Suya sabuna dokunan' bir sanatçımız: İLYAS SALMAN...
Yönetmenliğini Deniz Sözbir'in yaptığı, yapımcılığını Semra Güzel Kader'in üstlendiği, Berlin Wüttenberg Film Akademisi, Groteks Film ve Domar Film ortaklığı ile çekilen, İlyas Salman'ın başrolünü oynadığı ve Berlinli sanatçımız Serpil Şimşek Bierschwale'nin de oynadığı HASAN'IN SON TANGOSU / HASANS LETZTER TANGO adlı orta metrajlı (40-60 dakikalık film) filmin çekimi tamamlandı.
Yıllarca Berlin'de küçük bir market işleten Hasan (İlyas Salman), vatanına kesin dönüş kararı vermiş, marketini satmıştır. Bir ömrünü verdiği Berlin'i terk etmek kolay değildir Hasan için. Sıkıntılı günler geçirmektedir; huzursuzdur, uyku uyuyamaz geceleri. İşte bu uykusuz gecelerden birinde kendini bir gece kulübünde bulur. İlk kez gittiği gece kulübünde dansçı kızla tanışmasıyla Hasan'ın dünyası değişir; yeni bir maceraya sürüklenir.
1970'li yılların sonlarından, yaklaşık kırk yıldır, gerek tiyatrodan gerekse sinema filmlerinden tanıdığım İlyas Salman'ı, Berlin'de çekilen “Hasan'ın Son Tangosu” adlı filmin setinde ziyaret ederek, “Kolay gelsin” dedim. Orada çekimler arası, ayak üstü başlayan sohbetimize dergimiz Merhaba'da devam ettik.
İlyas Salman, senelerdir “Suya sabuna dokunan” bir sanatçımız oldu. Bu yüzden de başı hiç dertten kurtulmadı. Sohbetimiz sırasında kendisine sunduğum “Yaşamlarını Tiyatroya Adayanlar” adlı kitabımın ilk sayfasına yazdığım “Suya sabuna dokunan İlyas Salman'a sevgilerimle” yazısını okuyunca; “Suya sabuna dokunmayan sanatçı kirli kalır. Suya sabuna dokunmak bir sanatçının görevidir!..” diyerek, bir sanatçı olarak nerede olduğunu belirtti.
1948 yılında doğduğu Malatya'nın Arguvan ilçesinin gecekondu mahallesinden, Ankara'ya gelip, konservatuvar imtihanlarına girerek, oyunculuk eğitimi alıp, kendi deyişiyle “Halk'a MAL” olmayıp, “Halk'a MÄL olmuş” olan İlyas Salman'ın hikayesidir bu söyleşi.
Her söyleşimde olduğu gibi, ben aradan çekilerek sizleri onunla başbaşa bırakıyorum:
Okulumuz 10-12 km uzaktaydı...
Köyümüzde ilkokul yoktu. 10-12 km uzaktaki okula giderdik. Öğretmen babama “Bu çocuğa dikkat edin, bu çocukta iş var, okutun” demiş. Bir gün babam bana “Oğlum Ellas,” bana öyle derdi,
“büyüyünce ne olacaksın?, ben de ona “Adam olacağım Vahap”, babama ismiyle hitap ederdim, dedim. Oldum mu olamadım mı; bu tartışılır. Sabahları dörtte kalkıp, fırından simit alıp mahallelerde satardım. Eve gelip okul torbamı alıp okula giderdim. Bir de bir şişe benzin alır, benzinli çakmakları olanların çakmaklarını doldurup para kazanırdım. Önceleri yırtık lastik ayakkabılar (!) vardı ayağımda. Daha sonra ise nasılsa çarık alınmıştı bana; çok sevinmiştim.
Öksüz Mehmet rolüyle sahneye...
İlkokul beşinci sınıfta, Tansel öğretmenimiz “Öksüz Mehmet” isimli bir oyun yazmış. Oyunda rol alacak öğrencileri seçmek için sınıfları dolaşıyordu. O zamanlar bizler bina da değil de, Amerika'nın verdiği yeşil barakalarda okuyorduk. Tansel öğretmen aradığı oyuncu tipi için bizim sınıfa da geldi. Hepimiz önünden geçtik. Sıra bana gelince, ben ince kuru ve çirkin, bana rolü verdi. Yani beşinci sınıfta tiyatro ve sahneyle tanıştım. O sahne mikrobu denen tozu yuttum ve de iflah olmadım. Önce kendi okulumuzda, daha sonra ise Malatya'nın çeşitli ilk, orta ve liselerinde oynayarak ilk tiyatro turnesine çıktık. Ve ben, seyircilerde alkışı, gülmeyi ve gözyaşını gördüm. İşte o sırada oyunculuğun okuluna gitmeyi kafama koydum.
Ya polis ya da öğretmen...
O zamanlar devlet memurluğunun bir ağırlığı vardı. Babam ya polis ya da öğretmen olmamı istiyordu. Oysa ben kararımı vermiştim: Ankara'ya gidip konservatuvarda okuyup oyuncu olacaktım. Malatya Turan Emeksiz Lisesi'ni (şimdi maalesef Malatya Lisesi) bitirip, otobüsle Malatya'ya gittim. Tahtakurularıyla dolu bir otelde geceleyip, imtihanlara girdim. Mahir Canova ve Cüneyt Gökçer sınav hocasıydılar. İmtihanda Nazım Hikmet'in “Bir Küvet Hikayesi” adlı parçasından hem aldatılan hem de aldatan koca rolünü oynadım. Dört binin üzerinde öğrenci sınava katılmıştı. Alınacak sayı ise sadece altı öğrenciydi. Kazananlar listesinde ikinci sıradaydım; yani kazanmıştım.
Tiyatro ve sinema...
Oyunculuğa İst. Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nda başladım. Sırasıyla Üsküdar Tiyatrosu ve 1997'den 2000 yılına kadar Ankara Birlik Tiyatrosunda sahneye çıktım. 1977'de Avni Dilligil En İyi Tiyatro Oyuncusu seçildim. Sinemaya geçişim Şener Şen'in beni Atıf Yılmaz'a tavsiye etmesiyle Cüneyt Arkın'la Baskın filminde 1977 yılında oldu. Arkasından Çöpçüler filmi geldi. Yıl yine 1977 idi. Günümüze kadar 60'ın üstünde filmde oynadım. En son oynadıklarım: Mısır Adası (2014), Lala Gece (2012)... Hasretim Sansürlüdür adlı şiir kitabım, Türksolu dergisindeki makalelerimden oluşan Kırmızı Beyaz isimli kitabım ve de müzik-şiir albümlerim vardır. Lal Gece filmindeki rolüm için de Altın Koza Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu Ödülü verildi.
15 yaşında et yedim...
Babam, Malatya Buğday Pazarı'nda hamallık yaptığı sırada, bir gün eve yarım kilo ciğer getirdi. Ciğer ortaya konduğunda, hepimiz elinde kaşıkla bekliyorduk. Annem ve babam sofradaki ciğerden pay almak istemediler. Ben de en büyükleri olduğum için, elim ciğerlere gitmedi bir türlü; kardeşlerim yesinler diye. Onlar yediler bitirdiler. Şu anda 67 yaşındayım, hala o yiyemediğim ciğerin kokusu burnumdadır!..
Aktörlüğün hor görüldüğü dönemler...
1978 yılıydı. Kibar Feyzo filmini çekiyoruz. Suriye sınırına yakın Hatay/Reyhanlı'dayız. Yönetmen Atıf Yılmaz. Ben, Kemal Sunal, Şener Şen ve Adile Naşit. Filmin çekimlerini yaptığımız arazinin sahibi köyün ağası bizlerle tanışmak istemiş. Gitsen bir türlü, gitmesen... Gitmesek izin vermez çekmemize; gittik. Beyaz takım elbiseler içinde ağa geldi, bizleri bir süzdü. Adile Naşit'e bakarak “Kız, sen nasıl artiz oldun?. Adile anamız “Babam çok iyi bir oyuncuydu. Onu hep izleyerek öğrendim, oyuncu oldum...” dedi. Sıra bana gelmişti: bana baktı baktı...bir şeye benzetemedi; “Ula, hıyar, sen nasıl artiz oldun?..” İşte böyle, aktörlüğün hor görüldüğü bir dönemde büyüdük bizler.
Küskünlük...
Ben, hep suya sabuna dokunan bir sanatçı oldum. Suya sabuna dokunmayan sanatçı kirli olur!.. Suya sabuna dokunmak, hep evet dememek, hayır demek bir sanatçının görevi olmalıdır!..Ben zengin bir adam değildim; onların parası benden hep fazla oldu. “Bu aykırı adama iş vermeyelim; aç kalsın!..” diye düşündüler. Oysa benim aç kalmayacağımı birazcık düşünmüş olsalardı; bilirlerdi. Türkiye'de üç kapıyı çalsan, iki kapı açılır bir tas çorba veren olur insana. Ben, midesiyle değil de, beyniyle yaşayan bir insanım. Bunlar bunun farkında değillerdi. Yıllarca bana iş vermediler. Hiç umurumda değil. Ben ahırda da yattım, dünyanın en lüks otellerinde de yattım. Bana hangisi rahattı diye sorsalar, seçemem. Niye biliyor musun: İnsan uyuduktan sonra duvarları göremiyor. Nerede yattığın değil, kiminle yattığın önemli olan!..
Dalkavuk ve soytarı...
Oğlum Temmuz Ali, Bilgi Üni. Sinema Bölümü'nü bitirip diplomasını aldığı gün ona “Oğlum,sen de benim gibi bu işi okulunda okudun. Ne yapmak istiyorsun?”diye sorduğumda: “Baba, ben senin gibi soytarı olmak istemiyorum; yönetmenlik yapacağım” dedi. Ben de ona dedim ki: “Saraya dalkavuk olacağına halka soytarı ol!.. oğlum. “ dedim.
Ne kızım Devrim, ne de oğlum Temmuz, her ikisi de, hiçbir yerde “Biz, İlyas Salman'ın çocuklarıyız” dememişlerdir. Her ikisi de benim gölgemde yaşamamışlardır. Gün gelip, iyi işlere imza attıklarında: “İlyas Salman'ın oğlu ve kızı” dediklerinde ben mutlu olurum...
Anahtar Kelimeler: ilyas salman
0 Yorum