MAKALELER

Muhsin Omurca

2010.05.22 00:00
| | |
3535

Türkçesi: TÜRKLERİN CENNETİ, yaklaşık 30 yıldır Almanya’da yaşayan kabare sanatçımız,...


 

    Karikatür çizer gibi oynayan, çok yönlü ve çok ödüllü sanatçı, „Göçmen Kabaresi'nin Babası" olarak bilinen Kabaretist, stand-up, meddah ve karikatürist: MUHSİN OMURCA …
 
"TÜRKENHIMMEL".
 
    Türkçesi: TÜRKLERİN CENNETİ, yaklaşık 30 yıldır Almanya’da yaşayan kabare sanatçımız, stand-up’çı, ya da MEDDAH Muhsin Omurca’nın, Berlin’de Mürtüz Yolcu’nun Ballhaus’da düzenlediği  14. Diyalog Tiyatro Festivali’nde oynadığı oyunun ismi. Her zaman olduğu gibi yine seyircilerinin çoğunluğu Alman. Ya da Almancası iyi olan gençlerden oluşan Türk gençleri.

 


 
    Oyunun içeriği; isminden de anlaşılacağı gibi, Türklerin Urfa’da oluşturduğu, yenmesi yasaklanan Elmayı yiyerek üremeyi sağlayan Adem ile Havva’nın hikayesiyle başlıyor.
 
    Kendi yazdığı kabareyi oynayan kabare oyuncusu ve karikatürist Muhsin Omurca, 1979 yılından beri Almanya'da yaşıyor. Sahne arkasındayken birden kendini sahnede bulan ve ilk Almanca Kabaresi Knobi-Bonbon'u kuran Omurca, 1959 Bursa doğumlu. Esas mesleği karikatürist. Die Zeit, TAZ, Die Woche, Südwest-Presse, Wochenschau, Süddeutsche Allgemeine gibi Alman gazetelerinde karikatür çiziyor. Karikatür dalında birçok ödülü var. 1990’da Japonya'da, 1993’de İtalya'da, 1996 ve 1997 yıllarında Türkiye'de, 1997’de Kuzey Kore'de, 1999’da yine İtalya'da birçok ödüller almış. Yazdığı ve oynadığı oyun "Tagebuch eines Skinheads in İstanbul" (İstanbul'da bir dazlak'ın günlüğü), 1999 yılında Almanya'da Özel Kabare Ödülü'nü almış.

 


 
    Konusu kısaca şöyle: Almanya'da bir mahalleyi yakan Skinhead (dazlak) Hansi, önyargılarından kurtulması için Dr. Botho ve tercümanı Ali eşliğinde dört haftalığına İstanbul'a gönderilir. Omurca, yazdığı ve tek başına oynadığı bu oyunu, kendi çizdiği karikatürlerle bezemiş ve seyirciye bir karton film anlatır gibi aktarıyor. Ancak burada esas mesleği olan karikatüristliği büyük bir rol oynuyor. Çünkü, sanatçı yarattığı tiplemeleri sadece oynamıyor; adeta sahnede tiplemelerin karikatürünü çiziyor. Kısaca iki saat boyunca yazdığını oynayan bir kabare sanatçısı değil de; yazdıklarını sahnede çizerek oynayan bir kabare-karikatürist izliyorsunuz.
 
    Kendisiyle kabare, karikatür, oyunlarındaki tiplemeler ve son oyunları üzerine sohbet ettim.
 
     Knobi-Bonbon'u Şinasi Dikmen'le kurdunuz. Knobi-Bonbon'dan önceki tiyatro yaşamın?
 
    Knobi-Bonbon'dan önce tiyatro yaşamım yoktu. Hiç sahnede bulunmamıştım. Ben aslında karikatüristim. Yani mizah yapıp, mizah yazıp, mizah çiziyorum. Knobi-Bonbon'a da yazar olarak girmiştim. Sahneye çıkmam söz konusu bile değildi. Şinasi Dikmen'in beraber oynadığı oyuncu grubu terkedince, kendimi birdenbire sahnede buluverdim.
 
     Şinasi Dikmen'le çalışmanız?
 
    Kendisiyle 12 sene çalıştım. Bu sure içinde beş oyun oynadık. Ancak Şinasi Dikmen yalnız başına solo kariyer yapmak için ayrılınca sahnede yalnız kalıverdim. Ve böylece bana da solo oyun yazma ve oynama yolu açılmış oldu.
 
     Bu seni hiç korkutmadı mı?
 
    Knobi-Bonbon ismi ile 12 sene duo olarak çalıştıktan sonra birdenbire solo kabare yapmak durumunda kalınca, kendimi sahnede yalnız hissedeceğim korkusuna kapıldım. Ne de olsa iki saat seyirciyi güldürecek, eğlendirerek düşündüreceksiniz. Almanya'da 450 civarında kabare ve stand-Up sanatçısı var. Yani rekabet çok fazla. Ayrıca Alman seyircisi "profesyonel kabare seyircisidir". Biliyorsunuz geçen sene Alman kabaresi 100. yılını kutladı. Bu nedenle çıkaracağınız oyunların diğer gösterilere benzememesi faktörünü hep düşünmeniz gerekir.
 
 Tiplemeleri anlatırken karikatür çizer gibi anlatıyor, oynarken de sanki oynamıyor, karikatür çiziyorsun.
 
    İşte yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı, sahnede yalnız kalma sendromu sayesinde, karikatürlerimi de oyuna dahil ettim. Gösteri sırasında büyük bir sinema perdesine esprileri vurgulayan, veya esprilere yol veren ve onları tamamlayan 50-60 civarında kendi çizdiğim karikatürler yansıtılıyor. Böylece sahnede benim dışımda koskoca iki boyutlu bir "team" ve değişen sahne dekoru gerçekleşiyor. Bu tarzı ilk kez "Bir Dazlağın İstanbul Anıları" isimli oyunumda kullandım ve Almanya'da bir ilke imza atmış oldum. Alman basını benim bu kabare tarzımı "Cartoon-Kabare" olarak tanımladı. "Kanakmän-Gündüz Alman Gece Türk" adlı yeni oyunumda da aynı sistemi devam ettiriyorum. Zaten karikatürle kabare arasında fazla bir fark yok. Tek farkı boyut; biri iki boyutlu, diğeri üç boyutlu. Rahmetli Altan Erbulak hem karikatürist hem de kabareci idi. Almanya'da da örnekleri var: Otto ve Lorio, her ikisi de hem kabareci hem de karikatürist. Karikatür aslında kabarenin temeli; çizgilerle hikaye anlatma sanatı
 
      Önce hangisi geliyor?
 
    Sanat mağaralarda çizimle başladığına göre; önce çizim vardı. Tabii, bu her kabareciye göre değişebilir. Benim hayatımda önce çizim vardı. Ancak kabareye geçince, her ikisini de yoğurdum, bir araya getirdim. Sahnede ikisini beraber yaşıyorum.
 
    Bilinen dazlak tiplemesinin yanında, bir de Türkleri seven entel Botho tiplemesi var.
 
    Her Türk'ün etrafında onu çok seven bir Alman vardır. Bize devamlı yardım etme sendromu içindedir. Bizi neredeyse hep yardıma muhtaç "geri zekalı" yerine koyan "entel" tiplerdir bunlar.
 
     Ya "kravatlı dazlak" tiplemelerin?...
 
    İşte asıl sorun bu! Almanya'da unutmamamız gereken bu. Giyinişi ve dazlak kafasıyla belli olan "Skinhead"lerin dışında, gizli olan kravatlı, saçlı dazlaklardır esas tehlikeli olanlar. Yüz metreden bir dazlak gördüğünüz zaman yolunuzu değiştirerek önlem alabilirsiniz. Ancak etrafınızda bir sürü gözlüklü, iyi giyimli, entel geçinen ve bizi sever görünen "dazlaklar" var. İşte onlar daha tehlikeli!..
 
     Diğer oyunun "Kanakmän"; konusunu özetler misin?
 
    Alman vatandaşlığına geçen Hüsnü'nün başına olmadık işler açılır. Bir yandan Almanya'daki "Ausländer"liğine yani yabancılığına son vermek, diğer yandan da "hem orada hem burada resmen vatandaş" olmak hayalleri ile Alman vatandaşlığına başvuran Hüsnü, Alman pasaportuna kavuşur. Ancak kanunlar değiştiğinden Türk pasaportunu geri alamaz. Artık sap gibi Alman olmuştur. Önceleri Almanya'da Ausländer yani yabancı iken, birdenbire kendi memleketinde de yabancı statüsüne düşmüştür. Üstelik kimse Hüsnü'nün Alman olduğuna inanmamaktadır...
 
    Alman değil, mizah figürü olmuştur. Sonuçta elindeki Alman pasaportu, Hüsnü'nün elinde sihrini yitirmiş, tatsız tuzsuz pamuk helvaya dönmüştür.
 
     Son oyunun TÜRKENHİMMEL ile ilgili neler söyleyebilirsin? Hangi konuları işliyorsun?
 
    Habire „içsel değerlerden“ sözediyoruz: iman, vatanseverlik, aşk, sadakat vs...
 
    Bunları „en büyük“ değerler olarak görüyoruz. Hep bu kavramlar yüzünden birbirimizle hırgür oluyoruz.
 
    Bakın insanların en büyük sorunları hep bu „değerler“ yüzündendir. İyi de eline beş liralık bayrak alan hemen kendini memleketin tapusunu aldım sanıyor. Sana bana da kabul ettirmeye çalışıyor. Beş liralık hacı traşı olan veya örtüyü takan da anında „inançlı“ oluveriyor. „Seni seviyorum“ deyince „artık benim malımsın“ demeye getiriyorlar. Kursu yok, okulu yok, imtihanı yok, mesaisi yok, üç kuruş ceremesi yok, lakkadanak iki kelimeyle milliyetçi oluyor, dindar geçinebiliyorsun. Bu haliyle de istismara ardına kadar açık durumlar.
 
    Bir an önce bu değerleri ölçecek bir alete ihtiyaç var. Alkolmetre gibi. „Ennnn milliyetçi benimmm! Ennn dindar benim!“ mi diyor; dayayacaksın ağzına aleti, üflettireceksin. „Üfleee! Bakalım kaç promilmiş dinin imanın!“
 
Aldığın olumlu-olumsuz tepkiler? Örneğin, Hamburg'ta bir başörtülü seyircin "Cennete bir iki" adlı oyununu protesto etmiş. "Türkenhimmel" ile bu oyun aynı mı?
 
    Evet iki oyun da hemen hemen aynı.
 
    Oyunun giriş bölümünde „Cennet, Adem-Havva ve elma“ olayını çok kısa bir iki cümle ile anlatıyorum, „Tanrı ikisine elmayı gösterip „YASAK, YEMEYECEKSİNİZ!“ dedi. Parmağıyla ikaz edip uzaklaştı. Yaradan köşeyi dönüp kaybolunca kopardılar dalından, ham yaptılar elmayı.
 
    Başörtülü bayan fırladı ayağa, paldır küldür çıktı dışarıya. Beş dakika sonra söylene söylene gene girdi içeri. Girmeler çıkmalar söylenmeler. Ara verdiğimde hemen sahneye yönelip bağıra bağıra bu repliği protesto ettiğini, çok rencide olduğunu söyledi. „Anlayamadım, nedir bunda sizi rencide eden?“ diye sordum, aynen şu cevabı verdi „Yaradan köşeyi döndü! dediniz, nasıl dersiniz böyle birşey!“.
 
    Oysa oyun daha piyasaya çıkmadan önce, metni başörtülü arkadaşlarıma verip fikirlerini sormuştum. Onlar da „daha sert olabilirdi, kaldıramayacağımızı mı düşünüyorsun yoksa? O kadar da değil yani!“ demişlerdi.
 
Senelerdir oyunlarını seyrediyorum. Son oyunun "Türkenhimmel" senin oyunculuğunu daha bir oturmuş gördüm. Sahneye ve seyirciye daha bir hakim olduğunu gözlemledim. Seneler geçtikçe içinde yaşadığın Alman toplumunu daha iyi tanımanla mı ilgili? yoksa oyunculuğunla mı? Ya da işlediğin konuyu iyi bilmenle mi?
 
    Fenerbahçe de hergün iyi oynamıyor.
 
     Oyuncu olarak, Alman seyirci ile Türk seyirci arasında, oyun sırasında gösterdikleri reaksiyonlar arasında farklar var mı?
 
    Var. Hatta Almanya veya Avusturya'da yaşayan Türklerle, Türkiye'deki Türk seyirci arasında bile farklar var. Aslında bu konuya sanat tarihçileri el atsalar iyi olur, derya gibi malzeme var. „AB'ye Damsiz Girilmez“ oyunumla iyi bir test yapma imkanım oldu. Oyunu, Almanca orijinaline büyük oranda sadık kalarak Türkçeleştirdim. Bir hafta içinde hem İstanbul hem Yalova'da sahneledim. İstanbul seyircisi ile hemen karşıdaki Yalova seyircisi arasında Marmara fay hattı kadar fark var. Türkiye'de seyirci, oyunun siyasi dozajı arttıkça tedirginleşiyor, kendini kasmaya başlıyor sanki. Kafasından o an „Lan oğlum, bırak şimdi bu konuları, bizim de başımızı belaya sokucan, toptan götürteceksin hepimizi nezarete!“ diye geçiriyor belki. Avrupalı o konuda acayip rahat.
 
Zaman zaman oyunlarını İstanbul'da sergiledin. Oyunun içeriğinde, örneğin Türkçe sergilerken değişiklik yapıyor musun? Son oyununu örnek verecek olursak; içeriğine dokunmadan, olduğu gibi tercüme ederek Türkçe oynar mısın?
 
    Bu haliyle oynamam. Girerim memlekete ama çıkamam. „Açmam açamam, söyleyemem, çünkü deriiiiindeeeee! Bir yaaaaareeeesiiii vaaaaaAAAr kiiiiii...“
 
    Neyzen Tevfik şimdi yaşıyor olsaydı ömrünün büyük bölümünü mahkemelerde ve hapislerde geçiriyor olurdu. Şair Eşref'i lime lime ederler, evinin etrafına „git bir daha dönme“ diye yazarlardı.
 
    Bakın Devlet Tiyatrosu'nda şu sıralar bir Osmanlı krizi var malum. Cervantes'in „Büyük Sultan“ oyununda „Osmanlıyı aşağılayan bölümler olduğu“ gerekçesiyle İspanyol yönetmenle Tiyatro arasında sorun çıktı. Hatta oyuncular bile „metni bu haliyle oynayamayız“ demişler. Rejisör de „bu yüzyılda Cervantes'i sansürletmem“ diye diretince diplomatik kriz çıktı. Ama anlaşma imzalanmış. N'olcak şimdi? Bence bizimkiler galada rejisöre çaktırmadan değiştirdikleri metinle oynayacaklar oyunu. Bir kez oynayıp rafa kaldıracaklar göreceksin.
 
    Tabii ki memlekette oynayacağım „Cennete Bir Iki“yi, ama „Light“ versiyonunu.
 
1979'da ilk gelişin Frankfurt'a oldu. Üniversite eğitimi yapmak için geldin. 60'lı yıllarda ilk gelenler gibi "kuşlu tahta bavul" yoktu yanında. Fakat bavulunda Türkiye'de çizmiş olduğun karikatürler vardı. Bunlar işine yaradı ve ismin duyuldu. Bu olayı anlatır mısın? Karikatürcülüğünün tarihçesi?
 
    Evet sermayem o karikatürlerdi. Almanya'da bir sergiye katılmıştım iki tanesiyle. Bir Rus Kültür Ataşesi de açılışta benim karikatürler yüzünden stres yapmış -ben yoktum orada-. Ertesi gün Alman gazetelerinde okudum. Ataşe „bu karikatürler bizi eleştiriyor, kaldırın sergiden“ falan diye üsteleyince, Alman organizatörler de „o zaman hemen sergiyi iptal ederiz“ restini çekmisler. Eh Almanya burası, fikir özgürlüğü de burada din gibi kutsal. Bir hafta sonra Südwest-Presse gazetesinde karikatürist olarak çizmeye başladım. 12 sene sonra Süddeutsche Zeitung'a transfer oldum.
 
    1974 yılından beri de İstanbul Karikatürcüler Derneği üyesiyim.
 
Senelerdir yaptığın bu gösteri çeşidine Türkiye'de 30-40-50'li yıllarda Meddah adı veriliyordu. Şimdi ise ise Amerika'da olduğu gibi Stand-up deniliyor. Ata Demirer, Cem Yılmaz, Engin Günaydın gibi Stand-up'çıları takip edebiliyor musun? Sen de kendini Meddah olarak görüyor musunuz?
 
    Meddah bitti. Ramazan çadırlarında can çekişiyor. Apolitize edilmiş, milli, dini duyguları körüklenmiş topluma Amerikalıların Stand-Up'ı ilaç gibi geldi. Reddettiğimi söylemiyorum.
 
    Ata Demirer'in, Cem Yılmaz'ın gösterilerini izlemek için bir geceliğine ekstra İstanbul'a gitmişliğim var kaç kere. Ben sadece eskiden Uğur Yücel'lerin, Ferhan Şensoy'ların yaptığı iğneli-cuvaldızlı „kabarenin“ büyük eksikliğini hissediyorum Türkiye'de. „Stand-Up“ ile „Kabare“ farklı kulvarların gösterileridir, seyircileri de farklıdır. Biri futbol ise diğeri basketboldur. Biri „arabesk“ ise diğeri „Türk sanat müziğidir“. Ben iyi basket oynayan, fanatik bir futbol seyircisiyim. Sanat müziği repertuarım gayet iyidir, iyi söylerim, fakat Mine Koşan, Orhan Baba, Müslüm dinlerim.
 
      Oyunlarından hangisi daha çok beğenildi? Hangisini daha çok sergiledin. Birkaç örnek verebilir misin?
 
    „Kanakmen – Gündüz Alman Gece Türk“ yıllardır hala istenen bir oyun. Galiba 700 gösteriyi buldu. Sürekli güncelliğini koruyan bir oyun. Ayrıca çesitli kongrelerde, istenen sürelerde, istenen sıklıkta sahneye çıkıp, konuşmalardan-tartışmalardan bunalmıs davetlileri zırt pırt canlandıran bir oyun.
 
    „Bir Dazlağın İstanbul Anıları“ ise Alman Kabare Ödülü’nü aldı. Doğu Almanya'da hep polis koruması altında oynadım bu oyunu.
 
    „AB'ye Damsız Girilmez!“ ve Almanca versiyonu, eh malum, konu artık iki tarafın da gündeminde olmadığı için kendiliğinden rafa kalktı. Özellikle üniversite ve siyasi çevrelerin çok sevdiği bir oyundu. Son kez, geçen yıl Toronto Üniversitesi’nin davetiyle gidip orada sahneledim.
 
    "Cennete Bir Iki”nin Almanca versiyonu için Alman basınında „dahiyane“ gibi övgüler çıkıyor. Oyun henüz taze sayılır. 30 gösterim ancak oldu. Fakat yoğun bir davet var.
 
     Yaklaşık 30 yıldır Almanya'dasın. Türklerin uyumu üzerine neler söyleyebilirsin?
 
    Yok böyle birşey ya. Kim kime ne uyumu? Bıktım artık bu konulardan. Herkes herkesi olduğu gibi kabul eder veya etmiyorsa psikoloğa gider. Almanca öğrenmek istemiyorsa adam bana ne, sana ne? Kendi tercihi. İlla kariyer mi yaptıracağız elemana? Yok yani kariyer yapar sonra da „başımıza patron kesildi“ diye dert yanarlar. Bu uyum meselesi Almanların yeni milli sporu oldu, Türkleri de top yaptılar...
 
 
ADEM DURSUN
Mayıs 2010
[email protected]

 

Anahtar Kelimeler: Muhsin Omurca



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir