MAKALELER

Nilgün Kasapbaşoğlu İle Söyleşi

2017.04.18 00:00
| | |
12955

“Kısaca, hayatım burada, tiyatroda geçti.”

İnci grisi bir ışık huzmesi, yarı aralık perdenin kenarından sahneye düşüyor usulca.Duvarda şarap rengi gölgeler.Fuayede buğulu bir alacakaranlık..dışarıda sicim gibi yağan bir yağmur.

Besleme Sultan yanaklarından süzülen son damlaları elinin tersiyle siliyor.

Eski, çoktan yok olmuş bir zamandan çıkıp gelmişti Sultan, farkındaydım.Kırk yıldan fazla geçmiş olmalıydı.Belki kırk üç.Şaşkındım.Belleğimde bir koridor aralanmıştı sanki.Replikler unutulmuş bir fotoğraf albümünün sayfaları gibi açılıyordu gözlerimin önünde.

"Beslemelik zor.Çok zor.Besleme kendi başına sevinemez.Evdekiler sevinirse o da sevinir.Besleme acıktığı zaman yiyemez.Sahipleri acıktığı zaman yer.Sevdiği yemek yoktur beslemenin.Sahiplerinin sevdiği yemekleri yer hep.Uykusu sahiplerinin uykusu geldiği zaman gelecek.Selim abi...insan bir kere besleme oldu mu hiç bitmiyor.Hiç geçmiyor beslemelik.Başka şey de olsan." (1) 

Bedriye, Meliha, Selim, Hayriye Satılmış, Hüseyin ve Sultan.Düş değildi, yaşamıştım onlarla, o evin içinde.O kapıcı dairesinde.Herşey, hepsi gerçekti.Tıpkı o pas kırmızısı hüzün gibi.
Yine sabaha karşıydı zaman.Gökyüzü henüz ağarıyordu.
Çok seneler önceymiş.Şehir Tiyatrosu'nun açtığı sınavı kazanmış Melih Özhan. Ancak ailesi hiç de hoş karşılamamış bu durumu.Bir an önce ekmeğini kazanmasını, memur olmasını şart koşmuşlar.Zaten tiyatrocu kısmına iyi gözle bakılmıyormuş o yıllarda.Her ne kadar mahkemede şehadetleri artık kabul edilmeye başlanmış olsa da, henüz kimse ‘oyuncu damat’ adayına pek sıcak yaklaşmıyormuş. Şehir Tiyatrosu'ndan aile baskısı nedeniyle ayrılmak zorunda kalan genç adam, gizlice Halide Pişkin ile turneye çıkmış Anadolu'da.Ama olmamış, yenilmiş, karşı çıkamamış ailesine..tiyatro sevgisi ise alev olup yanmış içinde, küllenmemiş.Belki de bu nedenle kızlarının oyuncu olmasını çok istemiş.Bu konuda onların yanında olmuş hep.

Tiyatroda dünyaya gelmemiş olsa da, tiyatroya doğdu, denilebilir Nilgün Özhan Kasapbaşoğlu için.Düşünsenize, 23 Temmuz 1962'de henüz altı yaşında küçücük bir çocukken, Rumeli Hisarı'ında, Muhsin Ertuğrul'un sahneye koyduğu 'Macbeth'de Banguo'unun iki çocuğundan biri olarak ( Diğer çocuğu ise Vildan Gürelman canlandırmaktaymış ),beyaz tayt ve kırmızı pelerini ile surların tepesinde, sahneye adımını atmıştı ilk kez.

Nilgün Kasapbaşoğlu okula gitmediğinden, okuma yazma bilmiyormuş doğal olarak.Annesi ezberletmiş repliklerini...teybe okumuş sonra, sesi banttan gelmiş.Toron Karacaoğlu 'Macbeth'de babasını oynuyormuş.

"Toron Ağabeye o gün, bugündür hep baba derim...."

Geleneği, çağdaş, modern tiyatroyla birleştiren benzersiz oyunculuk tekniği, müthiş sahne hakimiyeti ve kimyası, yüksek kıratlı pırlanta değerindeki yorumculuğuyla Nilgün Kasapbaşoğlu yaşar kıldığı sayısız genç kız tiplemesiyle ikonlaşmış bir akris, hiç kuşkusuz. Nasıl tanımlasam, bir kadın ve tiyatro sanatıyla sürüp giden onurlu, başarılarla dolu bir hayat.Cesaretle, ısrarla, çalışarak geçip giden yıllar.Zaten hayat ve tiyatro ancak bu kadar birbirine dost ve sadık kalabilir, bu kadar gerçek ve duru olabilirdi.Adının önüne sayısız biyografiler, personalar ekledi her defasında; Bianca, Feride, Aysel, Sultan, Melahat, Saadet oldu.

Cemal Süreya'nın ‘derin deniz mavisi’ gibiydi sahnede.Bir ışık seli, gerçek bir grande dame.Gözüpek ruh çözümlemelerinde, insana dair ve dahil her ayrıntının gövdelenişi, duygu sağanağına dönüşen yorum gücü..es'lere üflediği ruh ile gizemli hipnotik bir tesir yaratıp, izleyicisini kuşatan safkan bir oyuncu. Hayata başka pencerelerden bakmamızı fısıldıyor kulaklarımıza, sahneden zayıflıklarımıza ışık tutuyor...yadsıdığımız hayati detayları seriyor önümüze tek tek...öylesine dokunuyor ki, kilit noktalarımıza ansızın...kendimizle gözgöze gelmemizi sağlıyor yeniden ya da ilk defa.Her yaşar kıldığı karakterde kendi mitolojisini yazması bundan belki de.Şimdi çok daha net anlıyorum ki, sahnede var ettiği karakterleri seçkinleştirmiş, gelecek zamanlara bırakmış, çoktan unutulmazlaşmış bir sahne simyacısı Nilgün Kasapbaşoğlu.Konuştukça fark ettim, adeta hep tiyatro için yaşamış.Giderek kendi üslubunu, izleyicisini oluşturmuş.Dahası yankılı, eşsizleşmiş oyunculuğuyla gün olmuş tek başına, tılsımlı bir atmosfer yaratmış sahnede.En yalçın duyarlılıkları oya gibi işlemiş.Hala iddia ediyorum, nice Feride, Saadet Yurtlu, Besleme Sultan, Satenik izleyeceğiz gelecekte de ama en derinlikli yorum olarak hep Nilgün Kasapbaşoğlu anılacak.Çok seneler sonra bile..bunun altında yatan sihir nedir derseniz, bir kimlikten diğerine geçerken oluşturduğu sahicilik duygusudur, derim.Sahnede bir başka kimliğin içine akmak, onu yeniden, özenle ve ustalıkla yaratmaktır, derim.

‘Macbeth’, ‘ Hırsız Var’, ‘Ceza Kanunu’, ‘Altı Kişi Yazarını Arıyor’, ‘Titanya’, ‘Tombik’in Başına Gelenler’, ‘Baba’, ‘Ayışığında Şamata’, ‘Hırçın Kız’, ‘Sarı Naciye’, ‘Soytarı’, ‘ Salon Mutfaktır’,‘Balaban Ağa’, ‘Patavatsız Hanımefendi’, ‘Yedi Kocalı Hürmüz’, ‘Çil Horoz’, ‘Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’, ‘Kızım ve Ben’, ‘Sevdiğim Adam’, ‘Salon Mutfak’, ‘Düğün ya da Davul’, ‘Eşik’, ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’, ‘Üç Kuruşluk Opera’, ’Taş Bademler’, ‘Koca Dağlar Ağası’, ‘Eski Fotoğraflar’, ‘Haftabaşı’, ‘Trampacılar’, ‘Saadet Hanım’....ne çok oyun.Ne çok alkış.Dinmeyen..her saniye çoğalarak devam eden.

" Hatırlıyorum, Muhsin Ertuğrul'a pek öyle kolay ulaşılamıyordu.Diafonlar aracılığıyla odasından kulisi, oturma salonunu dinlediği söylenirdi hep.Çocuğuz tabii, o eski Dram Tiyatrosu'nu bilirsiniz, sahne arkasında antremizi beklerken oyunlar oynardık kendi aramızda.Bazen fazla gürültü yaptığımızda, diyafondan bir ses: 'Yavaş olun, sessiz durun!' derdi ansızın.Ürkerdik ister istemez.Ne yalan söyleyeyim, uzun süre kutudaki adam olarak tanıdım ve doğrusu ya, çok çekindim Muhsin Ertuğrul'dan.Sahi, nasıl unuturum, sekiz yaşında filan olmalıyım, Cahide Sonku ile ‘Altı Kişi Yazarını Arıyor'u oynuyoruz.Rol gereği, sahnede başımı kucağına dayardım Cahide Hanım’ın.Saçımı okşardı.Ne güzel parmakları vardı.Arada kızı Ender'i de getirirdi yanında.Kuliste iki kız oyunlar oynardık.İşte o günlerin birinde, ilk defa Muhsin Bey ile karşılaştım.Anladım ki, kutudaki amca hiçte korkulacak biri değilmiş.”

"O yıllarda bizler, yani çocuk oyuncular, sahne gerisinde, çay ocağında büyüklerimizin yanında oturamazdık.Yerimiz belliydi.Eğer, Bedia Hanım ya da bir başka büyüğümüz gelip, siz de burada bizimle olun, derse ancak içeri girebilirdik.Kulis adabı vardı ki, milim dışına çıkılamazdı.”

"Şanslıydım,Türk Tiyatrosu'nun gelmiş geçmiş en önemli oyuncularıyla çalıştım sahnede.Tiyatroda adeta destan yazmış bütün o isimler, düşünsenize.Örneğin Cahide Sonku, Ferih Egemen, Deniz Uyguner, Hüseyin Kemal Gürmen, Müfit Kiper, Vasfi Rıza, Behzat Budak, Melahat İçli, Nedret Güvenç, her zaman idolüm olmuş Samiye Hün, Nezahat Tanyeri..onlardan çok şey öğrendim.Şunu hep söylerim, tiyatrocuların tiyatrocu olabilmeleri için gerçek ustalara ihtiyaçları vardır.”

"Üç yıl konservatuar eğitimi aldım, bu arada tiyatroda oyunculuk görevim devam ediyordu, seslendirme çalışmaları yapıyordum.Çok zor bir dönemdi.Provalar, oyunlar, dersler, sınavlar.Ne yazık ki, konservatuarı bitiremedim.Her daim saygıyla andığım hocalarım olmuştu orada da;Yıldız Kenter, Melih Cevdet, Sabahattin Kudret, Seyit Mısırlı, Çetin İpekkaya gibi...”

"Geleneksel Türk Tiyatrosu neredeyse kayboldu, denilebilir.Baksanıza, hemen hiç oynanmıyor.Bugün Musahipzade Celal'den bir oyun koysak o dönemin temennası nasıl yapılırdı bilen yok genç nesil arasında.Oysa Rauf Altıntak var değil mi? Sonra, Engin Uludağ.Belirttiğiniz gibi, Ani İpekkaya, Toron Karacaoğlu.Bu değerlerden hala öğrenilecek nice ayrıntı duyarlılıkları, teknikler mevcut.”

“Öyle haklısınız ki, nerede o arkası yarınlar, radyo tiyatrosu, okul saati, çocuk bahçesi.Hiç biri yok artık.Uzun yıllar Selçuk Kaskan'nın yazdığı ‘ Kaptan Amca Anlatıyor’ adlı reklam içi dizide görev almıştım.Kaptan Şefik Amca Erol Keskin’di.İki kardeş bilmedikleri konuları kaptan amcalarına sorarlardı, o da tatlı, tatlı anlatır, onları bilgilendirirdi.Düşünüyorum da, çocuklar için o kadar önemliydi ki radyo programları.Dinlediklerini kendi hayal dünyalarında canlandırıyorlardı çünkü.Nasıl desem, radyodan gelen seslerle düşlerinde şekillendirirlerdi kahramanlarını. Yazık oldu.Radyo değerini kaybetti zaman içinde..çocukların hayalleri çalındı, bana göre.”

”Yoğun bir tempo içinde çalışırdık.Düşünsenize, pazar sabahı çocuk oyunu oynardık Fatih’te oradan Üsküdar’a geçer ‘ Sarı Nacviye’yi oynar, perde arasında Kadköy’e geçip ‘ Balaban Ağa’ya yetişirdik.Ben, Perihan Savaş ve Selma Kutluğ..o dönem, rolün, büyüğü küçüyü yoktu.Bir hafta ‘ Besleme’de başrol aynar, sonraki hafta ‘ Patavatsız Hanımefendi’de çamaşırcı kızlardan birini canlandırırdım.Sahi bu oyunda, “ Aman Allahım, aman Allahım ! ‘ diye bir repliğim vardı ki, seyirciden çok alkış gelirdi, söylediğimde.Hatta Turgut Boralı bana ‘Nilgün’ yerine,‘ Aman Allahım’ diye seslenirdi.”

“ Gençlere rolünüzü önemseyin, diyorum hep..o küçücük rol sizi ileriye daha önemli rollere taşıyacak çünkü. Hatırlıyorum, ‘ Sarı Naciye’de Türker Tekin bana sucu kız rolünü önermişti.Ufacık bir roldü belki..ama o kadar önemsedim ve en iyi biçimde yorumlamaya çalıştım ki, hakkımda ‘ Nilgün Özhan, harikaydı’ diye yazılar çıktı o günlerde.”

” Dediğim gibi, çocuk yaşta girmiştik tiyatroya.Sahneye çıktığında korkanlar, telaşlanıp altına kaçıranlar..Vildan Gürelman, Ben, Selma Kutluğ, Perihan Savaş, Oya Başar..sahnede büyüdük biz kelimenin tam anlamıyla…Ustalarımızdan aldık sahne ve kulis adabına dair ilk eğitimlerimizi.”

“Vasfi Rıza’nın yönettiği ‘ Ceza Kanunu’nda Rum Hizmetçi rolündeydim.Nasıl bir şive yapmam gerektiği konusunda tereddütlerim vardı.Derhal Bedia Hanım’dan yardım istedim.Her şivenin bir iç melodisi olduğunu, o melodiyi yakaladıktan sonra, yanlış bir telaffuzda bile bulunsan, bunun seyirci tarafından doğruymuşcasına algınabileceği gerçeğini öğrendim kendisinden. “ 

Rüzgarlı ayaz bir gecede tek başınaydı Besleme Sultan.Kırılan umutları hayatla bilenmişti artık.Küskündü.Satenik usulca doğruldu.Thomas Fasulyacıyan’a çevirdi yüzünü: “İsterse sanat karın doyurmasın..yemek sanatkara iyi değildir..aç ayı oynamazsa oynamasın..bir sanatkar asla ayı değildir.Her gün doysa karnı apışır kalır.Rahat sanatkara iyi değildir,” (2) diye mırıldandı.Pembeye çalan kırmızı, turuncu, eflatun ışıklar göz alıyordu.Çekilen acılardan olgun bir gülümseyişle sözaçtı Saadet Hanım.İlkokul öğretmeniydi.Benim öğretmenimdi.Fonda hep o erguvan sağanakları..ıssız günbatımları.

“Annemle babam ayrıldıklarında zor bir dönem yaşadık.Hatta üst kattaki komşumuzdan, annem köfte yapacak bahanesiyle, bir parça bayat ekmeğiniz var mı acaba, diye ekmek rica ettiğimi hatırlıyorum.Evet, kolay değildi hayat.Ama yılmamak, geri adım atmamaktı önemli olan.Ödün vermemek.Çalışmak, geleceğe umutla bakmaktı.Çok iyi hatırlıyorum, evimiz Kurtuluş’taydı.Beşiktaş’a kadar yürürdüm.Cebimde beni Üsküdar’a götürecek vapur bileti için para vardı çünkü.Çıkar oyunumu oynardım.Neyse ki, oyun bitimi bizi evlerimize bırakan servis mevcuttu.Biliyor musunuz az kazanıyor da olsak, tiyatro parası bereketlidir her zaman.Belki de işimize, alın terimizi, canımızı kattığımız için... “

“Şunu gördüm ki, bizler hayatı, mesleğimizi bizden sonrakilere mutlaka bir şeyler ilave ederek aktarmak zorundayız.”

“ Prova, tiyatro sanatının en heyecanlı evresidir, hiç kuşkusuz.Ancak boş konuşmalarla zaman kaybı olmamalı bu süreçte.O dönemlerde provalar saat tam onda başlar ve saat on üçte de sona ererdi.Bir oyun yaklaşık bir ayda çıkardı seyirci karşısına.Şimdi provalar beş altı ay sürüyor neredeyse.Oyuncu rolünü çıkarttıktan sonra, uzayan provalar onun heyecanını ve rolüyle ilgili bulduğu kimi özel ayrıntıları yitirmesine neden olabiliyor, diye düşünüyorum.Oyuncu yaşar kıldığı karakterin altmetnini oturup tartışarak değil, kendi duygularıyla keşfetmelidir, bana göre.”        “Yönetmenin bir müdahalesi olmadıkça bir oyun nasıl başlarsa sezon ya da sezonlarca hep aynı şekilde, milim sapmadan oynanmalıdır.Bu hiçbir koşulda ödün verilmemesi gereken bir tiyatro disiplindir.”
 
“Son yıllarda sahnede bir ses duyurma salgını başladı, bağıra çağıra oynamak.Bu rahatsızlığı, özellikle genç oyuncularda gözlüyorum.Ses atmayı bilmediklerinden, haykırmayı ses atma olarak değerlendiriyorlar.Neredeyse yeri göğü inletecek denli, hem de yerli yersiz bağırışmalardan, replikler anlaşılmaz oluyor, oyunun his boyutu eksik kalıyor..oyuncunun yorumladığı duygulanımların izleyici tarafından doğru okunması engelleniyor böylece.”

“Yönetmenlerimiz genelde pek oyun izlemiyorlar, ne yazık ki.Durum böyle olunca da  oyuncuları tanımıyorlar..ve gerçekleştirecekleri çalışma için auditiondan medet umuyorlar.Biliyorsunuz, Şehir Tiyatrosu’nun ilk kadın Sahne Direktörü’ydüm.O zaman da  yönetmenlerimizi sık sık uyarırdım bu konuda.Oyunu olan bir oyuncuya audition yapılmaz, kalkıp gider onu sahnede izlersin.Audition da oyuncu kendini beğendirme çabasına girişir ister istemez, yapaylaşır, heyecana kapılır, gerçek niteliklerini ortaya koyamayabilir.”

“Melahat İçli’nin bir lafı vardı: ‘Bir tahtası eksik olmayan bu mesleği yapamaz’ derdi.Haklı.Oyuncu duygusaldır, hassastır..kırılgandır.”

“ Evet, seslendirme yaptım çok uzun yıllar.Ömercik, Yumurcak, Afacan, Sezercik, Gülşah başta olmak üzere Türk Sineması’nda hemen hemen konuşmadığım çocuk oyuncu yoktur, diyebilirim. “
“Hiç unutmam, ‘Taş Bademler’i oynuyorduk.Babamı toprağa verdiğimiz günün akşamı sahneye çıktım.Aksini yapamazdım.Hem babam da öyle isterdi zaten..perde kapattırtamazdım. Olmazdı. Olamazdı.” 

“Evet, Nedret Güvenç ve Mücapofluoğlu’nun kızları Nilgün olarak televizyonun ilk sabah kuşağı programı olan, Nezihe Araz’ın yazdığı  ‘ Hanımlar Sizin İçin’ programıyla bir anda Türkiye’nin her köşesinde tanındım.Rumeli Hisarı’nda ‘ Antonyus ve Kleopatra’nın provasındayız.Öğlen vaktiydi, ara vermiştik çalışmaya.O esnada bir otobüs dolusu öğrenci Hisar’ı gezmeye gelmiş ve beni ekrandan tanıdıkları için etrafımda toplandılar, imza istediler, fotoğraf çekmeye başladılar.Birden Genel Sanat Yönetmenimiz, Gencay Gürün’ün beni buzlu bakışlarla süzdüğünü ayrımsadım..sonrasında ait olduğum kurumdan, sahnemden istifa etmeme kadar uzanan bir süreç yaşandı.Nedendi bu tavırlar, bezdirme politikası, ne olmuştu, bugün bile tam olarak anlamış değilim, inanın.Evet, içim kan ağlayarak ayrıldım yuvam dediğim Şehir Tiyatrosu’ndan.Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda göreve başladım.Gencay Hanım ayrıldıktan sonra yeniden döndüm..mutluydum.Ait olduğum yerdeydim.Sığıntı olarak değil, sahip olarak.Günlerden bir gün çay ocağında oturuyoruz, oyun öncesi.Sohbet ediyoruz.Bir sessizlik fark ettim ansızın.Baktım, Gencay Hanım ziyarete gelmiş.Nasıl bir tepki göstereceğimi düşünenlerin, meraklı bakışlarını yüzümde hissettim.Doğruldum ve neredeyse koşarcasına yanına gidip: ‘ Tiyatroma hoş geldiniz ! ‘,dedim.”
“Neredeyse kaç sezondur, klasik anlamda bir Moliere, Shakespeare, Çehov izleyemiyoruz.Çünkü yönetmenler, yeni bir şey yapalım, farklı bir yorum katalım, derdindeler.Oysa klasik eserler, klasiktir ve klasik bir tarzda sahnelenmelidir. Ezilmeden, değiştirilmeden.”

“Ustalarımdan öğrendiklerimi genç arkadaşlara aktarmaya çalışıyorum.Antre nasıl beklenir, aksesuar kontrolü nedir, prova nasıl bir süreçtir, kulis terbiyesinin önemi, oyuna nasıl hazırlanılır..bunların elbette konservatuarda bir dersi yok.Ancak yaşayarak, paylaşılarak öğrenilen deneyimler bunlar.Örneğin, sahnede fazlalık yapamazsın, kontrolsüz davranamazsın, kulise neredeyse oyuna dakikalar kala gelemezsin.Dram Tiyatrosu’nda saat on’a beş kala araka kapı kapatılırdı.Geç kalanlar ön kapıdan girip, mecburen Muhsin Ertuğrul’un, kapısı her zaman aralık duran çalışma odasının önünden geçmek durumunda kalırlardı.”       

“Şehir Tiyatrosu’nun ilk kadın sahne direktörüydüm.Sahne direktörlüğü neredeyse tiyatronun kalbidir.Şöyle tanımlayabilirim aslında; Genel sanat yönetmenliğinin sekreteryası, sahnelenen oyunlardan, raporlardan, sanatçıların görev dağılımından sorumludur sahne direktörü.Prova programını oluşturmak, distrübüsyon bilgilerini genel sanat yönetmeni ve yönetmenlere iletmek de çalışmaları arasındadır.Özetle, tiyatronun altyapı çalışmasıdır,sahne direktörlüğü. Görev teklif edildiğinde, çekinmediğimi söyleyemem. Hatta bir sonraki gün, kabul edemeyeceğimi bile bildirdiğimi, hatırlıyorum şimdi.”

” Ben bu tiyatroda büyüdüm. Burada okula başladım.Burada evlendim.Burada anne oldum. En iyi dostlarımı burada edindim. Kısaca, hayatım burada, tiyatroda geçti.”                                               

 “III.Richard’, ‘Sekiz Kadın’, ‘ Gayri Resmi Hürrem’de herhangi bir rolü canlandırmak isterdim, doğrusu.”

Nilgün Kasapbaşoğlu sahnede var kıldığı karakterlerin ruhsal durumunu plastik bir biçimde ele alıp, üstün oyunculuk tekniği ve sezgilerini de katarak, tüm ayrıntılarıyla izleyicisine yansıtabilen bir oyuncu olmuştur.Ortaya koyduğu yorumlar her zaman derinlikli bir oyunculuk örneği gösterip, her tonlamanın, her duruşun, her susuşun hakkını tam olarak verebilmiştir. Bu bağlamda, Nilgün Kasapbaşoğlu’nu Recep Bilginer’in ‘ Sevdiğim Adam’ piyesinde yaşar kıldığı Feride rolünde hatırlıyorum şu an:  
“Abla.Eniştem öldü.Ağlasana.Ağla! Şimdi ağlayamazsan, bir daha ağlayamazsın.Haydi abla, durma, ağla. Kendini yerden yere at.Duymadın mı ? Eniştem de ölen yolcular arasında.”

”Ben kalacağım.Ablamı burada karşılayacağım.Evimizde.Eniştemin anılarıyla dolu olan burada.Gemide değil.O gemi…Neyse.Beni sarhoş sanıyorsunuz, değil mi ? Hayır.Hadi gidin.Ablamı alın getirin..”  

Nilgün Kasapbaşoğlu, hayli uzun bir aranın ardından, 2016-2017 Tiyatro Sezonu’nda ‘ Saadet Hanım ’ ile sahneye yeniden ‘ merhaba’ der.Saadet Hanım rolünde kendini aşmış, yetkin bir oyunculukla bir kez daha izleyiciyle buluşur.Özlemli bir buluşmadır bu.Öyle ki, antresiyle salonda yükselen alkışlar dakikalarca devam eder..bu bir hasretin sonlanış anıdır…ve ne güzel bir saygı duruşudur, aslında.  

Artık, akşamın karanlığı iyice inmek üzereydi.Dinen yağmur, yeniden başlamıştı az önce.Sessizlik uzuyordu.Elini seğiren gözüne bastırdı Saadet Hanım.Yüzü gölgelenmiş gibiydi.Sonra koltuğa çöküp başını iki elinin arasına aldı usulca. 
Sözleri çakılıp kalmıştı kalbimde, aklımda:  “Ben Saadet Yurtlu.Emekli ilkokul öğretmeniyim ve bu da size öğreteceğim son şey: Biz hatayı çocuklarımızdan gözyaşımızı saklamakla yaptık. Sonunda kendileri arayıp buldular. Siz acılarınızı öğretin ki çocuklara, bu sefer mutluluğu arayıp bulsunlar. Onlara ağlamayı öğretin ki gülmek zaten insanın ruhunun rengi.Düşmanlıklarınızı değil, hatalarınızı öğretin çocuklara.”

“Nefret illetinin karanlığını öğretin ki, sevmek zaten insanın hamuruna işlenmiş bela.Bir gün, nefretlerinizden, hırsınızdan, öfkenizden ve savaşlarınızdan yanıp,
bu dünya gerçekten karanlığın ateşine düştüğü zaman, her şeyden habersiz sevgi dolu bir çocuk küçücük ellerinde bir su damlası taşıyarak söndürecek o koca ateşi, istesek de istemesek de!”                                         

“Ben Saadet Yurtlu, emekli ilkokul öğretmeniyim. 
Bu da size aklımı henüz yitirmişken söyleyeceğim son şey:
Artık büyümesi beklensin fidanların, gökyüzü çocukların olsun, denizler balıkların. Bir çocuğun ellerinde yeşerecekse tekrardan dünya; bırakın günyüzü çocukların olsun, denizler annelerin.” (3)


Perde Arkası: Gerçek Bir Darülbedayi’li…  NİLGÜN KASAPBAŞOĞLU
 

Nilgün Kasapbaşoğlu, adeta tiyatroya doğmuş, çocukluğundan itibaren hayatı  Darülbedayi’nin kulislerinde, sahnelerinde geçmiş ve kendisini tümüyle tiyatroya adamış bir oyuncu. Daha çocuk yaşlarında, tiyatromuzun mimarlarından Muhsin Ertuğrul ile tanıştığı sahneyi anlatırken gözleri ışıl ışıl: “Ben küçükken yıllarca Muhsin Ertuğrul’dan ‘kutudaki adam’ diye korktum. Muhsin Bey her soyunma odasına diyafon koydurmuştu. Her odada konuşulanları dinlerdi ve gerekli gördüğünde uyarılar yapardı. O zamanlar Şehir Tiyatrosu ile Şehir Operası aynı yerdeydi, biz operalarda da kalabalık sahnelere çıkardık çocuk oyuncular olarak. Palyaço, Madame Butterfly gibi operalara çıkmıştık kalabalığın arasında. Biz operacılar prova yaparken koştururduk sağa sola. Kutudaki amca uyarırdı bizi, sessiz olun diye. Korkardık. Sonra bir gün kutudaki amcayla tanıştık. Çok şeker bir adammış meğer! Annem Muhsin Hoca’yı takdim ettiğinde, ben ‘kutudaki amca bu mu?’ diye sormuştum. ‘Hiç de korkulacak bir yanı yokmuş, çok şeker amcaymış meğer’ demiştim.”                             

Kasapbaşoğlu’nun daha çocuk yaşlarda tanıştığı Muhsin Ertuğrul’un “tiyatro disiplini”,  tiyatro hayatında çok önemli bir yer tutuyor. Bir anıyla Muhsin Hoca’nın disiplin anlayışını özetliyor: “Çok disiplinliydi Muhsin Bey.  O’nun bazı katı kurallarını değil belki ama, tiyatroyla ilgili olan disiplini çok özlüyorum. O zamanlar, Dram Tiyatrosundaki odacı Siyami Baba saat 10’a 5 kala prova kapısını, yani kulis kapısını kilitlerdi. O dakikadan sonra, hiç kimse, en ünlü oyuncular bile, kapının açmasını isteyemezdi Siyami Baba’dan. Provaya girecek olanlar geç kaldıklarında bu kapı kilitli olduğu için ön kapıdan girmek zorunda kalırlardı. Masasını aralık bıraktığı kapıdan geçenleri görebileceği bir konuma getirmişti. Böylece ön kapıdan geçenleri tek tek görürdü. Sadece başını kaldırıp bakardı geç kalanlara ve bu bakış bile insanlara en büyük cezaydı. Rivayet edilir ki, Abdurrahman Palay bir gün geç kalır provaya ve su borusundan soyunma odasına tırmanmaya çalışırken düşer bir gün. Sırf Muhsin Bey görmesin diye tırmanmış oralara… Muhsin Hoca, tiyatro sözkonusu olduğunda, disiplininden asla taviz vermezdi ve tiyatronun başarısı için prensiplerini hiçbir zaman çiğnetmezdi.”                                     

Muhsin Ertuğrul, kendi cümleleriyle Kasapbaşoğlu’nu teyit ediyor: “Toplum sanatçıları yücelttikçe sanatı da yüceltecektir. Sanatçının yücelmesi tiyatro sanatının yücelmesi, ciddiye alınması söylediklerini önemsenmesini beraberinde getirecektir. Şu halde kurulması ve korunması gereken ilk önemli konu tiyatro sanatçılarının mesleki saygınlıklarının korunması sorunudur. Meslek saygınlığının korunması ve kollanması ise her şeyden önce sanatçının kendisine düşen bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu yerine getirmek için, tiyatro sanatçılarının, hem tiyatroda hem tiyatro dışı yaşamlarında, sanatçı disiplininden vazgeçmemeleri, kendilerini mesleklerine adamaları ve düzenli bir hayat sürdürmeye dikkat etmeleri gerekir.” (4) Gerçekten de, oyunculuk alanında disiplin getirici düzenlemeler sanatçının takım oyunculuğu anlayışından kaynaklanır. Tiyatro, elbirliği içinde seyirciye sunulan büyük bir sanat olayıdır. Bu yüzden, tiyatroda yapılacak her görevin belli bir kutsallığı ve önemi vardır. Yapılması gereken her iş zamanında ve eksiksiz olarak yapılmadığı takdirde ortaya çıkacak aksama, oyunda elde edilmek istenen etkiye zarar verecektir. Bu durum, sahneye çıkan oyuncular için olduğu kadar, sahne gerisi görevlileri için de geçerlidir. Kasapbaşoğlu’nun, Muhsin Hoca’dan devralarak tiyatroda genç nesillere aktardığı etik değerler, tiyatro sanatının “sanhe arkası etiğinin” yaşamsal önemine işaret ediyor. Kimi zaman ayrıntılı yönetmelikler, yönergelerle yaptırımlarla yazılı kurallar haline getirilen; ama çoğunluğu geleneklerle, göreneklerle korunan bu düzen; tiyatronun sağlıklı ölçülerde çalışması, provalarını, teknik hazırlıklarını, temsillerini düzenle verebilmesi, meslek saygınlığını koruyabilmesi ve seyircisini yetiştirebilmesi için zorunludur. İster ödenekli, ister ödeneksiz, amatör ya da profesyonel bir tiyatroda çalışan her kişinin, çalışmalarını bu düzenin gerektirdiği disiplin anlayışına gönülden uyarak yürütmesi tiyatronun başarısı için kaçınılmazdır. 

Kasapbaşoğlu, oyunculuk tekniğini, dünya tiyatro tarihinin efsane isimlerinden birinden, Stanislavski’den devraldığını söylüyor: “Tiyatro sahnesi er meydanı gibidir, kendini yok edemezsin oynarken. Ama her zaman en önde de olamazsın. Ben bazı sahnelerde kendimi yoketmeye çalışırım ki arkadaşlarım ön plana çıksınlar. Ben hala Stanislavski yöntemiyle rolümü çıkartırım. O da en basit anlatımıyla, sahici bir oyunculuk sistemidir ve  –mış gibi oynamaya izin vermez. Bu yöntemde, bir kalp elektrosunun seyrine benzer piyesin bütünü; oyuncunun çıktığı yerler vardır, yok olduğu yerler vardır ve rutin gittiği yerler vardır. Oyuncu provalarda piyesin bu noktalarını belirleyebilirse, oyunda çok rahat eder. Çünkü oyun boyunca aynı çizgide giderse, oyuncu da seyirci de çok yorulur.” Bir bakıma, tiyatro sahnesindeki sahici oyunculuğu ile yakaladığı başarıyı Stanislavski gibi oyunculuk anlayışında devrim yaratmış, evrensel bir isme borçlu olduğunu ifade ediyor Kasapbaşoğlu. Stanislavski sistemi, uygulamada ancak Kasapbaşoğlu gibi yetenekli oyunculuların hayata geçirebilecekleri, oldukça zorlu bir sitem. Zira Stanislavski’nin sahicilik anlayışı, sahne gösterisinde olduğu gibi oyunculukta da günlük yaşama benzerliğin korunmasını savunur. Döneminin alışılmış oyunculuk biçimine, sahnede kalıplaşmış konuşma ve davranış biçimlerine karşı çıkmıştır Stanislavski.  Kasapbaşoğlu’nun belirttiği gibi, rolün abartılmasını, alkış toplamak için alışılmış oyunculuk hilelerinin yinelenmesini ve sahnede göstermeci olarak adlandırılan oyunculuk tarzını kıyasıya eleştirmiştir. Sahnede olup biten her şeyin seyirciler için inandırıcı olması için, oyuncudan istenen, rolünü, seyircinin kendini oyun kişisinin yerine koyabileceği ve duygularını paylaşabileceği sahicilikte oynamasıdır. Konstantin Stanislavski, 20. yüzyıl’ın başında yaşanan, psikoloji ve fizyoloji alanındaki gelişmelerden yararlanarak,  Kasapbaşoğlu’nun altını çizdiği gibi, bilimsel temellere dayalı bir oyunculuk yöntemi oluşturmuştur. “Stanislavski, yaratıcı ruh durumunda olmayan oyuncunun, hissetmediği duyguların sonuçlarını göstermeci bir biçimde yansılamak, taklit etmek, yani “–mış gibi yapmak” zorunda kaldığını; sahteliğe ve yapmacıklığa düştüğünü, ve bu nedenle “rol yaptığını” gözlemlemiştir. Oyuncunun, duyguları “göstermesi” değil, “hissetmesi” gerekmektedir. Oyuncu sahnede, oynadığı karakterin yaşadıklarını, dışsal bir taklide dayalı değil, sahici deneyimler olarak yaşamalıdır; oyuncunun duyguları, –mış gibi, sahte değil, yapmacık değil, gerçek olmalıdır; duygular gösterilmemeli, hissedilmelidir. Zira, oyuncu sahnede “oynamaz”, “yaşar”. (5) Kasapbaşoğlu’nun canlandırdığı rollerdeki başarısı, yapmacılıktan son derece uzak ve sahici oyunculuğu ile seyircinin adeta şah damarına dokunuşundan, onlarla kurduğu gerçekçi ilişkiden kaynaklanıyor. Kısaca, O sahnede oynamıyor; yaşıyor…                                      

Darülbedayi’nin en deneyimli oyuncularından biri olan Nilgün Kasapbaşoğlu, tiyatrosunun tarihsel süreçlerine dair önemli açıklamalar yaparken, idari yapılanmaların tiyatronun işleyişindeki ve gelişimindeki belirleyiciliğini vurguluyor: “Bana göre Şehir Tiyatroları’nın en kötü dönemi, üç yıl kadar süren ‘yerinden yönetim’ dönemidir. 1976-77 yıllarında başlamıştı o dönem. Her sahnenin başına bir genel sanat yönetmeni ve merkezde bir genel sanat yönetmeni atanmıştı. Her sahne bir birim olarak özerk bir yapıya sahipti. Mesela Başar Sabuncu, Ergin Orbey, Beklan Algan gibi isimler birimlerin genel sanat yönetmenleriydi. Her birimin kadrosu sabitti ve sadece kendi birimlerinde oynayabiliyorlardı oyuncular. Birimlerin genel sanat yönetmenleri sanatçıları numaralandırıyordu. Mesela ben bir arkadaşımın listesinde 30. sıradayım, o benim listemin 2. sırasında ise birlikte oynayamıyoruz çünkü numaraların birbirine yakın olması gerekiyor aynı kadroya düşebilmemiz için. Özlük haklarımız aynı ama sadece ait olduğumuz sahnede oynayabiliyoruz. Ancak çok istisnai durumlarda sanatçı değişimi yapılabiliyordu. Oyuncular sezon öncesi transfer görüşmeleri gibi görüşmeler yapıyorlardı genel sanat yönetmenleriyle. Haftada iki ayrı oyun sahneleniyordu her sahnede. Çok sayıda oyun oynanıyordu... İlk sene her birim çok gösterişli, büyük ilgi toplayan oyunlar sahneledi. Zamanla birimler arasında en devrimci oyunu koyma rekabeti başladı. Dolayısıyla, ikinci seneden itibaren bu yarış hali yüzünden kötü oyunlar çıkmaya başladı. Salon açıldığında sekiz seyirci varsa sevindiğimiz günler oluyordu artık. Feci bir dönemdi bana göre çünkü bu kadar geniş bir oyuncu portföyü varken oyuncuların tek bir sahneye hapsedilmeleri doğru değildi. Mesela benim yaşımda bir rol yoksa o birimin repertuvarında ben atıl kalıyorum ya da genç kadrosu yetersiz olduğu için istediği oyunu koyamıyordu bazı birimler. Seyirci sayısı da bu kadar düşünce kaldırıldı yerinden yönetim. Seyirciyi yeniden kazanmak için önceki yıllarda çok tutan oyunları oynadık ve geri kazanmayı başardık seyircimizi.” Kasapbaşoğlu’nun Darülbedayi’nin  “en kötü dönemi” olarak nitelendirdiği  “yerinden yönetim dönemi” (1976-1980) Şehir Tiyatroları’nı değişik sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. İdari boyutta yaşanan pek çok tartışmanın ve çalkantılı bir sürecin önünü açmıştır.  Özdemir Nutku bu kaotik süreci şöyle özetliyor. “Bu sürecin ilk kurbanı Muhsin Ertuğrul olur. 1974 yılında bir kez daha Darülbedayi’nin genel sanat yönetmeni olan Muhsin Hoca, 1976 yılı Nisan ayı sonlarında “yerinden yönetim” konusunda çıkan tartışmalarda, tiyatroda artan iç gerilimi bir demokratikleşme hareketi olarak görmediğini belirterek görevinden ayrılır. Yerine getirilen Hamit Akınlı da bu görevde çok kalamaz. 1977 yılında gündeme gelen İsvan-Kotil çekişmesi, kurumun ciddi ölçüde hırpalanmasına neden olur Bu çatışma yüzünden tiyatroda hizipler oluşur. Bu çatışmalar sonucunda beş semt tiyatrosu sanat yönetmeni istifa ederler. Bu isimler, Hamit Akınlı, Beklan Algan, Ergin Orbey, Başar Sabuncu ve Burçin Oraloğlu'dur. Bu istifaların ardından, Hayati Asılyazıcı genel sanat yönetmenliğine getirilir. Ancak bu kez de Asılyazıcı’ya karşı kıpırdanmalar başlar. Bu kaotik durum 1980 Eylül'üne kadar sürer.” (6) Kasapbaşoğlu’nun oyuncular açısından istikrarsız ve kaotik bir dönem olarak nitelendirdiği “yerinden yönetim süreci” kaotik ve dalgalı bir süreç olarak geçer tiyatro tarihine. İster istemez, tiyatronun oyuncularından teknik ekibine kadar varan kimi hoşnutsuzluklar ile birlikte…

Kasapbaşoğlu, Şehir Tiyatroları’nın tarihine olduğu kadar, bugününe dair de önemli tespitler yapıyor: “Alaylı gelenek giderek tükeniyor tiyatromuzda. Eskilerden belki sadece on kadar oyuncu kaldık. Çocuk Eğitim Birimi, Gençlik Birimi, Darülbedayi Kursu gibi girişimler var son zamanlarda. Bu birimlere bile bizi eğitmen olarak davet etmediler. En azından onlarla sohbet ederek deneyimlerimizi aktarmalı, provaya, oyuna nasıl hazırlanmak gerek, kulis adabı nedir,  aksesuar kontrolü nasıl yapılmalıdır gibi oyunculuğun püf noktalarını aktarmalıyız gençlere. Biz kitaplardan daha gerçekçi anlatırız tiyatroyu diye düşünüyorum. Bizim deneyimlerimiz değerli ancak bizden yararlanmıyorlar maalesef. Alaylı geleneğimiz yokoluyor. Temenna etmeyi bilmiyor mesela gençler. Tiyatronun pratiğini ancak biz aktarabiliriz.”  Kasapbaşoğlu’nun çok yerinde bir tespitle vurguladığı gibi, ülkemiz tiyatro tarihinde “alaylı geleneği” yaşatan en önemli kurum olan Darülbedayi, bu tarihsel önemdeki niteliğini yitirmek üzere. Oysa, Darülbedayi, tarihi boyunca, dışarıdan yetenekli gençleri alıp onları kendi yapısı içinde “alaylılık sisteminde” yetiştirmiştir. Bu alaylı sanatçı yetiştirme çabasının boşa gittiği söylenemez. Bilakis, bugün, ülkemizde "iyi aktör" ya da "iyi aktrist" denilen birçok alaylı sanatçı Darülbedayi çatısı altında yetişmiştir. “Darülbedayi’nin kendi yapısı içinde kurduğu oyunculuk eğitimi sistemi, birçok yetenekli genci bugünün aranılan sanatçıları durumuna getirmiştir. Tiyatronun bu eğitim sistemi, aynı zamanda renkliliği ve yeniliğe açık bir mozaiği de sağlamıştır. Bu yapı aynı zamanda, tiyatroyu devingen bir çalışma düzeni içine itmiş ve bu yolda kendini durmadan yenileyebilmiştir.” (7) Kasapbaşoğlu’nun “alaylı geleneği” üzerine söyledikleri tarihsel bir değer taşıyor. Zira, bir Darülbedayi geleneği olarak tiyatromuzun genlerine işlemiş “alaylı geleneğin” yaşatılması hem tiyatronun özgünlüğünün korunmasına hem de dünden yarına uzanan vizyonunun gelişmesine büyük katkı sunacaktır. Tiyatronun gelişmesi ve yaygınlaşarak geniş kitlelerin sevgisini kazanması adına “turne”lerin önemine değiniyor Kasapbaşoğlu: ”Şehir Tiyatrosu’nun biraz daha yurtdışına açılması gerekir. Pek çok ülkede azımsanmayacak kadar çok yurttaşımız var, onlara temsiller götürülebilir. Yurtdışında ve özellikle tiyatro olmayan yurdumuzdaki şehirlere de turneler yapmalıyız. Devlet Tiyatrosu’nun da turneler yapıyor ama biz daha farklıyız. Bizim oyunlarımız daha çok halka hitap ediyor. Onları daha çok içine çekecek, daha sıcak, daha samimi,  bir havamız var. Halkı daha sıkı kucaklayabilen bir yapımız var bizim eskiden beri. Devlet Tiyatrosu klasikleri bizden iyi oynarlar; biz de geleneksel, yerli oyunları onlardan daha iyi oynarız eskiden beri. Alaylı geleneğinden kaynaklı olarak, hamurumuzda bu vardır bizim. Biz daha samimi bir havada oynadığımız için, halka tiyatroyu sevdirmek adına yurtiçinde daha çok turne yapmamız önemli. Mesela bir köy oyunu sahnelemiyoruz yıllardır. Ben, en son ‘Eşik’ oyununu hatırlıyorum. Göçlerin bu kadar yaygın olduğu bir ülkede, mutlaka köy oyunları, kırsal kesimle ilgili oyunlar da oynanmalı. Turnelere de çıkabilir bu tarz oyunlar ve bizim tiyatromuz çok iyi yapar bu oyunları.” Gerçekten de, bir ülkenin ekonomik ve toplumsal kalkınmasını gerçekleştirebilmesi, ancak kültürel kalkınmasını yapmış olmasına bağlıdır. Toplumsal gelişimin kültürel gelişimden ayrı tutulamayacağı gerçekliğinden hareketle, sanatsal faaliyetlerin geniş kitlelere götürülerek yaygınlaştırılmasının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Kasapbaşoğlu, turnelerin, tiyatronun kurumsallığı için olduğu kadar, toplumun tiyatro ve sanat ile olan bağlarının güçlenmesini sağlayacağını en iyi bilenlerden biri. Zira O bir Darülbedayi sanatçısı ve Darülbedayi, kurulduğu yıldan bu yana, yaşadığı tüm maddi sıkıntılara, olanaksızlıklara rağmen, bazen aylarca süren turneleriyle, bu ülkenin dört bir yanındaki insanlara tiyatro sevgisi aşılamaya, tiyatro sahnelerinden onlara bir tutam aydınlık saçmaya çabalamış bir kurum. Nitekim, bir sanat kurumunu tarihselleştiren gerçekte bir asırlık ömrü değil,  onu var eden idealleri ve ideallerine inanan sanatçılarıdır.       

Nilgün Kasapbaşoğlu, gerçek bir Darülbedayi’li olarak, idealist duruşu, özgün yeteneği ve deneyimi ile tiyatromuzun istisnai güzelliklerinden biri olarak adını tarihe yazdırıyor. 

PINAR ÇEKİRGE - YAVUZ PAK
Kaynakça:
1)    Besleme oyun tekstinden
2)    Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyun tekstinden
3)    Saadet Hanım oyun tekstinden
4)    Ertuğrul, Muhsin. “Türk Tiyatrosu’nda 60 Yıl”, Apa Ofset, İstanbul, 1969
5)    Özüaydın, Nazım Uğur.  DTCF Tiyatro Bölümü Tiyatro Araştırmaları Dergisi, s:35 Ankara, 2013
6)    Nutku, Özdemir. “Darülbedayi’den Şehir Tiyatrosu’na 100 Yıl”, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2015
7)    Nutku, Özdemir. a.g.e.

Anahtar Kelimeler: Nilgün Kasapbaşoğlu, Saadet Hanım, Yavuz Pak, Pınar Çekirge



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir