Sokrates'e göre kötülüğün kaynağı insanın bilgisizliğiydi. İnsan, ancak ve ancak bilgisi dâhilinde yapacağı doğru veya yanlış seçimlerle; iyi veya kötü birisi oluyordu.
Augistinus; Her kuşak ilk insanın başkaldırısının neden olduğu bir lanet ile doğmaktaydı ve insanı bundan kurtaran da kilise törenleri yani Tanrıydı. İnsan doğası gereği bir suçla dünyaya gelmişti ve tanrı bu suçları affedip bağışlayandı. Augistinus'a karşı Pelugius ise farklı bir düşünceye sahipti. O, Adem'in suçunun salt kişisel ve sadece kendisini ilgilendirecek olduğunu söylüyordu. Ona göre, sonuç itibarıyla her insan, Adem'in düşmeden önceki güçleri kadar yozlaşmamış güçlerle doğmaktaydı.
Luther ve Kalvin ise temel olarak insanın doğası gereği kötü olmadığını, insanın önünde engeller olduğunu söyleyeceklerdi. Onlara göre insanın kurtuluşu için en büyük engel; güç ve gururdu. İnsan ancak bu engelleri aştığında iyiye ulaşabilirdi.
Ermişler ya da Günahkârlar oyununa gidip, kapıda ermiş ve günahkâr yazan damgaların bileklerimize vurulduğu andan beri iyilik kötülük kavramlarını sorgulamaktayım. Oyunun bütününe hâkim olan ve psikodrama tekniğinin kullanıldığı tüm diyaloglar, bizi hep aynı soruya getiriyor. Kim ermiş kim günahkâr?
Oyun; Bir akıl hastanesinde geçer. Mark Styler ( Aziz Çoban) polisiye romanlar yazarıdır. Bir sonraki projesi meşhur seri katil Easterman hakkındadır. Onunla birebir görüşme yapmak için Easterman’ın yattığı Akıl Hastanesi’ne gelerek, garip davranışlarıyla göze çarpan, Doktor Farquhar (Burak Demir) ile görüşür. Uzun diyaloglar sonrası, hastanenin paranoyak görünümlü hemşiresi Plimpton (Cemre Melis Çınar) da onlara katılır.
İlk beş on dakika sakin ve psikoanaliz niteliğinde geçen diyalogların uzun ve sıkıcı olduğunu düşünsem de, oyun sonrası normalde üç buçuk saat süren oyunun, yetmiş dakikaya indiğini öğrenince, eleştirimi geri aldım.
Sürprizlerle dolu Ermişler ya da Günahkârlar’ın ilk düğümü çözülünce birçok kişinin aksine ‘Ben anlamıştım’ dediğim yerde, final sürpriziyle inanın ağzım açıkta kaldı. Beş on dakika sürdü dediğim o sakin sahne, birden darmaduman oldu ve kan revan içinde bir cinayet filmi izler gibi midelerin alt üst olduğu seyircinin gözü önünde gerçekleşen bir illüzyona dönüştü. Tiyatroda tek perdede, bu sihirbazlık gösterisi gibi gerçekleşen olaylar, karşısında seyircinin zaman zaman iğrenme duygusuyla beraber, korkuyu da yaşadığını gördüm.
İşte en başta ermiş ve günahkâr olarak damgalanan bizler iyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi ile yüzleşmeye başladık. Tiyatrodaki katarsis kavramını iliklerime kadar hissettim. Ve bu duygum, oyundan çıkıp gelmiş geçmiş en ünlü seri katilleri araştırmaya kadar devam etti.
Oyun, öyle sürükleyici öyle sorgulayıcıydı ki şu kadar ipucu vereyim. Doktor sandığımız canavar, canavar değil, hemşire sandığımız kurban kurban değil, yazar sandığımız yazar, yazar hiç değil….
Peki, biz kimiz? Günahkâr mı? Ermiş mi? Ermişler günah işler mi? Günahkârlar masum mu? Karısını döven adamı lanetleriz ama cinsel fantezimizde şiddetten haz alırız. Barınakta öldürülen köpeklere vahşet, Kurban Bayramı’nda binlerce boğazı kesilen hayvan için Allah kabul etsin deriz. Çocuğumuz sigara içiyor diye kızar, küçükken yanında onu sigara dumanından boğarız. Gün boyu diyetteyim diyerek aç gezer, eve gelince buzdolabına saldırırız. Reşit olmayan kız çocukları evlendirilince sapıklık, kendinden yirmi yaş küçük kadınla evlenen için ‘Ne yapalım aşık olmuş’ deriz.
İşte bütün bu hisleri 70 dakikaya sığdırıp, bize sürprizli bir paketle sunan, Yönetmen Onur Erbilen’i yürekten kutluyorum. Daha önce Köprüden Önce Son Çıkış ve Escobar Funeral gibi oyunlarıyla tanıdığımız yönetmenin dramaturg oluşu, daha önce iki kez sahnelen Ermişler ya da Günahkârlar oyununa farklı bir dramaturgiyle yaklaşımının nedenini açıklıyor. Oyunu baştan sonra hepimiz biraz ermiş biraz günahkârız mesajının etrafında kurguladığını hissettiğim yönetmen bunu bana çok iyi geçirdi. Yoksa yazıma böyle bir girizgâh yapmazdım.
Oyunları eleştirirken ilk olarak dramaturg gözümle bakmaya engel olamıyorum. Yıllar öncesinde yazılmış bir oyunun günümüzde söyleyecek farklı bir yorumu, sözü olması gerektiğini savunurum. Her yönetmen ya çok iyi bir dramaturgla çalışmalı, ya da kendi dramaturji yapmalıdır. Reji ile dramaturji çok farklı şeylerdir. Ancak bir araya geldiğinde seyrettiğiniz oyunda açık uçlar olmaz ve sahnelerin ayağı sağlam basar. Onur Erbilen’in yönetmen tarzında bu iki unsuru da barındırarak, imkânlarını zorlayıp, riskler aldığını görüyorum. Her zaman söylediğim gibi özel tiyatroların kısıtlı imkânlar içinde yaptığı deneysel kurgular, bizler için çok daha değerli. Bu oyunda da yönetmenin, sinematografik bir görsel ile daha önce hiç yapılmamış sahneleri bizlerle buluşturması, seyircinin tam anlamıyla haz almasını sağlıyor.
Elbette sahnede bu illüzyonu sağlayan oyuncuların diyaloglarından, aralarındaki uyumu görebiliyorsunuz. Aziz Çoban, Burak Demir, Cemre Melis Çınar da yönetmen kadar oyunu sahiplenerek performanslarıyla takdir topladı. Belki bir parça Burak Demir sahnedeki devinimi başlatan olarak öne geçse de, diğer oyuncular da oyunculuklarıyla seyircinin ilgisini çekmeyi başardı.
Beyaz fayanslı sade, ama işlevsel döşenmiş hastane odasındaki en küçük aksesuar bile bir müddet sonra, işkence aletlerine, ortam ise işkence odasına dönüştü. Son yıllarda ödüllü tasarımlarıyla göze çarpan Selim Cinisli kadar ışık tasarımcısı Mustafa Türkoğlu’da sahnedeki yanılsamayı ışıklarla destekledi. Oyunda emeği geçen aşağıda bulunan tüm arkadaşların heyecanına ve emeğine sağlık.
Kostüm Tasarımı : Deniz ÖNAL
Afiş Tasarımı : Özkan ERTÜRK
Afiş Fotoğrafları : Barış BİNGÜL
Makyaj: Makeupmaster DOROTİ
Asistan: Yağmur SIRMA – Sibel KOÇAK
Son olarak bu oyun beni; iyi ile kötü arasındaki ilişkiyi sorgulamaya, insanların büyük iyilikler yapabilecekleri gibi, aşırı kötülük yapmaya da eğilimli olduklarını düşündürmeye yönlendirdi.
Yazan :Zeynep Bayraktutan
Anahtar Kelimeler: ermişler ve günahkarlar
0 Yorum