İtiraf etmeliyim ki, 2008 yılının Kasımında, O’nu sahnede ilk kez izlediğimde, neye uğradığımı şaşırmıştım. İçtenliğine, sahiciliğine kapılmıştım çünkü. Sahnede sadece uçsuz bucaksız bir illüzyon değil, bir oyuncu olarak da yepyeni bir dil yaratıyordu resmen. Rolü farklı katmanlarıyla ele alıyor ve her izleyici de apayrı serbest çağrışımlara, algılama ve okumalara neden oluyordu Oyunculuğunun dinamizmi ve gizilgücü buydu belki de. Yüzüyle, sesiyle, yeteneğiyle unutulmaz karakterler çizdi yıllar içinde zaten. Yorumu çoğu zaman kendi zamanını aştı. Kendi uzamını da. Kaliteden, estetik değerlerden ödün vermeyen oyunculuk anlayışı, rolüyle kurduğu yalın, doğrudan, çok boyutlu bağ, bir rolden diğerine öylesine değişimi, az önce dediğim gibi, kendisini aşması. Ve bütün bunları yaparken bir tiyatro neferi olduğunu hiç unutmayışı. İşte, Özlem Türkad.
Nasıl, nereden başlamalı şimdi? Kendisini tanımadan oyunculuğuna hayran kalışımdan mı? Bana, enikonu bir oyunun tüm repliklerini ezberlettiğinden mi yoksa? Saydım, o sezon; tam tamına yirmi dört kez, gözümü kırpmadan, hiç bitmese direrek, izlemişim “ Bernarda Alba’nın Evini”.
”Bernarda Alba’nın Evi”nden çıktığımda, hani neredeyse Lorca’ nın Martirio rolünü Özlem Türkad için yazdığını inanmıştım, biliyor musunuz? Dahası, oyunu ilk izlediğimde, bahsetmiştim, oyunculuğu o kadar inandırıcıydı ki, öyle olmadığını anlayana kadar, onu gerçekten kambur sanmıştım.
Hatırlıyorum; Sahnenin ortasındaydı başını öne eğmişti. Ve alkışlar. Herkes ayaktaydı !
İçgüdü, teknik, sezgi ve tutkuyla sahnedeydi. Tiyatro oyunculuğunda görmenin, duyumsamanın anlamı, kendi dışına çıkmak, sentez ve analiz gücüyle, sahne hakimiyetiyle tam karşımdaydı.Her canlandırdığı karakterde iç dünyalara iniyordu, derine, daha, daha çok derinlere.O karakteri her zerresinde, yüzünde, teninde, ruhunda hissediyordu.O rolün nefesini duymak adına..o rolü varetmek adına. Feraset Bacı. Ve Jüliet. Pudulpeha, Lamassi, Polüksena, Ihlamur, Ayşe Sultan, Eftalya, Kantocu Seniye. Ya da Rukiye.
İki bin beş yüz yıl öncesinden gelen bir ses gibiydi sahnede. Bir beden. Evet, evet bir duygu seli.
Gün hızla akşama akıyordu. Hava daha da alçalmış, yağmur başlamıştı. Fonda Peer Gynt suiti.
Martirio yutkundu. Gözlerinde tarçın rengi gölgeler uçuşuyordu. Bakışlarının içinde çocukluğunun asla dönüşü olmayan o eski tatları, özlemi vardı belki de. Hayatındaki her şey şimdilikti artık. Gözleri doldu, gözyaşları yanaklarından aşağıya sessizce yuvarlanıyordu, ama çabucak sildi, gülümsemeye çalıştı zorla. Yaprağın üzerindeki çiğ tanelerinin taze serinliğini hissetti yeniden.
Anı belleğimde geriye sayım hızlanmış olmalı yine, az önce sayfaları karıştırırken fark ettim, ”Tarla Kuşuydu Jüliet”in perde arasında not defterime şöyle yazmışım: “Özlem Türkad’ın, sahnede rolüyle ve diğer oyuncularla kurduğu duygusal bütünlük, ruh beraberliği ve seyirci birlikteliği öylesine güçlüdür ki, izleyici kendini, giderek piyesin tam içinde algılamaya başlar. Kuşkusuz safkan bir oyuncunun kendine özgü bir yorumu olması için, bilinen, alışılagelmiş kalıplardan farklı kendine has bir sahne diline sahip olması gerekmektedir. Bana göre Özlem Türkad’ın farkı işte bu noktada başlamaktadır. Mücap Ofluoğlu’nun şu sözlerinin ona yakışacağı kanısındayım: ‘Her şey olmak istiyordum. Yalnızca sahnede her şey olabilirsiniz.’
Ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelir Özlem Türkad. Televizyon programlarından mı, etkilenmiştir, bilinmez ama, daha henüz tiyatro nedir anlamayacak olduğu yaşlarda bile, büyüyünce hangi mesleği seçeceğini soranlara, ısrarla ve inatla ille de oyuncu olacağım, der dururmuş. Zaten sonrasında da başka hiçbir mesleği hayal etmemiş. Ve bir sır vereyim mi, ilk, orta, liseyi sadece ve sadece konservatuarda eğitim almak için okumuş. Hele, lisede ne yapar eder, bir yolunu bulup gizlice okuldan kaçar, Musahipzade Sahnesi’ndeki oyunları izlermiş heyecanla. Bir öğrenci olarak devamsızlık süresini son gününe kadar, kullanmış, anlayacağınız. İyi de, kızlarının oyuncu olmaya bu kadar kararlı olması ilk zamanlarda ailede bir takım haklı endişelere neden olmuş ister istemez. Salt oyunculukla geçinemeyeceğini söylemişler. En doğrusu okuyup, bir meslek edinmeli, sonrasında, eğer hala arzu ediyorsa, hobi olarak oyunculuk? Neden olmasın ki? Ama önce doğru dürüst bir işi olmalıymış. Nasıl derler, bir altın bileziği.
“Lisede okurken Tevfik Gelenbe Tiyatrosu’nda çocuk oyunlarında küçük roller aldım. Bir süre Kadıköy Halk Eğitim’de tiyatro kurslarına katıldım.”
“Ne yazık ki, ne Mimar Sinan ne de İstanbul Devlet Konservatuarı sınavlarında başarılı olamadım. 1997’de Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne başvurdum. Doğru hatırlıyorsam, 470 kişi katılmıştı sınava, 15 kişi kabul edildi. Ve 5 kişi olarak mezun olduk. Güzel bir dönemdi. Çok değerli hocalarımız vardı. Müjdat Gezen, Mustafa Alabora,Erol Keskin, Aliye Uzunatağan ve tabii Savaş Dinçel.”
“ Savaş Dinçel her zaman ustam olmuştu, diyebilirim. Sadece oyunculuğuyla değil, yazarlığı, yönetmenliği, çizgileri, hayata bakışı, insanlığıyla da. Ondan bugün bile öğrenilecek o kadar çok şey olduğunu biliyorum ki. Herkesin oyunculuk sürecinde kendi yolunu bulup, o yolda ilerlemesi görüşündeydi. Ne bileyip, derslerinde, sahneye çıkıp, şöyle oynayın, böyle durun demedi hiç. O’ndan aldıklarımızla kendimiz geliştirdik yöntemimizi. ’Meraklısına Öyle Bir Hikaye’yi sekiz defa izlemiştim. En sonunda, bir gün kuliste yanıma gelip, ‘ Ne o hala oyunu anlamadın mı? ‘ diye takılmıştı bana.”
”Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde eğitimim devam ederken, Engin Alkan’ın önderliğinde kurulan MSM Oyuncuları’nın kadrosuna dahil oldum. ‘Lysistrata’, ‘ Oz Büyücüsü’ gibi oyunlarda rol aldım.”
”2001-2002 Tiyatro Sezonunda, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda Engin Alkan’ın yönettiği, Güngör Dilmen’in ‘Ben Anadolu‘ oyunuyla, yevmiyeli oyuncu olarak, göre başladım. Sonrasında, Haldun Dormen’in ‘Kantocu’ müzikalinde yer aldım. Ve yine Engin Alkan‘ın yönettiği ‘Bernarda Alba’nın Evi’ geldi sonra.”
2009 Mayısında Özlem Türkad ve “ Bernarda Alba’nın Evi” için yazdığım bir yazıyı buldum az önce: “Bernarda Alba’nın Evi, bana göre, başlıbaşına bir oyunculuk resitaliydi. Martirio’nun yaşadığı cinsel sarsıntılar, bastırılmış, hep tutsak edilmiş, yasak arzuları.İşte bu alacalı, ufunetli iç dünyayı sergiliyordu Özlem Türkad sahnede. Yapaylıktan, abartıdan uzak dupduru oyunculuğuyla. Martirio rolüyle kolay silinmeyecek bir imza atmıştı tiyatro tarihimize. (Sahi, bir oyuncunun kariyerinde kaç kez oluşur böylesi bir şans?)
Yetmiş küsur yıl öncesi. İspanya.Bernarda Alba’nın evinde sekiz sene sürecek bir yas vardı.Sokaktan hava bile sızmayacaktı içeriye.Kapılar, pencereler tuğlayla örülmüş gibi yaşanacaktı. İlk eşinden bir, ikinci eşinden dört kızı, iki hizmetçisi ve annesi ile birlikte yaşayan Bernarda Alba, bizim Aliye Rona’dan daha sert, daha ödün vermez bir kadındı. Dediğim dedikti. Hayat, Bernarda’nın evinde hiç kimse için kolay değildi. Zaten o kadar çok ‘ keşke’ ve ‘ belki’ vardı ki geçmişlerinde. Tenleri çürüyordu, pas yürümüş duvar çivileri gibi.
Angustias, Magdalena, Adela, Amelia, Martirio. Bir girdaba doğru sürükleniyorlardı. Öfke büyüdükçe daha çok can yakıyordu.Gün gelecek bu korkunç hesaplaşmanın bedeli son derece hunhar ve acımasız olacaktı herkes için. Martirio. Çaresizdi. İçine sığınmıştı. Savunmasız yanlarını kalın örgülerle çevirmişti. Kalbinin bir köşesinde nakışladığı erkeklerin tümüydü belki de Pepe el Romano.Yarım bırakılmış, eksik tarafıydı. Zamana yayıp ehlileştirdiğini sandığı korkularıyla, içgüdüleriyle ilk ne zaman yüzleşmişti Martirio?
”En iyisi hiçbir erkeğe bakmamak. Çocukluğumdan beri hep çekinmişimdir erkeklerden. Ağılda erkeklerin öküzleri koştuklarını, buğday çuvallarını kaldırdıklarını, bağırışıp çağrıştıklarını görürdüm ve hep büyüyünce bunlardan birinin beni aniden kucağına alacağını hayal edip korkardım.” Yasak tutkuları dizginleyen korkular. Uykusuz geçen, yorgun, ıslak geceler. Pepe El Romano’nun gizlice aşırılmış bir fotoğrafı.
”İstersen sana gözlerimi vereyim, benim gözlerim daha genç, sırtımı da vereyim istersen kamburunu düzeltirsin.” Adela’nın bu sözleri jilet kesiğiydi teninde. Evet şişmandı, kamburdu, hırsını yemek yerken alıyordu. Yünleri atarken alıyordu. Öfkeyle vuruyordu elindeki sopayı yünlere. Hüzün kuşlarını kanıyla besliyordu. Öfkeliydi. Hırçındı. Kin doluydu.
Bernarda - Doğru mu?
Martirio - Doğru.
Bernarda - Terbiyesiz seni. İkiyüzlü ! Fesat !
Martirio - Bana vurma anne.
Bernarda- Seni öldürmek geliyor içimden! Martirio Öldür bakalım! Duyuyor musun? Çekil şuradan! (1)
İsyanı taşmıştı. Sırtına çarpan bastonla, yüzüne yansıyan nefreti, kıskançlığı, içinde sakladıklarını, itiraf etmekten kaçındığı duyguları ortaya çıkmıştı. Gözünden tek damla yaş düşmemişti. Yaşlar kirpiklerinin ucuna dek gelip, durmuştu o an.
Martirio - Sen sevinesin diye ağlayacak değilim ya.
Bernarda- Niçin o resmi aldın ?
Martirio - Kardeşime şaka yapamaz mıyım? Başka ne için alabilirim ki?
Adela - Şaka değildi, sen hiç şakadan hoşlanmazsın. Yüreğindeki fırtına çıktı ortaya. Açıkca söyle.
Martirio - Sus, beni konuşturma, eğer konuşursam utancından duvarlar yıkılır. (2)
İçini çekti Martirio, biraz daha yaşlı, biraz daha yalnız hissetti kendini. Öfkeliydi.
Martirio - Ağzımı açmadığıma şükret. Adela- Ben de konuşurdum.
Martirio- Peki ne derdin? İstemek başka yapmak başka!
Adela- Ben çıkarım için elimden geleni yaparım. Ya sen, yapmak istiyorsun ama beceremiyorsun.(3)
Hatırlıyorum, sahnede ilk görüldüğü andan itibaren Özlem Türkad acı, matem ve kıskançlığa ruh üflüyordu adeta. Martirio Özlem Türkad ile gövdeleniyor, hayata karışıyor, trajedisini çığlığa dönüştürüyordu. Çektiği hasrete bir aksisedaydı tenindeki ürperişler. Ne varsa insana dair, insana mahsus, insana özel hepsini tek tek ortaya dökme zamanıydı. İşte bu noktada safkan bir sahne büyücüsüydü Özlem Türkad. Gerçek, yalın bir tragedya oyuncusu.
Özlem Türkad yaralı, cılk yaralı bir kimliğe kan, can veriyordu oyun süresince. Tiyatro sanatına olan borcunu sadece bu kompozisyonla bile ödediğini söylemiştim Özlem Türkad’ın. Laf aramızda korkmuştum da, ”bundan sonra ne yapacak, başka ne oynayabilir,” diye endişelenmiştim.
”Bernarda Alba’nın kızı Martirio’nun esrikliğini yaşadığım günlerin birinde ”İstanbul Efendisi” nde arap bacı Feraset rolünde Özlem Türkad’ı yeniden izlediğimde ne kadar yanıldığımı anladım.
2007- 2008 Sadri Alışık Ödüllerinde Yardımcı Kadın Oyuncu ödülüne, 2007-2008 Lions Yardımcı Kadın Oyuncu ödülüne ve Bedia Muvahhit Ödülü’ne , Direklerarası En İyi Kadın Oyuncu ödülüne değer bulunmuştu Özlem Türkad. “Yerma”da, “Eskici’nin Tazesi”nde izlemek isterim Özlem Türkad’ı. İlle ” Çöl Faresi”, ”Tırpan”, ”Otelci Kadın” da. Hani herhangi bir anda her şey yavaşlar, adeta ağır çekime dönüşür ya? Martirio öylesine etkiledi beni.Gözlerinde hüzün vardı, en derininden. Yüzü parçalanmıştı. Sabah kırağısı inmiş çiçekler savruluyordu dört bir yana. Adressiz bir yabancıydı Martirio. Yağmurun çürüttüğü pencere pervazlarına takılı kalmış bir kağıt parçası. Belki bir fotoğraf. Martirio bir başka parantezdeki tekrarım mıydı..gerçek miydi bütün bunlar? Artık ne önemi var? 2009- 2010 Tiyatro Sezonu’nda Özlem Türkad’ı yine ayakta alkışlayacağız. Özlem Türkad bir kez daha, Nur Sabuncu, Lale Oraloğlu, Perihan Tedü, Gülistan Güzey, Ayfer Feray, Şükriye Atav, Şehime Erton,Nevin Seval, Şevkiye May, Nezihe Becerikli, Muazzez Kurtoğlu’ndan aldığı bayrağı en önde taşımaya devam edecek.
Şimdi düşünüyorum da, Haldun Taner’in “Sahnede söylenenler, perdeye asılıp kalır, sonra yok olup gider” cümlesine karşın, bazı oyunlar, oyuncular unutulmuyor, yaşadıkça belleğimizin, ruhumuzun bir köşesinde, taptaze kalıyor ve adeta bizimle yaşamaya devam ediyor.
“Martirio zor bir karakterdi. Sevilmemek, dokunulmamak, güzel bulunmamaktan yana kabul bağlamış gibiydi içi. Mutsuzdu. Ancak ilk anlarda, çok büyük bir tehlikeyi, oyuncu olarak düşebileceğim çıkışsız tuzağı, fark edebildim. Martrio’yu sevmiş, empati duymuş, ona ister istemez acımıştım. Ve asıl bahsettiğim tehlike, işte tam da bu noktada başlıyordu, karakteri izleyiciye hoş göstermek gibi, farkında bile olmadan bir çaba gösterebilirdim. Aslında her tekst ta en başından karaktere bir yol çizer.Oyuncu o çizilen yolu genişletir ya da daraltabilir.Yani fazla boyut katarak, ya da olması gerekenleri yok sayarak son derece adaletsizce davranabilir canlandırdığı karaktere.İşte ben bu oyunda oyunculuktaki hakkaniyetli deneyimledim.”
“Üç dört sene devam eden ‘ Lay Lay Lom’ adlı çocuk oyunu ve yine Engin Alkan’ın yönettiği ‘İstanbul Efendisi’, ’Tarla Kuşudu Juliet’. Her iki oyundan da büyük keyif aldığımı söyleyebilirim..mutlu olarak çalıştığımız yapımlardı. ’Tarla Kuşuydu Juliet’e hazırlanırken bateriyle üç parçayı çalmayı, gitarla iki şarkıya eşlik etmeyi öğrendim.”
“ Oyun yaşayan bir organizmadır gerçekte. Büyüyen, bölünen, parçalanan, tekrar doğan, sürekli devinen bir organizma. Haftada matine suare yedi oyun oynadığımız günler oluyordu. Tabii, ki bu tempo oyuncuya deneyim kazandırıyor. Burada belirtmem, gereken perde açılmadan fabrika ayarlarına geri dönüp, kendimizi tam olarak sıfırlamamız, duygusal, fiziksel tüm sorunlarımızı geride bırakmamızın önemli oluşu. Tiyatro koskocaman bir varlıktır, bir duygudur. B enim bir parçamdır.” “ Buğulu bir pencere camına ilk ne mi yazarım? Sevgi... Evet sevgi diye yazarım. Tek sözcük.”
“Yedi Numara”, “Yerden Yüksek” ve Özlem Türkad’ı bir anda fenomen haline getiren “Seksenler” adlı televizyon dizileri, “Berlin Kaplanı”, “ Beyneminel” adlı iki film çalışması. Hepsi iyi de, Özlem Türkad’ı tiyatro sahnesinde görmeyeli epey zaman oldu. Artık bu hasret bitse, diyorum.
“Sahne heyecanını, provaları, özledim. Düşünsenize altı, yedi sezon geçmiş aradan. Ancak iyi bir proje olmalı. Şöyle oyuncu olarak beni yoracak, dişimi kamaştıracak, gözümü alacak, canımı acıtacak, beni mutlu edecek bir rol…”
Bilgiye, birikime, yetenek, çok çalışmak ve düş gücüne dayalı, yankılı oyunculuğu, yorum anlayışı bir bütün olarak ele alındığında Özlem Türkad, hiç kuşkusuz Türkiye Tiyatrosu için gerçek bir değer olarak, son derece önemli isimlerden biridir. Sahnede saçtığı ışıkla izleyicisini alıp götüren…
Yedi sene önce, Eprahim Kishon’un yazdığı, Engin Alkan’ın yönettiği “ Tarla Kuşuydu Juliet”i ilk izlediğim akşam yazdığım satırlara göz attım yeniden: “Engin Alkan ve Özlem Türkad.Bu iki yetenekli ve güçlü sanatçı, söz götürmez bir ustalıkla izleyiciyi büyüleyip, sürükleyen kompozisyonlarla Jüliet ve Romeo’ya hayat yeniden veriyorlar. Bir yanda gerçekçilik, öte tarafta düşsel bir dil etkili bir içiçelikle yansıyor sahneye. Kahkahadan gözyaşına giden şiir, neş’e, hüzün dolu bir oyun. Ahh, bir kez aşk molekülleri eskimeye görsün. “Tarla Kuşuydu Juliet”in zevkle seyredilmesini, rol alan sanatçıların olağanüstü başarıları sağlıyor. Özellikle Özlem Türkad Engin Alkan, Çağlar Çorumlu, Murat Bavli’nin sergiledikleri kelimelere sığmayan güzellikteki sanat gösterisi kaçırılırsa yazık olur.
Jüliet rolünde, sahne sempatisi açısından da virtüözlüğe erişmiş bir Özlem Türkad var sahnede.Seyirci, “ Bernarda Alba”dan sonra, bir başka Özlem Türkad resitalini daha ayakta alkışlıyor. Özetle, “Tarla Kuşuydu Juliet” sahneye konuşu, oynanışıyla kutlanması gereken bir sanat çabasının ürünü.Ve kuşkusuz sezonun en iyilerinden biri olmaya aday.”
Perde Arkası: Tiyatroya Dair Bir ÖZLEM Hikayesi
Özlem Türkad, sahnelerde yeteneğiyle adından övgüyle söz ettirerek başarıdan başarıya koşarken, tiyatroya ve sanata bakış açısıyla da tiyatro tarihimizde farklı ve özgün bir yer buluyor kendisine.
Türkad için oyunculuk, kendisini tekrarlayan, tipolojik bir tekliğe ve karakteristik bir tekdüzeliğe mahkûm edilmemesi gereken, deneyimlerle birlikte yeniliklere ve sürekli gelişime ve değişime tabi uzun bir yolculuk: “Bir oyuncu komedi ya da dram arasında ayırım yapmamalıdır. İkisinin de çok farklı ve doyurucu süreçleri vardır kendi içlerinde başlayıp biten. Ben o kadar aç gözlüyüm ki, herşeyi oynamak istiyorum: En komik kadını da, en aristokratı da, en zavallıyı da, en korkunç kadını da. En çok dişimi kamaştıran roller katmanlı rollerdir. Komedi tekstlerinde genellikle tipe yakın, karakter derinliği olmayan roller yazılır. Ama ben oyuncu olarak, komedi tekstlerinde canlandırdığım rolleri de mümkün olduğunca katmanlandırmaya, biraz kendime özel kılarak onları çoğaltmayı seviyorum. Bazen yüz defa da oynasam seyircilerin anlamayacağı kadar küçük katmanlar katmak, sadece benimle rol arasında olsa da, oyunculuk tatminimi katmerlendiriyor ve büyük keyif veriyor bana. İçimizdeki farklı ruh hallerini yansıtabileceğimiz pekçok karakter var. Her rolde seyirciyle güçlü bir etkileşim kurmak oyuncuyu zenginleştirir ve geliştirir. Kendi içinizdeki yolculuk kadar bu etkileşimi yakalamak ve bütünleşmek çok önemlidir.” Peter Brook, oyuncunun gösterim sırasında kurabileceği olası ilişkileri tanımlarken Türkad’ı doğrular: “Tiyatro belki de sanatların en zorudur, çünkü üç bağlantı, eş zamanlı olarak ve mükemmel bir uyum içinde gerçekleştirilmelidir: oyuncunun kendi iç dünyasıyla ve seyirciyle olan bağlantıyı eşzamanlı olarak kurabilmesi gerekmektedir. Dramatik canlandırmada oyuncunun yaptığı, bu ilişkilerden rolle olan ilişkisini en başa, seyirciyle ilişkisini de en sona koymaktır. Bir başka deyişle, dramatik bir üslup benimsenmişse, oyuncu için rol kişisi ile bağlantısı birincil, seyirciyle olan bağlantısı ikincil olacaktır ancak bu bağlantılar aynı zamanda birbirlerini eşzamanlı olarak desteklemelidir. Oyuncunun tiyatral gösterim sırasında içinden geçtiği temel ilişkiyi aktaran Brook, iki ayrı gerçeklik katmanında aynı anda varolabilme özelliği ile oyuncuyu olumlar. Ona göre oyuncunun hüneri bu farklı ilişki biçimlerini aynı anda deneyimleyebilmesi, dolayısıyla iki ontolojik zemine eşzamanlı olarak ayak basabiliyor olmasıdır.” (4) Temsilin gücü, temsilî niteliğini ne kadar ustalıkla gizleyebildiği ile ölçülür. Yani, dramatik temsil, anlatının ifade biçimlerinden doğrudan sunuma dâhil edilebilir; fakat bunu ancak doğrudan [-mış gibi] olanı doğrudan olma iddiasıyla sunarak gerçekleştirebilir. Tiyatral olanın kendisinin de çok katmanlı olduğunu biliyoruz. Bu noktada anlatısal olan ile tiyatral olan arasındaki akrabalık bağı öne çıkar. “Jiri Veltrusky, Oyunculuk Göstergebilimine Katkı başlıklı yazısında sahneleme olayı (acting event) ile sahnelenen/canlandırılan olayı (enacted event) birbirinden ayırır. Bu iki olay, tıpkı anlatısal olanda olduğu gibi, tiyatronun dünyası ile oyunun kurmaca evrenini, birbirinden farklı iki ontolojik zemin olarak anlamamızı sağlar. Dolayısıyla, oyuncunun gerçekçi gibi görünmekten ziyade, kelimenin tam anlamıyla gerçek olma becerisini sergilediği anlardır.” (5) Türkad’ın oyunculuk anlayışı, bu gerçekçiliği de içine alan ve mevcudiyetin oyuncunun bedeninde iki süreci birleştiren, oyuncunun aynı anda iki beden olabilmesini öngören bir anlayış olarak O’nun başarısının temelini oluşturuyor.
Türkad, oyunculuk anlayışının ve biçeminin şekillenmesinde tiyatro tarihimizin unutulmaz ustalardan olan Savaş Dinçel’in etkisini şu sözleriyle özetliyor: “Savaş Dinçel benim oyunculuğumda çok büyük etkisi olan bir ustadır. O, herkesin oyunculukta kendi yolunu keşfetmesi gerektiğine inanırdı ve sadece bunun önünü açmaya çalışırdı. İşte bahsettiğim çok yönlü ve katmanlı oyunculuk anlayışı da Savaş Hoca’dan öğrendiğim bir şey. Özgürlüğün Bedeli oyununda canlandırdığı kötü bir İspanyol subayı karakterini solak olarak oynayacağını söylediğinde ne demek istediğini anlamamıştık ama oyunu izlediğimizde anladık. Karakteri öyle bir yere çekmişti ki, klişe kötü adam kalıplarını yıkan ve pozitif, kendi içinde doğruları olan, özgün bir kötü adam ortaya çıkmıştı. Büyük bir risk almıştı ama bambaşka bir kötü adam yaratarak tarih yazmıştı adeta.”
Öte yandan, Özlem Türkad, tiyatrocuların ve genel olarak kamu kurumlarında çalışan sanatçıların sorunlarına parmak basıyor:“Şehir Tiyatroları’nda hiç kadrolu olmadım. Yevmiyeli olarak çalıştım. Hizmet alımı çerçevesinde figürasyon kadrosunda idim ve 37,50 TL yevmiyem vardı. Acıbadem’dem bir apartmanın altından temizlik firması adına benzer isimle faaliyet yürüten bir firmada her sezon sözleşme imzalıyorduk. İhale usulü alınıyorduk yevmiyeli olarak! Oyun ve prova başına yevmiye alıyorduk, oynamadığımızda yevmiyemiz yoktu haliyle. Yani yazın para kazanamıyorduk, sadece sezonda oyun ve prova olursa kazanabiliyorduk. Benim şansım çok oynayan oyunlara denk gelmek olmuştu.” Modernliğin çözüldüğü ya da düpedüz sona erdiği zamanımızda, emeğin niteliğinde, entelektüel ve fiziksel (gayri maddi ve maddi) öğelerinin bileşiminde, emek süreçlerinin örgütlenmesinde ve işbölümünde yaşanan dönüşümler yeni bir çağın yapılanmasında ve kaçınılmaz olarak sanat dünyasında da etkili oluyor. “Zamanımızda, "toplumsal refah ve adalet" politikalarının terk edilmesi sonucu yaşanan derin yoksullaşma ve yoksunlaşma süreci sanatsal üretimin tüm veçhelerini etkiliyor. Esnek üretim biçimlerinin ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşmasıyla çalışanlara güvencesizlik, eğretilik, gelip geçicilik, geleceksizlik ve belirsizliğin dayatılması sanatçıların yaşam standartlarını da olumsuz olarak etkiliyor. Neo-liberalizmin tüm dünyayı vahşi kuralları ile kuşattığı globalizasyon çağında, Fordist üretim tarzının terkedilmesiye birlikte, kamusal alanda da tam zamanlı, kadrolu, sosyal hakların tanındığı ve işgüvencesinin olduğu çalışma sistemi terk ediliyor. Kamudaki taşeronlaştırma süreci, merkezi ve yerel kamu kurumlarında çalışan sanatçıları da sosyal ve ekonomik anlamda tarihlerinde hiç görülmediği kadar zor koşullara mahkûm ediyor.” (6) Devam ediyor Türkad: “Tabii ödüller almış, başarılı bir oyuncunun kadrolu olmayışı ayrıca düşündürücüdür. Hâlâ aynı sıkıntıları yaşayan arkadaşlarımı gayet iyi anlıyorum. Bir işçi kadrosu verilmişti bir dönem, sonrasında kadronun esamesi okunmadı. Benimle birlikte bir grup arkadaşımızın isminin olduğu bir liste vardı. Şehir efsanesi gibidir zaten bu durum; her zaman bir liste vardır, kadro onayı bekler durur yıllarca. İşte öyle bir listede adım olduğunu bildim sadece. O kadar. Ama unutmamak gerekir ki, ortada ciddi bir emek süreci vardır. Aylarca süren prova ve yıllarca sürebilen oyun süreçlerinde büyük bir emek harcıyor tüm oyuncular ve bu emeklerinin karşılığını almak, yaşamlarını oyunculukla idame ettirmek meslektaşlarımın hakkı.” Türkad’ın özetlediği çalışma koşulları, sanat üretiminin ve sanatsal yaratıcılık ve deneyselliğin aşırı derecede esnek çalışma koşullarına tabi kılınmasını, sanatçıların işgücünün diğer kesimleri gibi, genelde birden fazla işte çalışmaya ve yıllık maaş yerine saat başı ücret usûlüyle çalışmaya itiyor. Metalaştırılarak popüleştirilen ve ticarileştirilen sanatsal ürünlerin hakim olduğu “sanat piyasası”, gerçek sanat ürünlerinin ve emeğinin kapitalizm için verimsiz ve hatta gereksiz ilân edilmesine ve sanatçıların büyük çoğunluğunun ağır sömürü ve yoksulluk koşullarında yaşamalarına neden oluyor.
Her ne kadar, sanatçıların maddi koşullarının olumsuzluğu sanatsal üretimlerine dolaysız biçimde yansısa da, Türkad gibi sanatlarına aşık sanatçılar için bu zor koşullar altında dahi sanatsal üretimlerine büyük bir özveri ve cesaretle devam etmek, bir varlık nedeni ve yaşam biçimi adeta: “ Şehir Tiyatroları’ndan ayrılmamın kadrosuzluk ya da maddi sıkıntılarla ilgisi yoktu. Tamamen kişisel sebeplerle ayrıldım Şehir Tiyatrolarından. Çok sevdiğim bir işi yaptığım için para ödenmesi bana tuhaf geliyordu zaten. Hiç para ödenmese de ben sanatımı yapmaktan son derece mutlu olurum. Çünkü ben tiyatroya aşığım. Kaldı ki, tiyatrodan kazanılan para çok bereketlidir. Kira da ödenir, fatura da ödenir, kendinize küçük hediyeler de alırsınız. O para küçük de olsa bereketi büyüktür.” Gerçekten de, sanatın, piyasanın genel yasaları altında metaya indirgenmesi mümkünse de –ki çoğu durumda fiilen indirgenmektedir– onu ortaya çıkaran emek yine de özel bir emek türüdür ve sanatçı ile eseri arasında çok güçlü ve sarsılmaz bir bağ vardır. “Sanatın ve sanatsal yaratıcılığın istisnai olduğunu düşünmeyen hiçbir modern düşünür yok gibidir: Shaftesbury, Friedrich Schiller, Hegel, John Dewey, Theodor W. Adorno, Clement Greenberg vs. Bu düşünürler sanatı sadece güzelliğin deneyimlenmesi veya ifade edilmesi olarak, ya da dehanın bir ürünü olarak görmemişlerdir: sanatın özgürleşme fikriyle iç içe geçmiş ve insanları uyandırıp cehaletten ve kölelikten kurtarma gücüne sahip olduğu düşünülmüştür. Tarih boyunca gerçek sanatçılar, sanatlarına idealist bir biçimde bağlanmış, sanatlarını maddi yaşam koşullarının tüm olumsuzluklarına taviz vermeden savunmuş ve yaşatmışlardır. İşte bu nedenle, sanatın ve sanatçının istisnai gücü sadece ürettiği nesne veya deneyimde değil, sanat pratiğinin hayata geçirdiği değişim, dönüşüm ve yaratım süreçlerinde yatar.” (7)
Özlem Türkad, oyunculuk anlayışı ve tarzı kadar, oyunculuğun toplumsal ve kişisel algısına da farklı bakabilen bir tiyatro insanı. Tiyatro ve sinema oyunculuğundaki başarıları ile “ünlü” olmasına rağmen, O’nun için şöhret karşılığı olmayan bir kavram: “Tanınıyor olmak, hayatımda çok yer tutan bir şey değil. Çok umurumda olmuyor benim tanınmak. Öyle yaşamayı seçmedim hiç. Toplu taşımaya binerim, pazara giderim herkes gibi. Çok insan çeviriyor yolda yürürken. Birileri tarafından sevilmek, onaylamak çok güzel bir duygu ama benim hayatımda bir önceliği yok bu durumun. Özellikle televizyon dünyasında birden parlayan genç arkadaşların şöhretin getirdiği başdönmesinden korunmaları gelecekleri için çok önemli. Az bir emekle büyük bir şöhret oluştuğunda çoğunlukla kısa sürede sönüp gidiyor ve yazık oluyor gençlere. Sanat icra etmek yerine şöhret olmak için yola çıkıldığında büyük hayalkırıklıkları yaşanabiliyor maalesef. Sahne çok daha dürüst bir alandır ve şöhret olsanız da yeteneğiniz ve birikiminiz yoksa, kötü oyunculuğu kusar.” Popüler kültürün toplum üzerindeki etkisini anlamak için çok önemli bir boyut olan şöhret olgusunu incelerken evrensel bir saptamayla yola çıkmak önemli. Soyluluğun ve kraliyet ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasının aileden gelen şöhret statüsünün önemini azalttığı, buna karşın sıradan insan ideolojisinin yüceltildiği modern toplumlarda, en azından teorik olarak, her bireyin toplumda yükselme ve "önemli insan" statüsü elde etme şansı vardır. Sınıfsal ayrıcalıkların ortadan kalkmayıp yalnızca biçim değiştirdiği çağımız toplumlarında kimi sıradan insanlar, sahip oldukları yetiler, meziyetler ya da fiziksel özellikler sayesinde şöhret statüsüne ulaşma şansı elde edebilirler. Günümüz medyasının boyutları, kazanılmış şöhretin yerel düzeyden çıkıp bütün dünya ölçeğine kadar yayılabilmesine imkân tanır. Andy Warhol'un dediği gibi: "Herkes bir gün on beş dakikalığına şöhret olabilecek!” Türkad’ın ısrarla reddettiği “şöhret” kavramı, gerçekte sanatın kendisiyle değil, metalaştırılmasıyla ilgili bir sürecin ürünüdür. “Kapitalist örgütlenme, insanların hem arzulayan nesneler, hem de arzu nesneleri olmalarını gerektirir. Çünkü ekonomik büyüme meta tüketimine, kültürel bütünleşme de toplumsal cazibe bağlarının yenilenmesine bağlıdır. Şöhretler, meta tüketimi sürecini insanileştirirler. Şöhret kültürü, insan duyguları pazarını yapılandırmanın başlıca düzeneği olarak ortaya çıkmıştır. Şöhretler, tüketicilerin onlara sahip olma arzusu duymaları anlamında metadırlar. Bu toplum aynı zamanda kazananlardan çok kaybedenler yaratır. Günümüzde şöhret yarışı yaşamın alanlarında öylesine yaygındır ki, başarısızlığı yaşamak, başarıya ulaşmış şöhretler haline gelemeyenlerimiz için acı vericidir.” (8)
Özlem Türkad, sahiciliği, samimiyeti, birikimi, mesleğine dair azmi, ayrıksı yeteneği ve etik duruşuyla tiyatro dünyasında farklı bir yere sahip. Gölgelerin, sahiciliği ve gerçekliği ele geçirdiği günümüzde, sahnede ete kemiğe bürünmeyi, yaşattığı karakterle ve tiyatroya olan tutkusuyla sanatsal kudretini hakikate kanalize etmeyi başarmış bir oyuncu Türkad... Yaşanılan tüm olumsuzluklarına rağmen, avucunda sımsıkı tuttuğu tiyatro aşkıyla sahneye düşen karanlık gölgelerin arasından sıyrılıp yüzünü ışığa, iyiye ve güzele dönen tiyatro meleği…
PINAR ÇEKİRGE - YAVUZ PAK
Kaynakça:
Anahtar Kelimeler: pınar çekirge, yavuz pak, özlem türkad
0 Yorum