MAKALELER

Gülay Say İle Netoçka Üzerine

2017.12.06 00:00
| | |
7349

24 Kasım 2017 akşamı, Yabancı Sahne’nin kuruluş yıldönümünde, “ Netoçka Nezvanova”nın prömiyerindeydik.
“İsmi Fyodor Mihayloviç Dostoyevski olan şahıs… 1849 tarihinde, yüce devletimiz ve ulu Çarımız II. Nikola’ya karşı aleni bir, propagandaya karıştığı gerekçesiyle tutuklanıp, ölüme mahkum edilmiştir… Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, halen yazmakta olduğu Netoçka Nezvanova isimli romanın, devlet, millet, din ve ahlâk aleyhinde ne gibi unsurlar bulundurduğuna dair soruşturma yürütülebilmesi için romanın yazıldığı kadarına el konulmasına karar verilmiştir… Kısacası, bu hikâye, Çar II.Nikola tarafından sonlandırılmamıştır…”
 
 
24 Kasım 2017 akşamı, Yabancı Sahne’nin kuruluş yıldönümünde, “ Netoçka Nezvanova”nın prömiyerindeydik. Bu arada hemen belirtelim, oyun sonrası Gülay Say’dan öğrendik ki, Netoçka daha önce Londra ve Rusya’da da sahnelenmiş. Bu demek oluyor ki, Netoçka dünyada üçüncü kez Türkiye’de izleyiciyle buluşmakta. Hem de öyle bir buluşma ki ! … 
 
Oyunun daha en başından; lirik bir akış içinde, sade, abartısız, ticari ucuzluklara taviz vermeyen bir tiyatro anlayışıyla ele alındığını hissetmemek, elde değil.
 
Gülay Say Netoçka Nezvanova'da, duygudan duyguya geçişlerde yetkin oyunculuğunu adeta zirveye taşıyor ve gerçek anlamda üst düzey bir başarıya imza atıyor. Zafer Aktun, hiç kuşkusuz, beden dili, tepkileri, tüm tonlama ve mimikleriyle kusursuz bir oyunculuk sergiliyor. Bakışlar, susuşlar, duygusal sarsıntılar tümü mücevher gibi işlenmiş, incelikli iki oyunculuk gösterisine dönüşüveriyor bir anda. Sahnede her ayrıntı, her replik, her duruş. Kısaca herşey o kadar doğal ve sahici ki…
Etkili anlatım ve yorumları, dinamik rejisi, sahneye taşınmasındaki zarafet, Deniz Hamzaoğlu’ndan bir kez daha, ‘”bambaşka bir çağdaş tiyatro dili, çok başarılı bir tiyatro edebiyatı metni”. Yaratıcılık. Estetik bütünlük. Çarpıcı replikler. Baştan sona, soluğu daralmayan bir sahne hakimiyeti. Hünerli bir müzik ve kareografi tasarımı. Ya da bir tiyatro hadisesi…
 
Bu hadisenin sadece estetik veçheleri değil, düşünsel veçheleri de son derece dikkate değer. Zira, sanatın birincil sorunu estetiksizleşme, sermayenin kıskacından kurtulamama, teknoloji dünyasına kayıtsız şartsız teslim olma ya da yaratıcılığını yitirerek kendisini güncel üretim-tüketim mekanizması dahilinde tekrarlama vb. değildir; asıl sorun, kendisine de yönelen despotik iktidar biçimleri ile karşılaştığında nutkunun tutulması ve sözünün tükenmesidir. Bu durum, sanat için bir varlık sorunu yaratır. Böyle zamanlarda, sanatı ve tiyatroyu savunan ve koruyan yaratıcı bir aklın gereksinim duyduğu en önemli şey, kuşkusuz “cesarettir.” Dostoyevski’nin “yarım kalan”  eseri Netoçka Nezvanova’nın tarihselliğini belki de şu iki olgu tayin eder: Biri, despotik bir iktidarın sanatı ve sanatçıyı yok etme çabasıdır ki bu, tarih boyunca sanat/iktidar paradoksunun bir yanıdır. Diğeri, ne yazık ki yazarının 9 yıllık hapis ve sürgün hayatından sonra kendisini kuşatan tahakküme boyun eğerek, bir daha eline almaya cesaret edememesi yüzünden toplumsal dinamikleri sarsabilecek, eleştirel bir eserin gün yüzüne çıkamamış olmasıdır. Bu da, paradoksun diğer yanıdır.
 
“Netoçka Nezvanova” oyunu, varolanı yansıtmaktan ya da olup biteni yeniden üretmekten ziyade, düşüncenin yapısal konumlanışını ve yaşamsal pratiğin toplumsal bütün içindeki etkinliğini dert ediniyor. Böylelikle Yabancı Sahne, Dostoyevski’ye “yarım bıraktırılan” ya da Dostoyevski’nin “yarım bıraktığı” bir eserini, ona upuygun bir final kurgulayarak sahneye taşırken, sadece Dostoyevski’yi tamamlamıyor;  önemli bir sanatsal yapıtı tam da bugün ve tam da burada, bir tiyatral eyleyişe dönüştürerek Dostoyevski’yi aşıyor ve sanatı içkin olduğu tarihsel “cesarete” iade ediyor. 
 
“Netoçka Nevanova” oyunu üzerine, oyunda Netoçka’yı canlandıran ve Yabancı Sahne’nin kurucularından biri olan sevgili Gülay Say ile konuştuk: 
 
Soru: Yabancı Sahne İstanbul’daki alternatif sahneler arasında kendine özgü duruşu, klasik eserleri özenle uyarlaması ve estetik anlayışıyla kısa sürede yeni bir kulvar açmayı başardı. Öncelikle Yabancı Sahne’nin kuruluş öyküsünü özetlemeni rica edebilir miyiz?
 
Gülay Say: Konya’da lisans eğitimimi alırken Deniz Hamzaoğlu da yüksek lisansını yapıyordu. Eğitim sürecimizi tamamladıktan sonra, 2011 yılında İstanbul’a geldik.  Bir yıl boyunca sadece ortamı gözlemlemeye çalıştık, diyebilirim: Oyunlar izledik, yapılan işleri analiz ettik. İstanbul’un sanat çevresini yakından tanımaya çalıştık. İkimiz de tiyatroyu çok seviyoruz. Şunu rahatlıkla söyleyebilir ki, diyebilirim ki, tiyatro bizi besleyen ve yaşatan bir olgu. Farklı tiyatrolarda yapamayacağımızı biliyorduk, çünkü istediğimiz metinleri istediğimiz biçimde sahnelemekti amacımız.
 
2012 yılında Yabancı Sahne için çalışmalara başladık. Çok zorlu bir süreçti ama, bugün olsa aynı şeyi yine yapardık. İkimizin de aklında olan ilk oyun ‘Suç ve Ceza’ idi. Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuvarı’nda mükemmel iki Rus hocadan eğitim almıştık ve Dostoyevski’yi çok seviyorduk. Hocalarımızın da bu konuda bizi etkilemiş olduğunu söylemeliyim. 24 Kasım 2012’de tiyatromuzun açılış oyunu “Suç ve Ceza” oldu. Sonrasında, her Dostoyevski ve klasik metin oyunumuzun prömiyerini hem tiyatromuzun, hem ilk oyunumuzun doğum gününe denk getirerek, bir bakıma bu durumu gelenekselleştirmeye çalıştık.
 
Klasik metinleri çok seviyoruz ve onları sahneyi taşımak Yabancı Sahne ile adeta bütünleşti. “Suç ve Ceza” çok uzun bir metin, bildiğiniz gibi, sahneye kısaltılarak uyarlanması oldukça zor bir eserdi. Ama Deniz Hamzaoğlu çok iyi bir dramaturg olarak, bu zorluğun üstesinden gelmeyi başardı. Ve ardından diğer klasikler geldi
Soru : Her şeyin çok büyük bir hızla değiştiği, eskinin adeta öğütülüp toz haline getirildiği postmodern çağda, klasiklerden bir repertuar oluşturmak hem zor hem de riskli. Ve hepsinden önemlisi, tiyatro klasiklerinin bile yeni yorumlarla ciddi bir tahribata uğraması söz konusu olabiliyor. Sizin en önemli çabanız bu tahribata karşı durmak sanki. Nasıl başarıyorsunuz bunu?
 
Gülay Say: Evet artık yepyeni bir dünya var ama eskiyi de bozup, yıpratmadan, klasikleri hırpalamadan bugüne taşımak önemli. Bizim için asıl olan klasikleri yaşatmak çünkü onlara aşığız! Bu yüzden, onları sahnelerken, o dönemi yansıtmaya devam ediyoruz aslında. Bir başka ifadeyle, dönemi görsel, estetik anlamda tüm boyutlarıyla sahneye aktarmaya çalışıyoruz. Oyunlarımız klasik de olsalar, genellikle bir saatlik bir süre öngörüyoruz. Ama bu bir saat içinde oyunun ruhunu tam olarak vermeyi hedefliyoruz her zaman. Yeni bir metinle yola çıkmak, gerçekte dramaturji anlayışımıza da hizmet etmiyor. Eski bir metni ele alıp ona yeniden hayat vermeyi çok seviyoruz. Tozlu raflarda kalan o muhteşem eserleri günümüze taşımak büyük bir mutluluk aslında. Zaten sloganımız da “eski metin, yeni dramaturji”. 
 
“Boş alan” ı çok seviyoruz ve bu nedenle de çok fazla dekor kullanmıyoruz.  Tek başına sahnede olmak, aynı anda hem oyuncu, hem dekor, hem kostüm, hem ışık olmak anlamına geliyor, bir bakıma. Bu müthiş bir deneyim. Boş alan taşıdığı yaratıcı potansiyel ile bize oldukça heyecanlandırıyor, aslında bunu bir adrenalin sağanağı olarak da adlandırabilirim. Dahası, Deniz Hamzaoğlu’nun kaleme aldığı oyunların ruhuna da denk gelen bir şey durum bu. 
 
Soru : Klasikler içinde Dostoyevski’nin sizin için bu kadar öne çıkmasının nedeni nedir peki? 
 
Gülay Say : Tabii ki, tüm klasik yazarları çok değerli. Ama Dostoyevski’ye hayranız biz. Onu çok seviyoruz. Nasıl anlatsam, O’nun bambaşka bir büyüsü var adeta. Dostoyevski’yi çok naif bir açıdan da, radikal bir açıdan da ele alabilirsiniz. Dostoyevski’nin sadece eserlerini değil, hayatını da tüm detaylarıyla uzun süre araştırdım. O kadar doğal bir yazar ki, kaleme aldığı karakterlerin pek çoğunda kendisini yansıtıyor aslında. Bu yönü beni çok etkiliyor. Dostoyevski, bana göre klasikler içinde gerçek bir öncü. İtiraf etmeliyim ki, O’na karşı duyduğumuz bir hayranlıktan öte, garip bir aşk, bir tutku. 
 
Soru: Dostoyevski “insan çelişkili bir varlıktır” der. Kitaplarında da çok şeyi belirsiz bırakır, insanlık hallerini pek güzel betimler, teşhir eder ve kim nereden bakarsa oradan tutabilir O’nun karakterlerini. Rus milliyetçiliğine ve Hristiyanlığa güçlü bir şekilde bağlı kalmakla birlikte, bunları da tartışma konusu yapmış, yer yer dinin kendisini bile sorgulamıştır.  Belki de evet, insan çelişkili bir varlıktır, bunun en iyi örneğini de Dostoyevski'nin kendi yaşamı ve çalışmaları verir. O’nun bu çelişkili hali sizin çalışmalarınıza boyutlu, çok katmanlı bir değerlendirme imkanı sundu mu? 
 
Gülay Say: Çok besledi, evet. O kadar çok kendisinden,  çelişkilerinden bir şeyleri koymuş ki ortaya, pek çok eserinde bizzat Dostoyevski’yi görmek mümkün. O’nun kitaplarını okudukça hangi karakterin hangi özelliğini kendisinden kattığını anlamaya başlıyorsunuz ister istemez. O’nun çelişkili tarzı zenginleştiriyor eserlerini ve tabii ki, sahneye uyarlarken de çok farklı merceklerden değerlendirmek, sunduğu farklı boyutlar üzerinden yorumlamak da sahnede çok katmanlı bir yapı oluşturmayı kolaylaştırıyor.  Dostoyevski’nin kaleminin büyüsü bu belki de.
 
Soru : Ele aldığınız eseri sizin baktığınız, durduğunuz bir yerden yorumlamaya mı çalışıyorsunuz yoksa eserin kendisini ve bütünlüğünü sahneye aktarmak gibi bir kaygıyla mı hareket ediyorsunuz?
 
Gülay Say : Aslında her ikisi de geçerli, diyebilirim. Bu bağlamda  Dostoyevski çok fazla malzeme sunuyor. Örneğin “Suç ve Ceza”da, zaten eser çok uzun olduğu için, ancak belli yerlerini alabildik sahneye uyarlarken. Elbette bu durum beraberinde kendi bakış açınızla, kendi pencerenizden tercihler yapmayı zorunlu kılıyor. Bütün kitabı sahnelemek isterdik ama, bu elbette mümkün değil. Tabii ki, ele aldığımız kısımlar söylemek istediğimiz sözü yansıtmak durumunda. Bazen dönemsel olarak gündeme dair, bazen daha geniş bir çerçeveden Yabancı Sahne olarak, söylemek istediklerimize tercüman oluyor eserden seçtiğimiz kısımlar. Ama eserin bütünlüğünü bozmadan, ruhunu zedelemeden ve mümkün olduğunca karmaşıklaştırmadan seyirciye aktarmak istiyoruz metni. Yalınlık ve sadelik, bu anlamda son derece önemli bizim için. Bir başka ifadeyle, tiyatral olarak çok göstermeci bir anlayışımız yok.
 
Soru: “Netoçka” için de geçerli galiba bu seçiciliğiniz? 
 
Gülay Say: Evet, Netoçka’da da benzer bir durum söz konusu. Baskıyı teşhir eden bir oyun Netoçka aslında. Tiyatral uzamda sanki Dostoyevski’nin sofitada oturmuş eseri kaleme aldığını ve benim O’nun yazdıklarını oynadığımı düşünebilirsiniz. Ve giderek artan baskı şiddete dönüşüyor. Dostoyevski zaten eserlerinde çok şey söylüyor. Biz O’nun söylediklerini kendi düşünce ve fikirlerimizle buluşturuyoruz bir bakıma. 
 
Soru : Dostoyevski’nin çocukluğu da çok çetrefilli bir süreç. Otoriter bir baba figürü, son derece disiplinli bir eğitim ve zorlu yaşam koşulları. Netoçka’nın çocukluğunda da yazarın kendisinden izler bulabiliyor muyuz?
 
Gülay Say : Özellikle ilk yazdığı eserlerde Dostoyevski’nin neredeyse tüm karakterlere tamamen kendisini yansıttığı söylenebilir. “Netoçka”da Dostoyevski’nin duygu dünyasından çok fazla şeyi görmek mümkün bence. Son derece doğal ve naif bir tutum bu. Bir günlük gibi, eserlerinde içini döküyor adeta. Kendisini Netoçka ile özdeşleştirirken babasını da Netoçka’nın baskıcı annesi kimliğinde ifade ediyor.
 
Soru : Bu noktada bir Elektra kompleksinden söz edebiliriz galiba. Baskıcı anne figürü O’nun üvey babası üzerinden erkek bir figürle özdeşleşmeye ve cinsel tercihini kadınlara yöneltmeye itiyor. Ayrıca, Netoçka’nın babasının annesini boğması bir şiddet algısı olduğu kadar cinsellik de çağrıştırıyor. Freudyen bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, William March’ın “Kötü Tohum”undaki Rhoda kadar olmasa da, hiçbir biçimde masum olarak nitelendirilemeyecek, ürkütücü bir kız Netoçka.
  
Gülay Say :  Kesinlikle öyle. Müzik kutusu gibi. Çok masum bir alet, ama çıkardığı tını son derece ürkütücü aslında. “Netoçka”, farklı bakış açılarıyla ele alındığında, görünenin altında yatan çok farklı, hatta görünüşe tezat gerçeklikleri yansıtabiliyor. Babası, annesi, arkadaşı Katya ve kitabın diğer karakterleriyle ilişkisine bütünsel olarak ve derinlikli olarak yaklaşınca Netoçka’nın masumiyetinin altında yatan ürkütücü, çarpıcı gerçekleri görebiliyoruz. 
 
Soru  : Ergenlik dönemlerini yaşayan iki genç kız arasındaki ilişkinin farklı boyutlarını, cinsel yakınlaşmalarını üstü örtülü bir biçimde dışavuruyor Dostoyevski. Dönemi için de, bugün için de, oldukça cesur bir çıkış ve bir tabuya dokunuş bu. Dolaylı olarak, taşkın bir cinsellik olduğu söylenebilir. Hatta, Deniz Hamzaoğlu ile oyundan sonra konuştuğumuzda, bize bu kitabın tamamlanmış olması durumunda, belki de dünyanın ilk lezbiyen aşk romanı olabileceğini düşündüğünü söylemişti.
 
Gülay Say: Evet, çok naif gibi görünüyor ama dehlizlerinde çok farklı gerçeklerle karşılaşılabiliyor kitabın. Freud öğretileri doğrultusunda bir okumayla, cinsellikle ilişkili yönü öne çıkan bir eser aslında. Sınırları zorlamayı ve kendi sınırlarını da zorlamayı seven bir yazar olarak Dostoyevski, “Netoçka”da, el değdirilemez denilen kimi tabuları, belki de hiç olmadığı kadar zorluyor. Diğer taraftan, bir “ortada kalmışlık hissi” uyandırıyor Netoçka. Bu his, Netoçka’yı Katya yerine üvey babasına ya da prense aşık olmaya da sürükleyebilirdi pekalâ. Baskıcı anne, üvey baba figürleri üzerinden çocuk yaşta hissetmeye başladığı bu duygu O’nun yaşamını belirliyor adeta. Kimsesiz ve kimliksiz çünkü. Merhametli ve masum bir çocuğun, zorlu yaşam koşullarında karakterini ve kendisini arayışı da söz konusu eserde. Prens’in malikhanesinin kapısında yere düşmesi hayli çarpıcı bir sahne bu bağlamda. Netoçka orada düşen kız mı olarak mı kalacak, yoksa malikhanede mi yaşayacak? Aslında Netoçka orada canlanıyor ya da tam da orada sonlanıyor. O malikhanenin kapısında yere kapaklanması bir başlangıç ve son oluyor… Ya da bir sonun başlangıcı. 
 
Soru: Diğer yandan, duygusal ve fiziksel şiddet de çok belirleyici bir unsur Netoçka’nın hayatında. Annesinin sürekli olarak uyguladığı despotik baskı, üvey babasının annesini yok edişi gibi olaylar, Netoçka’yı şiddet sarmalına çekiyor. Ama Prens’in malikhanesine taşınmasıyla birlikte, bu şiddet dolu geçmişi bastırmaya, hatta zaman zaman yadsımaya çalışıyor. 
 
Gülay Say :  Evet, şiddet hayatında çok belirleyici oluyor Netoçka’nın. Annesinin ölümünden sonra onu çok özlemiyor ve anmıyor çünkü bu şiddet sarmalından çıkmak için savunma mekanizmaları geliştiriyor kendi içinde. Annesini hiç affetmiyor belki de, hep üvey babasına yöneliyor. Yani çözülmemiş Oidipal karmaşa giriyor devreye, anne yerine erkek kimlikle özdeşleşme…
 
Soru : 19. yüzyılda aile içi şiddet, cinsellik, eşcinsellik gibi konulara dokunan bir eser olarak tarihsel bir öneme sahip “Netoçka”. Dostoyevski’nin bütünlüğüne bakıldığında, en radikal ve belki tabuları sarsmak anlamında en devrimci kitabı hiç kuşkusuz. Tam da bu eseri, yani kendisinin belki de en radikal romanını yazdığı bir dönemde idama mahkum ediliyor ve tam idam edilmek üzereyken son anda Çar’dan gelen bir mektupla canı bağışlanıp Sibirya’ya sürgüne gönderiliyor. Bu da Dostoyevski için tarihsel bir kırılma anı. Sibirya’da ağabeyinden istediği ve geleceğini belirleyeceğini söylediği kitaplar, Kant ve Hegel gibi idealist, ahlâkçı filozofların kitapları. Dediğin gibi, Dostoyevski çok farklı biri olarak dönüyor Sibirya’dan ve  “Netoçka”ya biir daha elini sürmüyor. Çünkü, Raskolnikov gibi eline İncil tutuşturulabilecek bir karakter değil Netoçka. Bu iki tezat sürecin çakışmasını “Netoçka” üzerinden nasıl değerlendirebiliriz?
 
Gülay Say : Gerçekten de yaşadığı şey son derece travmatik Dostoyevski’nin. Ölümden son anda kurulmuş olmak, kalan hayatını belirliyor ve bir daha da bu kadar radikal konulara girmiyor. Ama sonrasında yine toplumsal ve insani gerçekleri çok başarılı bir dille aktarmaya devam ediyor. Açlık, yoksulluk, çaresizlikler, adeta dönemin Rusya’sının bir aynası gibi ve bunları, insanın içsel dünyasını da derinlemesine işleyerek, bir tür çok sesli anlatımla eserlerine yansıtıyor. Belki de bu süreçler arasında arada kalmış bir eser “Netoçka”.  Cüretkâr, cesur ve derinlikli… Yarım kalmışlığı ise, Dostoyevski’nin kişisel yaşamına bakıldığında, son derece doğal. Çünkü, artık sürgün öncesinde olduğu gibi radikal bir yazar değil. Anarşistlerle bağı kopuyor ve kendi dünyasında kendine özgü bir yol çiziyor eserleriyle. Aslında, kendi tarihselliği içinde anlaşılabilir bir süreç Dostoyevski’nin yaşadığı.
 
Soru : Türkiye’de, “Netoçka”nın çağrıştırdığı tabulara dokunan ilk tiyatro oyunu, bundan 117 yıl önce Şehabettin Süleyman’ın kaleme aldığı “Çıkmaz Sokak”tı. İki kadın arasındaki lezbiyen ilişkiyi konu alıyordu. O dönem kısa bir süre sahnelendiğini öğrendik. Belli ki olası tepkilerden çekinilmiş. 1968 yılında, Dormen Tiyatrosu “Arkası Yarın”da benzer bir konuyu sahneye taşımış. Bugün ise, böyle bir oyunu sahneye koymak çok daha fazla cesaret istiyor.  Yabancı Sahne olarak “Netoçka Nezvanova”yı sahnelerken kimi kaygılarınız oldu mu bu bağlamda? 
 
Gülay Say:  Yabancı Sahne olarak, hemen tüm yapımlarımızda, benzer bir cesareti görebilirsiniz. Diğer klasik uyarlamalarımızda da kurduğumuz cümlelerde, söylediğimiz sözlerde hep cesur davrandık. Oyunlarımızda dolaylı ya da dolaysız eleştirel yönler var. Ama ajitatif bir dil yerine olabildiğince yalın ve sade bir dil kullanmaya özen gösteriyoruz. 
 
Aslında “Netoçka”da gerçek bir yaşam kesiti sunuluyor. Çok açık bir dışavurumu yok belki ve doğal bir biçimde ve daha naif bir dille işliyor konuyor Dostoyevski. Ayrıca, Netoçka’nın Katya’ya beslediği tutku bulaşığı bir aşk var. Aslında Netoçka’nın temel kaygısı birine tutunmak ve yalnızlığını bu tutunmuşluk üzerinden gidermek. Bu, hiç kuşkusuz ki,  Katya değil de, mürebbiye, prenses ya da dadı olabilirdi. Çünkü çevresindeki masum bir figüre iliklenme dürtüsüyle hareket ediyor aslında. Prense de bu yüzden hayran mesela. Ailesinden göremediği şefkati ve sevgiyi bir başkasında, başkalarında yakalamak istiyor sürekli olarak.
 
Soru: “Netoçka” üzerinden Dostoyevski’nin yaşadığı sorunlarla karşılaşma riski sizi ürkütmüyor mu? Çünkü dokunulmaz denilen kimi tabulara dokunmak her defasında can yakar... Hele ki cinsel tabularsa?
 
Gülay Say : Hayır, çekinmiyoruz. “Suç ve Ceza”da da, diğer oyunlarımızda da böyle bir endişe yaşamadık hiç. “Suç ve Ceza”yı sahnelemeden önce, olumsuz tepkiler alabileceğimiz konusunda uyardı kimi çevreler.  Ama çıktık oynadık. Ve yıllardır çok olumlu tepkilerle karşılaştık. Biz sadece var olan şeyleri, gerçekleri anlatıyoruz. Abartmadan, özendirmeden… Dahası evrensel gerçekler dile getirdiklerimiz.
 
Soru: Peki neden “Netoçka” öne çıktı bu sezon? Neden “Budala” değil mesela? Kaldı ki, yarım kalmış bir kitabı sahneye taşımak cesaret gerektiriyor, ne dersin?
 
Gülay Say: “Netoçka” aslında üç yıl önce gündeme gelmişti. Ben “Budala”yı sahnelemeyi çok istiyordum  o zamanlar, ama Deniz Hamzaoğlu “Netoçka”yı önerdi. Deniz’in uyarlamasından yana kuşkum yoktu fakat çok sade ve sonu olmayan bir kitap “Netoçka” bildiğiniz gibi. Ve işte bu yüzden,  bana da biraz riskli görünmüştü başta. Fakat Deniz Hamzaoğlu’nun aklındaki finali söylediği andan itibaren ikna olmamak ne mümkün ve “Netoçka” en başından sonu belli olan bir oyun olarak doğdu. Deniz Hamzaoğlu’nun kurduğu final çok güçlü ve bütün oyunun omurgasını teşkil ediyor aslında. Burada bir parantez açmak istiyorum: Yol arkadaşım Deniz Hamzaoğlu çok zeki ve çok farklı bir dramaturg. Çok boyutlu çalışan bir kafası, çok farklı bir hayalgücü ve çok yaratıcı bir bakış açısı var. “Netoçka”yı da çok farklı bir biçimde yorumlamayı başardı. Dramaturjinin etkisiyle, eserin yarım kalmışlığının ona garip bir büyü kattığını ve olası tüm dezavatajların bir anda avantaja dönüşebileceğini gerçeğini yakaladık.
 
Soru : Gerçekten de çok sarsıcı bir son. Dostoyevski’nin yarım bıraktığı kitabı noktaladığınız söylenebilir.
 
Gülay Say: Çok hayalini kurduk finalin. Bu romanı yazma süreci, Dostoyevski’nin hayatındaki çelişkili ve zorlu bir dönemi ifade ediyor. “Netoçka”yı yazmaya başladığında yerleşik kurallara, sisteme ve törel değerlere isyan eden Dostoyevski, Sibirya’ya sürgüne gidiyor ve yaklaşık dokuz yıl sonra bambaşka biri olarak dönüyor oradan. Kült eserlerini Sibirya’daki hapis ve sürgün hayatından sonra kaleme alıyor. Sibirya’ya giden Dostoyevski ile oradan dönen Dostoyevski aynı insan değil doğal olarak. Dolayısıyla, zaten devam edemezdi “Netoçka”ya.  Zira hayata bakışı, fikirleri ve hatta karakteri değişmişti. 
 
Soru : Dostoyevski’nin penceresinden bakınca da, sizin kurguladığınız final, O’nun yaşamıyla ve bakış açısıyla son derece örtüşmüş. Belki de toplumsal ve bireysel olana dair en radikal kitabı “Netoçka”. Dönemi itibarıyla da çok sarsıcı bir eser. “Netoçka” ile özellikle ahlâki alanda tabu kabul edilen değer yargılarını hedef alıyor ve tartışmaya açıyor. Bunda muhtemelen o dönem Rusya’da etkin olan anarşist gruplarla ilişkisi etkili oluyor ve tam da tabuları dinamitleyen böyle bir kitap yüzünden sürgüne ve hapse gönderiliyor.
 
Gülay Say : Aynen öyle. Dostoyevski’nin kişisel tarihinde de çok özgün ve çapıcı yeri olan, O’nun yaşamının en ciddi kırılmalarından birinin yaşanmasına yol açan bir eser “Netoçka”. Biz kurguladığımız finalle, bizzat Dostoyevski’nin kendisini de sahneye taşımayı amaçladık. “Netoçka” ile değişen Dostoyevski’nin kaderi, Netoçka üzerinden kendisi olarak beliriyor sahnede. Bir bakıma “Netoçka” da, yazarı ile aynı kaderi paylaşıyor. Aslında metin yazılırken, sistem sürekli gözetlemekle meşgul ve sonunda yok etmek için müdahale ediyor. Başından sonuna kadar süren bir denetim ve baskı mekanizması, ürkütücü bir sona evriliyor giderek. Sahnede Dostoyevski’nin yaşadıkları eş zamanlı olarak Netoçka’nın şahsında ifade ediliyor. 
 
Soru : Sahnedeki subay karakteri hem oyunun ruhuna uygun biçimde gerilimi yükseltiyor hem de aldığı farklı vücut formlarıyla akışa etki ediyor. Bu kareografiyi nasıl belirlediniz?
 
Gülay Say: Kareografımız Bülent Develi ve dramaturgumuz Deniz Hamzaoğlu belirlediler bu subay karakterinin kareografisini. Subayı canlandıran Zafer Altun, metnin farklı bölümlerinde ilgili bölümün içeriğine göre farklı vücut formları sergiliyor.  Başından sonuna dek sahnede anlatılanlara dahil olduğunu ve buna göre duruşunu değiştirdiğini görüyoruz. Bir denetim ve disiplin mekanizması işlevine sahip, oyun boyunca ve oyunun gerilimini belirleyen bir figür aslında o subay. Ayrıca kurmaca bir karakter olarak, her sahnede duruşunu belirlemeden önce birileri tarafından kurgulandığını görüyoruz. Bir müzik kutusunun kurulması ile harekete geçiyor her seferinde.
 
Soru :  Müzik kutusu ve onun içindeki porselen bebekleri canlandırıyorsunuz adeta. Bu tercih dramaturjik olarak da oldukça isabetli. Bir kurşun asker ve masum çocuk algısı yaratıyor oyunun başından itibaren bu kurgu.
 
Gülay Say : Evet, özellikle metnin ruhuna en uygun olabilecek böylesi bir kurguyu sahneye taşımaya çalıştık. Porselen bebeklere uygun bir makyaj yaptık aslında. Zafer Altun karakteri daha grotesk bir tipleme olarak düşünüldüğünden, makyajı da daha belirgin olarak yapıldı. “Netoçka” karakterini, saatlerce, günlerce çok farklı müzik kutularını kurarak ve dinleyerek çalıştım.  Çocukluğumdan beri, oldum olası çok masum bir akışın ardından ürkütücü bir sonu hatırlatır bana müzik kutuları. “Netoçka”ya çok uygun bir simge oldu müzik kutusu ve kendi etraflarında dönüp suran porselen bebekler. Ve tabii müzikler…
 
Soru : Oyunun müzikleri de metinle son derece uyum gösteriyor. Müzik nasıl bu denli uyumlu ve hatta kimi sahnelerde belirleyici olabilirdi?
 
Gülay Say: Müzik kutusunun müzikleri ve kutunun kurulduğu anlarda duyduğumuz sesler, Deniz Karausta tarafından her bir sahnenin gerilimine göre özenle düzenlendi. Kimi sahnelerde müzik özellikle deforme edildi, aksatıldı. Oyunun tüm müzikleri Deniz Karausta’nın kendi besteleri. Metinle müzikleri bütünleştirmek için, gerçekten büyük emek harcadı ve başarılı oldu. 
 
Soru: Dostoyevski’nin ilk büyük roman denemesi “Netoçka” ama tarihsel zorunluluklar yüzünden yarım kalıyor bu ilk deneme. Daha önce oyunlaştırılmış mı peki?
 
Gülay Say : Evet ilk büyük hevesi. Bildiğim kadarıyla, sadece Londra ve Rusya’da oyunlaştırılmış Netoçka. Dünyada üçüncü kez biz sahneliyoruz. Türkiye prömiyerini yapmış olmak bizim için ayrıca bir heyecan kaynağı oldu. Ama dünyanın pek çok yerinde bu romanın varlığı dahi bilinmiyor. Dostoyevski’nin tüm eserlerini okumuş olanlar bile habersiz bu romanından. 
 
Soru : Oyunun kostümleri de sana ait. Sade, masum, kırık beyaz, kreme çalan bir elbise ile Netoçka’yı, eski bir Rus subay üniformasıyla subayı giydirirken kostümlerin metnin ruhuna ve karakterlere çok uygun olduğunu gözlemliyoruz. Daha önceki oyunlarda da başarılı kostümlere imza attığını biliyoruz. Nasıl tasarlıyorsun bu başarılı kostümleri?
 
Gülay Say : Önce şunu özellikle belirtmeliyim ki,  kostüm tasarımcısı değilim. Sadece özel bir ilgi alanım kostümler ve onları hayal edip kendi tiyatromda kostüm tasarlamayı seviyorum. Bir oyuncu için kostümlerin tasarımı, çizimi çok büyük bir avantaj çünkü karakterleri daha yakından tanımıza imkan veriyor. Antalya ve Konya’da olduğumuz dönemlerde, az çok belli bir aşinalığım vardı kostüm tasarımına. İstanbul’da ilk yıl zaten teknik altyapımız yetersiz olduğundan, mecburen üstlenmek durumunda kaldım ve sonra da devamı geldi. Netoçka’nın kıyafeti, 1890’lardan kalan bir Fransız ipek sateni. Tarihi bir elbise aslında. Vintage giyimi çok seviyorum ben ve vintage giyim mağazalarıyla çok güzel dostluklarım var. Onlardan çok yararlanıyorum kostümlerimi hazırlarken. Yeni bir şeyler dikmek yerine eski dokuyu ve yaşanmışlığı sahneye taşımaya bayılıyorum.  Dönem kostümleri çalışmak gerçekten zor bir iş. Örneğin, “Suç ve Ceza” oyununda hizmetçinin şapkası, çok eski tarihlerden kalan bir iç pantolondu. Yine o oyunda,  ihtiyacımız olan eski ayakkabıları haftalarca arayıp bulamayınca satın aldığımız ayakkabıları eskitmek durumunda kalmıştık mesela. Önce kesip biçip deforme ettim ayakkabıları, kahve, çay ve boyalar döktüm üzerlerine ve sonra birkaç gün toprağa gömdüm. Çıkarttığımızda istediğimiz gibi eski ayakkabılarımız olmuştu! Tiyatronun farklı alanlarında böyle deneyimlerle yeni şeyler  öğrenmek çok güzel, heyecan verici.
 
Soru : Daha önce birden fazla karakteri canlandırdığın oyunlar olmuştu ama ilk defa hem anlatıcıyı, hem tek bir karakterin farklı dönemlerini hem de diğer karakterleri tek başına canlandırıyorsun “Netoçka”da. Oldukça zor ve hızlı ses/mimik/beden değişimleri gerektiren çok performansı başarıyla gerçekleştiriyorsun. Oyuna  nasıl hazırlandın?
 
 Gülay Say: Sahnede, farklı karakterleri canlandırmayı seviyorum. Kendi içindeki o karmaşayı yaratıp sonra onu çözmek çok hoşuma gidiyor. Bu defa tek bir karakter var. Karşımda bir partnerim bulunmasına rağmen, oyunun çok büyük bir bölümünde sahnede yalnız sayılırım. Aslında daha önceki oyunlarında farklı karakterleri canlandırma deneyimlerim, Netoçka’nın ön provalarıydı diyebilirim. “Suç ve Ceza” ile “Beyaz Geceler”de birkaç karakteri canlandırmak bana cesaret verdi. Beş ay boyunca provalarla çalıştım bu oyuna ve öncesinde aylarca teorik olarak çok hazırlandım. Henüz yirmi sekiz yaşında ve yolun çok başında bir oyuncuyum. Sahi, hep şu soru geliyordu aklıma bu oyuna hazırlanırken: Bir başına böyle güç bir oyunun altına giriyorsun, haydi bakalım görelim ne çıkacak? Başlangıçta, beni de çok ürkütüyordu tek başıma oynama fikri. Karakterle birlikte aynı zamanda anlatıcıyım ve bütün oyunu anlatıcı olarak izlettirmek istemem seyircilere. Kendimi hep seyircinin gözünden görmeye çalışırım. Bu bana hatalarımı daha çabuk anlama şansı veriyor, doğal olarak. 
 
Bir yandan kendime güveniyordum ama diğer yandan mükemmeliyetçi bir insan olduğum için herşeyin eksiksiz olması gerektiğini düşünerek kaygılanıyordum. Karakter dönüşümleri elbette zorladı ama çok çabaladım her geçişi kusursuz başarabilmek adına. Öte yandan, tek kişilik oyunlarda yönetmenle birebir çalışmak çok büyük bir avantaj. Bambaşka bir dünyayı, tüm yönleriyle, ince detaylarıyla yönetmen ve oyuncu birlikte inşa ediyorsunuz. Yönetmenin bütün odağı oyuncu oluyor ve bu durum oyuncuyu besliyor, fazlasıyla.
 
Tek kişilik bir oyunun başarısında, oyuncunun heyecanı son derece belirleyici oluyor.  Hem prömiyerde hem de TAKSAV Tiyatro Festivali’nde Netoçka’yı oynarken çok da  heyecanlanmadığımı farkettim. Oyunculuk deneyimi adına bir heyecandan bahsediyorum tabii. Sahnede varolmak başlı başına bir heyecan zaten. Oysa, normal şartlarda ben heyecandan titrer, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemezdim. Bir partnerim olsa da, oyunun çok büyük bölümünde tek başıma sahnedeyim ve sahneye çıktığım andan itibaren aslında ürkmem, ürpermem ve hatta korkmam gerekiyordu. Çok doğal bir şey bu. Çünkü her an herşey olabilir sahnede ve tek başıma olduğum için herşey bana bağlı oyun boyunca. Ama hiç paniklemiyorum, hiç korkmuyorum, hiç ürpermiyorum. Sadece her oyunda, dönme sahnelerinin bitiminde kalbim çarpıyor birkaç saniye ve geçiyor. Sahneye çıktığım andan itibaren bambaşka bir duyguya kapılıyorum ve titreme, telaş, korku kalmıyor hiç.
 
Bence bu Netoçka’nın büyüsüyle ilgili bir yandan da. Çünkü, Netoçka’yı yanıma alarak oynuyorum her seferinde. Yani, Netoçka’nın Katya’ya yaşadığı şeyin aynısını ben Netoçka’yla yaşıyor, kendimi o karaktere ilikliyorum aslında. Netoçka olarak sahnedeyim, Netoçka karakterini oynuyorum ama O’nu yansıladığım için, arada olan kişi olarak ben o heyecanı,  o paniği duyumsamıyorum. Biz Netoçka ile birlikte, elele çıkıyoruz sahneye. Onunla birlikte içimizi dökmeye çıktığımızdan olacak, rahat hissediyorum kendimi. O yüzden oyun broşürüne de şunu yazdık: İçimizi dökmeye geliyoruz size !
 
Soru :  Peki, Netoçka’yı elinden tutup turnelere de götürmeyi düşünüyor musun?
 
Gülay Say : Eğer programlayabilir ve gerekli anlaşmaları yapabilirsek, özellikle yurtdışındaki festivallere götürmeyi çok istiyorum.
Soru: Türkiye’yi bir dünya klasiği ile ve bu kadar başarılı bir oyunla temsil etmek oldukça önemli. “Netoçka”nın tiyatromuzun tanıtımı için hem büyük katkı sunacağını hem de çağdaş tiyatromuzun anlaşılması için önemli bir fırsat olacağını düşünüyoruz.  Bu yüzden, tiyatromuz adına teşekkür ediyoruz Yabancı Sahne’ye.
Gülay Say: Ben çok teşekkür ederim desteğinize ve güzel sözlerinize.
 
YAVUZ PAK – PINAR ÇEKİRGE 

Anahtar Kelimeler: gülay say, netoçka



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir