için mükemmel bir örnektir. Burada sınıfın arka sıralarında dersi kaynatmaya çalışan yaramaz çocuğun “iyi hocam da bunlar bizim gerçek hayatta ne işimize yarayacak?” sorusunu hatırlayın. İşte bu teori sayesinde Shakespeare’in hem yaşadığını hem de ölü olduğunu ispatlayabiliyoruz. Bu az şey mi?


Tüm bunların arasında iki cesur kadının gülen yüzünü ve duruşunu izleriz. Aktivist Naomi ve Norena. Her ikisi de küresel sermayenin sömürüsüne karşı dimdik ayakta kalıyorlar. Bütün protesto yürüyüşlerinde en ön saflarda yerlerini alıyorlar.   


Bütün bu karmaşık gibi görünen aslında bir kelebeğin kanat çırpışı kadar basit hadiseyi hep Jean Luc Godard’ın kurgusuyla izleriz. Çünkü oyunun yazarı Paul Pourveur tam bir Godard hayranı. Gerçek ve gerçek üstü bir dünyada aynı anda yaşadığımızı hissettiren atlamalarla hikaye örgüsü üzerinde ilerlerken hep siyah beyaz bir film izliyormuş hissine kapılırız. Anlatılan öyküyü Godard’ın gözünden bakınca hiçbir şey garip gelmez insana. 


Ve arzu nesnesi olarak yıllarca sonsuz kez tüketilen ve tüketilecek olan Marilyn Monroe. William ve Anna cinselliği özgür yaşama konusunda kendilerinden beş yüz yıl önce yaşamış olan diğer çiftten daha şanslılar. Birliktelikleri sırasında her şeyi incik cincik irdelerler. Ama bütün o gereksiz ayrıntıların altında dile getiremedikleri tek gerçek vardır. Aşk. O nedenle, Anna ve William ayrı ayrı ama hep aynı kalple “Aşka ihtiyacımız var. Aşk istiyoruz” diye şarkı söylerler. La Bella operasından alınan bu hüzünlü parça birbirlerine söylemeyi çok istedikleri ama bir türlü söyleyemedikleri o kocaman gerçeğin de özünü temsil eder.    


Oyun tam bir 21.yüzyıl tiyatrosu örneği. Yeni çağa dair hikayeleri yine modern dünyanın dilinden anlatıyor. Hikayenin akışında zamanda ve mekanda özgürce atlamalar yapıyor. Söylemek istediklerini sinemasal bir kurguyla anlatıyor. Hem gerçek hem de gerçeküstü bir anlayışın ürünü bir öykü. Oyuncular hem anlatıcı hem de karakterin kendisi oluyorlar. Dekor çok basit, çok sade ama anlatım çok güçlü. Bir masa, iki sandalye, afişler, toplu iğneler ve ışıkla her şeyi hallediyorlar. Bazen ışıkları kullanarak pano üzerinde iğneledikleri resimlerle, afişlere yaptıkları göndermelerle zaman içinde gezen zaman gezginlerini anımsatıyorlar. Tiyatro4’ün sahneye koyduğu “Shakespeare Öldü Aş Bunları” oyunu, fokur fokur kaynayan kavramlar çorbasından lezzetli bir yemek çıkarmayı başarıyor. Alageyikler bir yana, sonuçta “to be or not to be”. İşte bütün mesele budur.

Anahtar Kelimeler: shakespeare öldü aş bunları, tiyatro4, paul POURVEUR, kağan uluca



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir