Tiyatro tarihimizin iki öncü kadın oyuncusunu bir araya getiren oyun, sahnede yaratmayı başardığı estetik bütünlük ile seyircisini hayran bıraktı. Oyunculuk, dekor, kostüm, ışık, müzik ve koreografi… Her şey dönemin ruhunu yansıtır nitelikte harmanlaşmıştı. Tiyatro insana kendini gösteren bir ayna. Konusu “tiyatro” olan bir oyunda da dekorun, kostümün ışığın da en iyi şekilde ifade ettiği gibi “ayna içinde ayna” yaratılmış.
Toplumsal kanavada savaş var, içerde de kadının sahneye çıkma mücadelesi var. Kadın yaşamı temsil ediyor. Barışı, kurtuluşu. Özgürlüğü. Bu Çok boyutlu bir oyunda oyuncular da yalnızca kendi biricik hikâyelerini temsil etmiyorlardı. Aynı zamanda bütün kadınları temsil ediyorlardı. Hem canlandırdıkları öncü kadınları, hem orada İzmir’de Konak Sahnesi’nde sahnede olan tiyatro oyuncusu olarak kendilerini, hem de iç sahnede, rol kişileri olarak sahnede büründükleri karakterleri… Desdemona’yı, Othello’yu… Sanatta perspektif duygusu hem hikâyenin aktarılış biçimi ile hem de somut olarak dekorla sağlanmış oluyordu böylece. Biz hem Bedia Muvahhit ve Afife Jale’nin sahneye çıktıkları kuliste idik seyirci olarak, hem İzmirli seyirci olarak oradaydık, hem de oyuncuların canlandırdıkları rolleri iç sahnede izleyen seyirciler olarak.
“…Mustafa Kemal, kadınları hep yüceltiyordu. Kadınları dışlayan bir milletin çağdaş olamayacağını; uygar bir ülkede kadınların erkekler kadar önemli bir rol oynayacağını vurguluyordu…” diyor Mina Urgan, “Bir Dinazorun Anıları” adlı kitabında. Hayal-i Temsil’de de Bediha Muvahhit ve Afife Jale’nin hayatı buna örnekti.
Her ikisi de yetenekli, bir yanda yoksullukla ve aile desteğinden yoksunlukla mücadele eden bir kadın, bir yanda da varlıklı, kültürlü bir kadın… İki kadın sanatçının yaşamlarının Cumhuriyet’in 100.yılında, ele alınması yine Mina Urgan’ın şu sözlerini getirdi aklıma.
“…Yirmi yaşındaydım. Yirmi yaşındakiler kendilerini pek beğenirler. Ben de kendimi bir şey sanıyordum. Sonra günün birinde trenle Anadolu’dan geçerken, lokomotif bir ara durakladı. Ve bir kulübenin önünde kendi yaşımda bir kız gördüm. Kız, bir çeşit gururla başını kaldırmış, kayıtsız gözlerle trene bakıyordu. Nerdeyse göz göze gelir gibi olduk bir saniye. İşte o sırada sanki bir şimşek çaktı kafamda. “Ben, o kulübenin önündeki kız olabilirdim; o kız da trende, benim şimdi durdu-ğum yerde durabilirdi” diye düşündüm. Benim ben olmam, onun o olması salt bir rastlantıydı. Benim ben olmam, yabancı diller bilmem, üniversitede okumam, kültürlü sayılmam, kendi marifetim değil, bir rastlantının sonucuydu sadece. O talihsizdi, ben talihliydim, işte o kadar. Kendimi bir şey sanan ben, toplumsal ve ekonomik düzenin korkunç haksızlığının bir ürünüydüm sadece: Büyük bir kentte, çok aydın bir çevrede büyümüştüm, en iyi okullarda okutulmuştum; gümüş tepsilerde bana kültür sunulmuştu sanki. Ama o kulübenin önündeki köylü kızı olsaydım, etrafımı saran yoksulluğun demir çemberini kıramayacaktım; kültürlü bir çevreden, iyi bir eğitimden yararlanamayacaktım. Dolayısıyla, ben “ben” olamayacaktım. O köylü kızı, benden çok daha akıllı, çok daha yetenekliydi belki de.”
Toplumsal yaşamdaki bir iyileşmenin, kadın- erkek diye bir ayrım gözetmeden tüm insanlara insanca bir yaşam sunan bir toplumsal düzenin etkilerinin sahneye yansımasını gördük.
Oyun içinde ayakkabının hikâyesi güzeldi. Kırmızı ayakkabılar kadının başkaldırısını temsil ediyordu. “Ölen bir genç kızın kapıya konulan ayakkabısı…” Afife Jale ayakkabıyı böyle anlatıyor. Daha sonra ayakkabıyı Bedia Muvahhit’in ayağında gördüğümüzde, Afife Jale’nin yaktığı ateşin onda devam ettiğini anlıyoruz. Ayakkabı dışında da (perde) genel anlamda “kırmızı” kadın mücadelesinin simgesi.
Dekor, İzmir’in tarihi Konak Sahnesi ile uyumluydu. Tiyatro ile ilgili bir oyun için seçilmiş en güzel sahneydi. Sahne içindeki sahne düzeneğindeki ve bu iç sahneye çıkışta kullanılan ışıklandırma büyüleyici idi. Ayrıca bu iç sahneye kurulan piyano ve oyun müzikleri harikaydı. Müzik sanki her şeyi harmanlama işlevi görüyordu. Oyunun ikinci perdede biraz enerjisinin düşmesi oyun süresinin biraz uzun olmasından kaynaklansa da iki devasa sanatçının hayat hikâyesini anlatmak için bu süre az bile gelmiş olabilir.
Güzel bir oyun atmosferi… Bütün oyunculuklar hayran bıraktı. Müzik kullanımı harikaydı. Kostümler tam da tiyatro atmosferi yansıtıyordu. Bir oyun olduğu duygusunu pekiştirir nitelikte, şeffaftı dışarılıklar…
Bedia Muvahhit’i oynayan oyuncu (Özlem Başkaya) başta olmak üzere bütün oyuncular oynamaktan duyulan hazzı, tiyatro sevincini yansıtır nitelikte idi.
Her şey çok özenli ve incelikle işlenmişti. Oyunun İzmir’de oynanması ayrıca anlamlıydı. Emeği geçen herkese teşekkürler.
Anahtar Kelimeler: hayal-li temsil, izmir devlet tiyatrosu
0 Yorum