“Unutma, önce kitaplarını ele geçir onun, çünkü onlar olmadan
Benim gibi, bir ayyaştan başka bir şey değildir o,
Tek can üstünde bile hükmü olmayan….”
Prospero’ya komplo hazırlayan Caliban Trinculo’ya böyle söyler. “Yak, onun kitaplarını. O zaman Prospero bütün gücünü kaybeder ve büyü bozulur”. Prospero’nun gücünü kitaplardan aldığını bilir. Eski kitaplar neredeyse odadaki mobilyalardan daha çok yer kaplar. Her yeri ele geçirmiş sayısız eski kitap. Yatağın altında, dolaplarda, yerlerde dizi dizi sıralı kitaplar. Kadim bilgilerin, çeşitli sırların, büyülerin gizlendiği başka dünyalara açılan kapılar. Romanya Devlet Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu, William Shakespeare’in “Fırtına” oyunundayız.
33. İzmir Tiyatro Günlerine damgasını vuran bir baş yapıt izliyoruz. İzmir Makine Mühendisleri Tepekule Kongre Merkezi Sahnesindeyiz. Romanya “Marin Sorescu” Ulusal Cariova Tiyatrosu, 21. yüzyılın tiyatrosunu görsel bir şölene, bir hareket tiyatrosuna çeviriyor. Romence oynanan eserden tek kelime anlamıyoruz. Olsun. Sanatçılar vücutlarını enstrüman olarak o kadar güzel kullanıyorlar ki, bir saat süren birinci bölüm sanki bize beş dakika gibi geliyor. Koltuğun ucunda, hiçbir şeyi kaçırmamaya çalışarak büyük bir heyecanla oyuna kilitlenmişiz. Ara verilince akıllarda tek bir soru var. Bu nasıl bir büyüdür? Bu nasıl bir tiyatro şölenidir? Oyunu bu kadar farklı, unutulmaz ve büyüleyici kılan şey, sahnelenişindeki ustalık, şiirsel bir görsellik, zengin göndermeler, sürekli küçük esprilerle canlı tutulan dinamik bir yapı ve evrensel bir dil kullanılarak anlatılan hikayede yatıyor…
Oyun eski Milano Dükası olan büyücü Prospero ve kızı Miranda’nın bir adada tutuklu kalışını konu ediyor. Prospero bu sihirli adaya tahtını elinden alan kardeşi Antonio ve Napoli Kralı Alonso yüzünden düşmüştür. 12 yıldır hapis hayatı yaşayan Prospero adayı bir ağaçta hapsedilmişken kurtardığı Ariel isimli hava perisi ve daha önce ölmüş olan cadı Sycorax’ın oğlu Caliban ile paylaşmaktadır. Prospero, Ariel ve Caliban’ı büyü yaparak kendisine bağlamayı başarmıştır. Onlardan büyü yapmayı ve adada nasıl hayatta kalınacağını öğrenir. Prospero, sihir kullanarak Napoli Kralı ve kardeşi Milano Dükasının bir deniz yolculuğunda olduğunu öğrenir ve bir fırtına çıkartarak onları adasına getirtir. Adaya düşen kazazedelerle Prospero arasında bir yüzleşme yaşanacaktır.
Bu arada Miranda ve Ferdinand arasında yaşanan aşk intikam duygusunun önüne geçebilecek mi? Prospero kaybettiği yılları ve kendisinden çalınanları telafi edebilecek mi? Ariel ve Caliban özgürlüklerine kavuşabilecekler mi? Bütün bu sorular eseri sahneye koyan yönetmen Silviu Purcarete’nin ustaca yorumuyla tek tek yanıt buluyor.
Silviu Purcarete’nin sahneye koyduğu oyunda başrolleri Ilie Gheorghe (Prospero), Sorin Leoveanu (Miranda / Caliban), Valentin Mihali (Ariel), Romaniţa Ionescu (Ferdinand), Constantin Cicort (Stephano), Nicolae Poghirc (Trinculo), Adrian Andone (Alonso), Angel Rababoc (Gonzalo), Catalin Baicuș (Sebastian), George Albert Costea (Antonio), Catalin Vieru (Francisco), Iulia Lazar (Peri), Monica Ardeleanu (Peri), Iulia Colan (Peri) ve Petra Zurba (Peri) paylaşıyorlar.
Eserin özgün adı The Tempest. William Shakespeare’in beş perdeden oluşan traji komik kabul edilen oyunlarından biridir. Kesin tarih bilinmemekle birlikte, 1610 ya da 1611 yıllarında yazıldığı kabul ediliyor. İlk kez 1623 yılında yayımlanan eser 1642’de Oliver Cromwell’in İngiliz tiyatrolarını kapatmasına kadar pek dikkat çekmedi. Daha sonra tekrar tiyatrolar açıldıktan sonra Restorasyon döneminde eser çok ilgi görmüştür. Günümüzde “Fırtına” Shakespeare’in en önemli eserlerinden biri olarak kabul ediliyor.
Eseri sahneye koyan Silviu Purcarete, oyunda birçok şeyi ters yüz ederek vermiş. Mesela, Porepero’nun (Ilie Gheorghe) kızı Miranda’yı (Sorin Leoveanu) bir erkeğe oynatırken Napoli Kralı’nın oğlu Ferdinand’ı (Romanita İonescu) bir kadın sanatçıya oynatır. Ama öylesine bir Miranda ve Ferdinand yaratır ki, cinsiyetlerdeki bu kastlı değiş tokuş insanı rahatsız etmez. Kadın rolünde bir erkeği, erkek rolünde bir kadını izlerken dünyanın en basit sorusunu soruyoruz. “Onun yerinde ben olsaydım ne hissederdim?”. İnsanın kendini karşısındakinin yerine koyması ve karşısındaki insanın duygularını ve olaylar karşısında neler hissedebileceğini anlayabilmek. İşte, evrenselliği yakalayabilmek bu kadar basit. Ve çok zekice.
Oyunda bütün sahneler usta bir ressamın elinden çıkan kusursuz tablolar gibi düşünülmüştür. Sanki oyun bir müzedeki tabloların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Her bir sahnenin bir yağlı boya tablo güzelliğinde tasarlanması ortaya şiir gibi bir görsellik çıkarmış. Yönetmen Silviu Purcarete hikayeyi anlatırken bütün hareketleri oyunun doğal akışı içinde estetik duygusunu gözeterek tek tek tasarlamış. Oyuncuların sahnedeki hareketleri tek tek hesaplanarak, ölçülerek muhteşem bir koreografiyle bir araya getirilmiş. Yani sahnede sadece Shakespeare yok, ayrıca bir dans tiyatrosu da var. Özellikle perilerin sahnede dans eder gibi hareket etmesi seyirciyi büyülüyor. Bu şiirsel görselliğin arkasında çok başarılı bir ışık tasarımı, sahne tasarımı, makyaj, kostüm, dekor, müzik, inandırıcı efekt tasarımı ve harika bir oyunculuk da var. Hepsi bir araya gelince Fırtına oyunu unutulmaz bir şölene dönüşüyor.
Oyunda başrolü oynayan Sorin Leoveanu’ya çok iş düşüyor. Aynı anda hem Prospero’nun kızı Miranda’yı hem de Caliban’ı oynuyor. Sahnede bir karakterden diğerine geçiş çok dahiyane biçimde çözülmüş. Miranda, oyunu izleyen herkesin aşık olduğu kağıttan elbiseler giyiyor. Üstelik koli bantlarıyla bantlanmış bu kalın kağıttan elbiseler inanılmaz estetik dururken çok da kullanışlı. Çünkü Caliban rolüne bürünmesi gerektiğinde, Leoveanu elbiseleri yırtarak sadece beyaz küloduyla sahnede kalıyor. Artık o Caliban’dır. Üstelik sahnede seyircinin gözü önünde kostüm değiştirirken oyundaki süreklilik duygusunu hiç yitirmeden, dikkatleri dağıtmadan ve üstelik heyecanı hep zirvede tutarak bir rolden ötekine sadece saniyeler içinde geçiyor. Kağıttan elbisesini sanki dans ederek, önceden hesaplanmış harketlerle yırtarak çıkarır. Tekrar Miranda olması gereken sahnede yeni bir kağıttan elbiseyi sırtına geçirir. Artık Miranda’dır. Oyun boyunca en az 5 güzelim elbiseyi gözümüzün önünde böyle yırtıp atarken içimizden “o harika elbiselerden ben de istiyorum” diye geçiririz. Sadece Calibanın ya da perilerin değil erkek ve kadın kostümlerinin de yer aldığı zengin gardrobu Dumitraşcu Angela, Bobirnac Marieta, Circiu Jane, Circiu Melania, Chirtu Trandafir, Marian Saceanu, Mirela Nicolae, Elena Cotea, ve Lavinia Petec’den oluşan bir ekip hazırlamış.
Öte yandan oyunun ana karakterlerinden biri olan Caliban’ı görürüz. Oyunun en dramatik sahnelerinden biri Caliban’ın çok uzun zaman önce ölmüş olan annesi cadı Sycorax’ın kemiklerine sarıldığı andır. Gerçekte ada Caliban’a aittir ama adaya sığınan Prospero tarafından ada gasp edilmiş ve Caliban’da köle yapılmıştır. Caliban acı içinde annesinin iskeletine sarılarak dert yanar. Nasıl haksızlığa uğradığından, tutsaklığın verdiği acıdan bahseder. Annesinin iskeletine sarılarak ondan yardım ister. Boş yere yıllar önce yitirdiği anne sıcaklığını, anne şefkatini arar. Bütün kaybedenlerin yüreklerinde hissettiği çok acı bir andır. Hepimiz zor zamanlarda sevdiklerimizin anılarına sığınarak yardıma çağırmıyor muyuz? Caliban da aynısını yapıyor. Annesini yardıma çağırırken yeni dostlar arayışına da giriyor. Prospero’dan nefret eden Caliban kendine iki yeni müttefik bulur. Oyun boyunca içki şişeleri ellerinden hiç düşmeyen sarhoş soytarılar Trinculo (Nicolae Poghirc) ve Stephano (Constantin Cicort). Hatta Caliban, Prospero’yu öldürebilmek için Trinculo’yu var gücüyle ikna etmeye çalışır.
Oyuncuların özellikle perilerin yüzleri maviye boyalıdır. Oyun boyunca Miranda’nın ağzının maviye boyalı olması onu cinsiyetsiz bir varlığa dönüştürüyor. Hikaye boyunca, Miranda aynı zamanda Caliban’a da dönüşüyor. Perilerin maviye boyalı yüzleri, kırmızı burunları, başlarına geçirdikleri mavi bereler ve giydikleri kağıttan elbiseler çok başarılı. Tam bir masal atmosferi yaratıyor. Makyaj tasarımında Minela Popa ve Mihaela Guran harikalar yaratıyor.
Oyunun efekt tasarımı tek kelimeyle olağanüstü. Teknik ekibin başında George Dulema var. Sahnenin ardında oyunun devam etmesini sağlayan küçük bir ordu var. Teknik adamların hazırladığı mekanik düzenekler çok başarılı kullanılmış. Periler büyü yaparken sahnenin zemini ve duvarları hareket ediyor. Ahşap zemin, odanın duvarları, karşı duvardaki kapı, dolap ve mobilyalar yer değiştiriyor. Bu da olağanüstü bir duygu yaratıyor. Başka bir mekanik tasarım sarhoş soytarılar Trinculo ve Stephano’nun oyunun bir yerinde sahnenin tam ortasında karşı karşıya geldikleri noktada birbirlerine doğru 45 derecelik bir açıyla duruşlarını hiç bozmadan sabit durarak eğilmeleri. Bu normal şartlarda imkansız. Eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Mutlaka sahnenin zemininde ayaklarını geçirdikleri bir mekanik düzenek olmalı diye fikir yürütüyoruz ama sadece tahminlerden ibaret kalıyor tabii. Oyunun baştan aşağı illüzyon olduğu bir eserde yadırgamıyoruz. Dodu Ispas’ın ışık tasarımı da bu büyüye katılıyor. Büyük bir avize sahneyi aydınlatır. Işıklar açılır, mumlar yanar ve biz oyuna dahil oluruz.
Oyun başladığı andan itibaren bitene kadar sürekli sürprizler içerir. Oyun sanki “hayatta hiç bir şey göründüğü gibi değildir” sözü üzerine kurulmuştur. Mesela yemek tabaklarından gerçek alevlerin çıktığı sahnede en az oyundaki karakterler kadar şaşırırız. Yönetmen Silviu Purcarete insanları şaşırtmayı seviyor. Ziyafet için sofraya oturan Napoli Kralı Alonso (Adrian Andone) ve mahiyeti lezzetli yemekleri görünce sevinirler. Yemekten birkaç kaşık aldıktan sonra birden tabaklardan alevler çıkar. Prospero (Ilie Gheorghe) yangını söndürmek için tabaklara toprak döker. Lezzetli yemekler bir anda toprağa dönüşmüştür. Bu bize meşhur bir laneti anımsatır. “Hiçbir şeyin tadını alamayasın. Yediğin yemekler ağzında küle dönüşsün.” Lezzetli yemekler bir “aldatmacadan” ibarettir. Soylular panik içinde kaçışırken lezzetler ağızda küle dönüşmüştür. Zevk ve haz yerini hayal kırıklığına ve hoşnutsuzluğa bırakmıştır. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi.
Oyunda efektler bir başrol oyuncusu gibi davranıyor. Efektler o kadar gerçekçi tasarlanmış ki sahiden fırtına çıktığını zannediyoruz. Birden odanın kapısı açılınca dışarıda müthiş bir fırtınanın koptuğunu görürüz. Dışarıda kıyametler kopuyor. Odanın içindeki kağıtların, parçalanmış seramiklerin, kitapların, ıvır zıvırın bir toz bulutu içinde havalanması fırtınanın şiddeti ve sahiciliği konusunda bizi ikna eder. Sahnede tozdan göz gözü görmez. Fırtınanın şiddetini, gürültüsünü oturduğumuz yerden duyarız. Hatta fırtınanın şiddetinden tavandaki seramik plakalar düşerek sahnede paramparça olur. Ödümüz kopar. Fırtınadan ürkeriz. Öylesine sahicidir. Tabii ki tavandan kopan seramik plakalar önceden inceden inceye hesaplanmıştır ama olsun biz yine de ürkeriz. Çünkü yönetmen bir kere bizi ikna etmeyi başarmıştır.
Oyunun akışı içinde simgesel göndermelerle çok şey anlatılır. Mesela, ikinci sahnede Ferdinand’ın gözleri bantlıdır. Miranda ve Ferdinand yanyana yere otururlar. Önlerinde kitap yığınları vardır. Miranda’nın elinde Ghenea Emilia’nın yaptığı iki küçük el kuklası görürüz. Bunlar Miranda’nın kendisinin ve Ferdinand’ın bire bir küçük kuklalarıdır. Aynı şekilde kukla Ferdinandın da gözleri bantlıdır. Miranda kuklaları oynatırken Ferdinand’a içinde bulunduğu durumu ve ona olan duygularını anlatır. Sonra Ferdinandın gözlerindeki bantı çekip çıkarır. Aynı anda Ferdinand’ın kuklasının da gözlerindeki bant düşer. Gerçeklerle karşılaşma anı. Müthiş bir sahne. Romence bilmenize gerek yok. Yönetmen evrensel dili kullanarak, insani duyguları çok şiirsel bir dille yansıtıyor.
Gündelik hayatın koşuşturmasında gerçeklere gözlerimiz kapalı yaşıyoruz. Sürekli birileri iplerimizi çekerek bizi istediği gibi oynatıyor. Çoğu zaman gerçeklere karşı gözümüz bantlı, ağzımız, dilimiz, elimiz, kolumuz bağlı kalmıyor muyuz? Hapsolduğumuz kendi adacıklarımızda, gözlerimizde bantlarla, gerçeklerden uzakta bir hayal dünyasında yaşarken ve birileri sürekli iplerimizi çekerken bir körden ne farkımız var? İçinde bulunduğumuz durum, Miranda ve Prosperonun hapsoldukları adadaki durumdan pek de farklı değildir.
Işıklar yandığında duvar kağıtları yer yer dökülmüş, eski duvarlar, mahvolmuş ahşap bir zemin, boş eski çerçeveler, bir ayağı ötekine göre kısa kalan ve yamuk duran bir koltuk, ahşap bir masa, iskemleler, duvara dayalı bir dolap, çökmüş bir yatak ve sayısız eski kitap görürüz. Boş çerçevler, boş umutlara, kaybedilen hayatlara ve hayallere göndermeler yapar. Oyun boyunca eski püskü ahşap dolap bir tür asansör görevi görür. Sürekli dolaptan Ariel, periler, cinler çıkar. Sanki dolap değil öteki dünyaya açılan bir kapıdır. Oyunun sahne tasarımı Dragoş Buhagiar’a ait. Romence sahnelenen oyunda sahnenin her iki yanına kurulan beyaz ekrana oyunun Türkçe çevirisi yansıtılıyor. Oyun boyunca çok güzel müzikler duyulur. Büyüleyici müziklerde Vasile Şirli’nin imzası var. Prospero bu müzikleri kullanarak adaya düşen insanlara büyüler yapar. Büyüler için eski kitaplardaki bilgileri ve bu müzikleri kullanır. El yapımı kuklalar, maskeler, kağıttan elbiseler olağanüstü bir sihir yaratıyor. Bir an oyunu yönetmenin değil bizzat Prospero’nun sahneye koyduğunu düşünüyoruz.
Sihirbaz Prospero sürekli büyüler yapan, öykü boyunca olayların kontrolünü elinde tutmaya çalışan baskın bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Oyunun akışı içinde bir an aslında herşeyin bir ilüzyon, bir aldatmaca olduğu duygusuna kapılıyoruz. Muazzam bir eskilik içinde yaşayan Perospero’nun çevresini saran “eski olma durumu”, sürekli dolaptan çıkan periler, adaya düşen garip karakterler bize sunulan küçük ip uçları olabilir mi? Prospero oyunun sonunda yere uzanır ve kağıt yığını arasında uykuya dalar. Yoksa her şey bir rüya mıydı? Bütün bu anlatılanlar aslında Perospero’nun rüyası mıydı? Kitapların, kağıt yığınlarının arasında yığılıp kalmış bu ihtiyar adamın fantazi dünyasının kurbanları mı olduk? Gerçek nerede? Zaten yaşadığımız hayat da bir illüzyon değil mi? Gerçeğin ya da hayalin nerede başlayıp nerede bittiğini kim bilebilir? O nedenle Miranda, Ferdinandın gözlerindeki bantı çekip atıyor. Gerçeklerle yüzleşmesi için. Bizim gözlerimizdeki bantları kim söküp atacak?
Seval Deniz Karahaliloğlu
0 Yorum