MAKALELER

Yazı ve Takıntı

2025.01.08 00:00
| | |
1549

Yazarların çoğu takıntılı mıdır? Yazı derine inme, geliştirme, didikleme, sonra yine başa dönüp yaptıklarına bakma ile ilgili...

Yazarların çoğu takıntılı mıdır? Yazı derine inme, geliştirme, didikleme, sonra yine başa dönüp yaptıklarına bakma ile ilgili. Unutmamak için durmadan notlar alırız. Kelimelere tutunur, onlara düşler, düşünceler duygular dolarız yazarken… Yazmak yapıcı bir eylem. Yerinde tutmak isteyen, kucaklayan, korumak isteyen. Savrulup gitmesinden korkarız düşüncelerimizin…Tam da motoru çalıştırmışken, harekete hazırken… Bu yüzden yazmak en önce bir kavrama işi. Ancak bu kavrama tıpkı bebek elinin bir şeyi kavraması gibi güçlü zihinsel bir kavramadır. İşte takıntıya sebep olan da bu tutmanın büyüklüğü. Doğuran bir kadın gibi lohusa bir kadın gibi yapıt bizden çıksa doğsa ayrılsa bile bir müddet ayrılık anksiyetesi yaşarız içimizde… Eşi hala içimizdedir yazının… İşte takıntı son anda bırakmamak için elimizden geleni yaptığımız ama içimizde kalsa da bizi zehirleyecek olan bu plasenta gibidir. Beyin plasentası. Sanırım bir yazarın takıntılı bir ruh haline sahip olması böyle açıklanabilir. 

Bir tamircinin bütün parçaları gözünün önünde, elinin altında tutması gibi bütüne duyduğu ihtiyaçtan, kimsenin dikkat etmeyeceği her şeyi önemseriz. Hayatla ilgili olan her şey yazıyla ilgilidir. Yazmak yapıcı bir eylemdir. Hareket eden her şeyin arkasından koşan kedi gibi her an değişimin içinde kalacak bir şeyleri tutmak, bırakmamak isteriz; eksilmemek için; çünkü yazan kişi, her şeyin sahibidir. Hiçbir şeyin bile sahibidir. Bozkırın, doluluğun, boşluğun sahibidir. Böylesi bir yüksek sorumluluk duygusu… Dikiş izleri, mürekkep izleri, makas izleri… Giderek kendi izinin oluştuğunu görürsün. Tıpkı tren rayları gibi… Artık istesen de çıkamayacağın bir yola girmişsindir. 

Tam da bu yüzden kendi kendini başa alan, sıfırlayan bir dengesizliğe ihtiyaç duyar yazan kişi… Her şeyi boşa alan, sıfırıncı günün kişisi… Bir bebeğin gözleriyle bakan kişi… İsimsiz soyisimsiz, ilk insana ulaşmış, onun duyuşunu bugüne getirmiş kişi… Disiplini bilmeyen esnekliği bilemez. Dünyanın görünmez iskeletini bilen yazar, kuşun boşluk duygusunu kavrayabilir. Kafesi bilen, özgürlüğü kavrayabilir. Disiplin ve özgürlük ya da çalışma ve yetenek arasındaki ilişki gibidir. Belki de yazma eyleminde takıntı diye söz ettiğimiz şey, bu kurallar bütünü, çalışma disiplini… 

Kim Young Ha’nın, Bir Katilin Güncesi’nde unutkanlığın oldukça ilginç bir tanımı var. “…her zamanki gibi yola çıkan bir yük treni zihin. Bir anda raylar biter. Ve tüm vagonlar birbiri üstüne yığılır.” Belki de takıntı dediğimiz şey, hafızanın demir rayları… Bir dizi alışkanlıklarımız, rutinlerimiz… 

Elbette ritüeller de önemli. Örneğin şu şarkıyı dinlemeden yazamam. Masam pencereye dönük olmadan, bir fincan kahve içmeden, masamda günebakanlar olmadan, kahverengi yeleğimi giymeden… Liste uzar gider… 

Sözcükleri sözcüklere, cümleleri cümlelere, düşünceleri düşüncelere, duyguları duygulara bağlayarak, takarak ilerlediğimiz şu yazı treninde takıntılı olmamız belki de doğal… Tıpkı vagonları birbirine bağlayan demir aksanlar gibi…

Bir yazarın, büyük bir ödül aldıktan sonraki bir söyleşisini okumuştum. Hayatı boyunca deri döküntüsünden, ürtiker benzeri, bir hastalıktan muzdarip olduğunu söylüyordu. Şu an ismini hatırlayamadığım, Afrika kökenli kadın… Onun yazı ve döküntü, yazı ve deri, duyum, algılayış, dış dünya arasında kurduğu ilişki, o zamanlar beni bir hayli etkilemişti. Şimdi, yazı ve takıntı üzerine yazarken yeniden aklıma geldi. Yazmanın bir tür dünyaya değme, derinin etkilenmesi, tepkisi battaniyenin bitlenmesi gibi ürtiker dökmesi olduğundan söz ediyordu. Derinin çiçek açması gibi deriden üreyen sözcükler, çiçek hastalığı… Anadolu da dabaz olmak denir. Dış dünyaya sessizce verilen içsel bir tepki, dışsal olarak… Acıyı dışa atmak… Somutlama, verilen bir ilk tepki… Yazmak çünkü biraz da dilsizlik işi… 

“Hepsini birbirine karıştırıp 
Kilden heykelini yapıyorum 
Sözcüklerin
O konuşulmayan zamanlardaki
Devasa bir sessizlik heykeli
Sonsuz hayal gücü ormanlarında 
Koşuyoruz bir dağ tepesine 
çıkarıyoruz heykelimizi
Çığ gibi düşüyor üstümüze 
Bağrışmamızın saf sesiyle
Kırılarak ufalanarak 
Toprağa değdiği an sanki tohum
Yeşerip canlanıyor, yeniden 
Dilimize yürüyor 
Sessizlik 
Tane tane
Ek yerleri
Hece yerleri
Giyilmiş bir elbise gibi
Hepimiz bi yerinden 
Kıvırarak potluk yapan 
yerlerini
O soyut kollarını
Paçalarını
Sökerek, yeniden ulayarak
Kendimize uyduruyoruz… 
ne zaman geceye baksak
Ya da değişme yerlerine
Geceyle gündüzün
Bir mahsunluk çökmesi bundan
üst baş değiştiriyor sessizlik
tam olduğu, bütün olduğu, 
sözcüklerle kesintiye uğramadığı
o eski günleri anımsayarak…” (Sessizliğin Heykeli, adlı şiirimden)

Yeryüzünde çeşit çeşit dillerin olması bile bir nostalji duygusu yaratıyor. Bir bölünmüşlük… belki de bir uğraş olarak yazma takıntımız bu yüzden. Dilin bir bütün olduğu herkesin birbirini dolambaçsız anladığı, o saf haline yeniden ulaşmak için… 

Yazan birinin yanındaysanız, boşluk hissetmeniz doğaldır; zihinsel vantuzu aktif haldedir; işe yarayan her şeyi çeker; renk, ışık, görüntü, ses, miyav… Ayıklayan, seçen, tarayan, ayıran, analiz eden, birleştiren evin görünmez makinesi aktif haldedir. Görünmeden işler tekerlekler...

Sonunda bir yere varan yazardır. Ta ki biri yazdıklarını okuyana kadar… Bu süreçte kedinin ağzındaki ciğer gibidir önünde metni… almayagör… Bak nasıl kıyamet kopuyor. Takıntı değil de yazarken oluşana “tutuntu” demeli belki de… Anadolu’da tutamak derler. Bir şeyi tutamak etmek… 

Yazı biterken raylara karışır yazar da. Görünmez olur. Okurun yolculuğu, tutamağı, takıntısı başlamıştır artık. Elle tutulur, iyi bir yazıysa, önünden çekmeye gör… Bak nasıl kopuyor kıyamet…

Keyifli okumalar…

Anahtar Kelimeler: takıntı, yazı



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir