“Bir adam vardı. Yaşamı boyunca tek bir şey aradı. Bulamayınca kurtuluşu çalışmakta buldu” Sahne karanlık. Loş bir ışıkta Ali Seçkiner Alıcı’nın sesini duyuyoruz. Harika bir şarkı söylüyor. Azizname oyununun açılış sahnesi. Oyuncular Turgay Erdener’in yaptığı müziklerle izleyiciyi selamlıyorlar. Bu selam herkese. Sana bana, ona, hatta selam bile vermek istemediklerimize. İyiler, kötüler, bütün meslek grupları, yediden yetmişe içinde yaşadığımız bu toplumu oluşturan iyilikte ve kötülükte payı olan herkese gidiyor. En sonunda dünyaya açılıyoruz. Hey Obamaaaa, hey Putin diyerek Allah’ın selamını onlara da gönderiyoruz. Sonuçta gezegenimizin bu hale gelmesinde onların hatırı sayılır katkısı var…
Teker kırıldıktan sonra akıl öğretenler merhaba,
Biçimsel demokrasi teresi merhaba,
Sesimi duyar mısın ey özgürlük merhaba,
Söylenmemiş en güzel merhabalar,
Gelecek güzel yarınlar merhaba,
Yani, sözün özü herkes bu merhabadan payına düşeni alıyor.
İzmir Sanat’tayız. Büyük usta Aziz Nesin’in doğumunun 100. yılı şerefine, Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahneye konulan Azizname oyununu izliyoruz. Yücel Erten’in yönettiği oyunda başrollerini Bülent Yıldıran, Mehmet Ulusoy, Zeynep Ekin Öner, Hakan Güven, Ali Seçkiner Alıcı, Nalan Güreş, Özgürcan Çevik ve Yıldırım Şimşek paylaşıyorlar.
Oyunun yönetmeni Yücel Erten Azizname’yi neden sahneye koyduğunu şöyle anlatıyor. “Şimdi Azizname’yi ilk sahneleyişten tam 20 yıl sonra, Aziz Nesin’in 100. yaşına armağan olarak Ankara Sanat Tiyatrosu’nda seyirciye “merhaba” diyecek, “selam” verecek, ama “alacakaranlık” da diyecek. Belki içimiz burkularak göreceğiz ki, ne o güler yüzlü eleştiri, ne de neşenin ardına gizlenmiş o acıklı sosyoloji, yani o “alacakaranlık” hala aşılamamıştır. Umalım ki Nesin ustanın kimini yarım yüzyıl önce dile getirdiği yergi ve taşlamalar tez zamanda yurdumuzda modası geçmiş, eskimiş olsun. Buna inanın o da sevinirdi. Keloğlanlar, Nasreddinler, Yunuslar, Pir Sultanlar, Nazımlar diyarının “aziz” evladı, mizah ve yazın ustası, yılmaz aydınlık savaşçısı, 100. yaşın kutlu olsun.”
“Susmak dırdırdan daha hayırlıdır” diye başlıyor “sus, sus” bölümü. Ali Seçkiner Alıcı orkestra şefi rolünde. Bir senfoni orkestrasının şefi gibi oyuncuları idare ediyor. Bir insanın doğumundan ölümüne kadar bütün bir hayatı boyunca nasıl susturulduğunun hikayesini anlatırlar. Bu aynı zamanda, “sen, sus bakayım” emir cümlesinin bütün bir topluma nasıl öğretildiğinin de hikayesidir.
Ezberci bir anlayış, düşünmeden sadece belletileni tekrarlayan papağanlara dönüştürülen insanlar. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan politikacılar. Ellerine tutuşturulan konuşmayı gittikleri her yerde tekrarlayanlar. Mesela, açılış için bir konuşma yapması istenen müftü tren yollarının açılışında yaptığı konuşmayı davet edildiği düğünde de tekrarlamaya kalkınca kıyamet kopar. Bu ezberci, ısmarlama anlayışla yaşayan sadece din adamları değildir. Bu ısmarlama yaşama anlayışından gazeteciler, yazarlar da paylarına düşeni alırlar. Çalıştığı yayınevinin editörü tarafından “çapkın bir hikaye yazması” konusunda zorlanan yazar da bu açmazı bizzat yaşayarak görür. Derginin editörünün istediği türde çapkın hikayeyi bir türlü yazamaz. Çünkü erotik başlayan her hikaye mutlaka gelir hayatın sıkıcı gerçeklerine dayanır. Ödenemeyen faturalar, borçlar, hayat pahalılığı, emekleri sömürülen çalışan sınıf, açlık sınırının altında bir gelirle hayatta kalmaya çalışan fakir insanlar. Hepsi çok tanıdık geliyor değil mi? Örneklerine çok rastladığımız bir tür de yalakalar. Özellikle taksi şoförü. Kraldan çok kralcı geveze taksici. “Çaldılar ama yaptılar” mantığının ateşli savunucusu. “Neymiş adam yemiş. Ne kadar yiyor o kadar çalışıyor. İnsan bu yiyecek. Büyük iş yapın, büyük kaldırın. Neymiş efendim çalıyorlarmış. Sen de çal. Ben şu dürüstlük taslayan tiplere çok sinirleniyorum. Kendi yemez, başkasına da yedirmez. Çok yemiş, çok iş yapmış.” Aynı sözleri hiç düşünmeden papağan gibi tekrarlayan bu “ömür törpüsü” hırsızlığı destekliyor. Çünkü aynı hayat görüşünü paylaşıyor. Ona göre çalma, çırpma, sahtekarlık, aldatma, dolandırma gayet normal bir durum. Dürüstlük, ahlak sahibi olmak ise istenmeyen, aşağılanacak bir işgüzarlık olarak algılanıyor. Bir çeşit ahmaklık durumu yani. Ahlaksızlık bizim içimize mi işlemiş? Biz hep böyle miydik?
“Güleriz, ağlanacak halimize” dedirten bir hayatı güle oynaya yaşayan bir toplumun bin bir yüzünü alaycı bir dille hikayelere döken Aziz Nesin bu öyküleri neden yazdığını şöyle açıklıyor. “Bana sunulan gözyaşlarını imbikten geçirerek kahkahaya dönüştürdüm. İnsanların kendi kötülüklerine gülmelerini sağlayarak kendimden ve insanlardan intikam aldım.”
Bir de bir türlü tedavi edilemeyen bir “padişahlık” saplantımız var. Beyaz kavuk giyilir, bir de kaftan kuşanıldı mı alın size tosun gibi bir adet padişah. Çevrede ki bazı münafıklar inanmaz sorarlar. “Nereden belli senin padişah olduğun? Bize üç şey söyle, sana inanalım.” Padişah (Bülent Yıldıran) kullarını üç veciz cümle ile ikna eder. Bir, kaftan giydiğimden. İki, yüksek bir yere çıktığımdan ve üç, büyük laf ettiğimden.” deyince çevresini saranlar kolayca ikna olurlar. Tabii bu durumda toplumun zeka seviyesi konusunda ciddi şüpheler oluşur. Padişah sürekli tekerlemelerle konuşur. Hani, “bir berber bir berbere gel berberistanda bir berber dükkanı açalım” demiş misali tekerlemeleri ardı ardına son derece hızlı bir biçimde söyler. Etrafını saran avanaklar da ağızları beş karış açık büyük bir bilgenin söylediği çok büyük sözlermişçesine dinlerler. Arada bazı akıllılar ortaya çıkıp “yaaa, adam zır deli, söylediklerinin hiçbir mantığı yok, adam resmen saçmalıyor” dese de diğerlerine bir türlü gerçeği kabul ettiremez. Padişahın yumurtladığı her saçma tekerlemeyle birlikte gerçeği görenler “adam tozuttu iyice” dedikçe, ahali “Padişahım çak yaşa !” diye bağırır. “Bu adam iyice azıttı” deyince dalkavuklar cevaplar “Bize azıtıyor. Sana ne? Padişahım çok yaşa!!!” Yani padişahın yalakaları, aptal olmaktan öte kraldan daha çok kralcıdır. Bu zırvalamaya daha fazla tahammül edemeyen bazı akıllılar padişahı yakalayıp tımarhaneye götürürken padişah tehditlerine devam eder. “Bir dahaki cülusumu bekliyorum. O zaman ananızı belleyeceğim” deyince ironik bir yanıt gelir. “Ohooooo, daha cülusunu bekleyen nice padişahlar var?” Sahi, bu padişah kontenjanında daha kaç tane deli var tımarhanelik?
Bölüm aralarında, hikayeden hikayeye geçerken müzikli, şarkılı danslar izliyoruz. Özellikle şarkıların sözleri ince göndermeleriyle gülümsetiyor ve güçlü bir mizah içeriyor. Özellikle gazel bölümü oyunun unutulmaz bölümleri arasında yer alıyor. “Madem ki mümkün değil mutlu etmek herkesi, alın size başka bir demokrasi. Rahat isteyenlerin sakın çıkmasın sesi”. Argoda, “kafa ütüleme” anlamında “gazel okuma” denir. Yani, toplum duymak istemediği konularda, işine gelmeyince, gerçeklerden rahatsız olunca kısaca “gazel okuma” der. Evet, gerçeğin sesi gazellerde ortaya çıkıyor. Bu harika “gazel okuma” bölümü kendi içinde muhteşem bir ironi barındırıyor. Müzikler çok güzel ve bu şarkıları seslendiren sanatçıların da çok başarılı olduğunu söyleyelim.
Yapılan ihtilallerin gerekçesi daima hazırdır. Biz bu ihtilali, “halkın iyiliği” için yaptık derler. Peki, bu toprakların gerçek sahipleri Anadolu köylüsü bu konuda ne düşünür? Mesela, bir köy kahvesine gitsek, sohbetlere konuk olsak, hikayelerini dinlesek, biz ne söylerler? Köylülerden biri “emmi sen bilin, bu 27 Mayıs neden yapıldı ki?” diye sorunca elinde tespihi köy kahvesindeki emmi (Mehmet Ulusoy) anlatmaya başlar. “Ben politikadan anlamam, çakmam ama sana bizim Yaylı Yahya ve Şükrü Efendi’nin hikayesini anlatayım. Şükrü Efendi (Bülent Yıldıran) bir gün traktörüyle kasabaya doğru gider. Yolda Yaylı Yahya’ya (Hakan Güven) rastlar. Yaylanarak yürüdüğü için ona yaylı demişler. “Nere gidiyon? Kasabaya. Ben de oraya gidiyom. Hadi, atla” deyince Yaylı Yahya traktöre biner. Yolda giderlerken taze bir sığır tersi görürüler. Şükrü Efendi’nin hınzırlığı tutar. Len, yaylı sen bu traktörü istiyon mu? Heee. Aha, yol kenarında taze bir sığır tersi var. Onu yersen sana bu traktörü veririm”. İlk önce tepki vermeyen Yaylı düşünür. Traktörü istiyor ama pislik yemek? “Tamam” der. Yol kenarındaki sığır tersini yalayıp yutar. Traktörü alır, direksiyona geçer ama sığır tersi içine oturur. Dönüş yolunda tekrar taze bir sığır tersi daha görürler. Şükrü Efendi traktörü yok yere kaybetmiş olmaktan huzursuz, mutsuz, Yaylı yemek zorunda kaldığı pislikten dolayı hazımsız rövanşı almaya kararlı sorar. “Traktörünü geri almak istiyon mu? Heee. Aha, şu inek tersini yersen traktör senindir. Traktörünü verdiğine bin pişman Şükrü Efendi ham hum şaralop inek tersini gövdeye indirir. Tekrar traktörünün direksiyonuna geçer. Biraz giderler. İkisine de tuhaf bir durgunluk gelir. Yaylı Yahya düşünür. Yola çıkarken traktörüm yoktu. Şimdi dönüş yolunda yine yok. Yaaa ben neden yedim bu boku? Şükrü Efendi düşünür. Yola çıkarken bir traktörüm vardı. Şimdi de var. Ben niye yedim bu boku? “Hakketen biz neden yedik bu boku?”
Hikayeyi seven köylü üsteler. Yaaa, peki 31 Mart neden oldu biliyon mu? “ Yok bilmem ama sana bizim kasabadaki Çarpık Memiş Ağa (Ali Seçkiner Alıcı) ile Çalık Oğlanın (Yıldırım Şimşek) hikayesini deyivereyim. Bir gün kasabanın ortasında Çalık Oğlan dövüne dövüne dua ederken oradan geçen Çarpık Memiş sormuş. “Neden dövünüyon Çalık? Dua ediyom. Benim hasta anam ölse. Bubam yeniden evlense. Eve genç, taze bir gelin gelse. Hem bubam sevse, hem ben sevsem” Aradan bir ay geçer, yine aynı meydan, ortasında Çalık Oğlan. Bu sefer hem ağlar hem dövünür. Memiş Ağa merak etmiş. “Hayrola Çalık ne oldu? Hem ağlıyon, hem dövünüyon. Duam kabul oldu ama tersinden. Anam değil, bubam öldü. Anam genç bir adamla evlendi. Şimdi adam hem anamı seviyo, hem de beni seviyo” Eeee emmi sen neden anlattın şimdi bu hikayeleri. Cevap tam da Anadolu köylüsünün bilgeliğine yaraşır niteliktedir. “Hiiiiç öylesine anlattım işte”.
Oyunun belki de en güzel bölümü dört Osmanlı Paşasının bir araya gelip radyo evini basıp ihtilal yapmaya kalkışmasıdır. Dört Paşa ihtilalin fiyaskoyla sonuçlanması ihtimaline karşın ellerinde müzik aletleriyle bir fasıl heyeti oluşturarak radyoda ihtilal yapmaya karar verirler. İhtilal komitesinden ilk şarkı. “Dönülmez akşamın ufkundayım. Vakit artık çok geç.” Sonra “ Bir ihtimal daha var. O da ölmek mi dersin?” Cümbüş (Hakan Güven), tef (Bilent Yıldıran), ud (Özgürcan Çevik) ve kanundan (Ali Seçkiner Alıcı) oluşan fasıl heyeti inanılmaz başarılı bir ihtilal teşebbüsünde bulunurlar. Sesler harika, müzik aletlerini çalma konusunda sanatçılar çok iyi özellikle kanun taksimi unutulmazlar arasında yerini alıyor. “Bir bahar akşamı rastladım size, telaşlı bir sevinç içindeydiniz” Veeee kıvrak bir parçayla ihtilalimizi bitirelim. Övreke yolları dar, dar bana bakma benim yarim var.” Elektrikler gittiği için bizimkiler bir türlü ihtilal yapamıyorlar. Daha sonra telefonla herkesi aramak gibi çok mantıklı, müthiş bir fikir geliyor akıllarına. Böylece Miralay Ebu Hicap yanlışlıkla sadrazamı arayıp ihtilali bizzat kendisi haber veriyor. Daha sonra da “Titrerim ben baktıkça istikbalime” şarkısını okuyor. Ve “dürüyemin güğümleri kalaylı” parçası eşliğinde pantolonları dizlerine kadar sıvanmış, ayaklarında takunyalarla paşaları görüyoruz. Övreke radyosunda ihtilal bildirgesini okumaya çalışıyorlar. Mizahın, müziğin tavan yaptığı an. Salon alkıştan yıkılıyor. “Ne olur, siz mümkünse her akşam bu fasıl heyetiyle radyo evini bassanız, ihtilal yapsanız? Mümkünse bizim şehirdeki radyo evine her gece gelseniz” diyesi geliyor insanın. Tüm zamanların en matrak fasıl heyetini çılgınca alkışlıyoruz.
Sanatçıların anın duygusunu yakalamadaki başarısı muazzam. Özellikle traktör sahnesi bir harika. Traktörün marşına basılması. Gar, gar, gar…Bir türlü almayan marşın sesi. Ses efektleri. Traktörün tepesinden zıplayan köylüler. Toprak yolda sarsılarak gitmeye çalışan köylülerin görüntüsü. Aslında ortada traktör yok oyuncular bir basamağa oturuyorlar ama hayal gücümüzü harekete geçirmeyi başarıyorlar. Her şey öylesine sahici ki. Sahnede bir traktör olduğuna yemin edebiliriz. Sonra Çarpık Memiş’in yamuk yamuk yürümesi, beden dilini kullanarak bizi çarpık olduğuna inandırması, çalık oğlanın özürlü hali, ağzı burnu kaymış çalığın yarım konuşması çok çarpıcı sahneler. Özellikle fasıl heyetinde her biri farklı müzik aleti çalan oyuncular çok iyi çalışmışlar. Şarkıların seslendirilmesi konusunda çok başarılılar. Oyunun her sahnesinde güçlü mizahıyla izleyiciyi vuran bir oyun çıkmış ortaya. Söylenen her sözcükte müthiş bir zenginlik var. Azizname belki de tüm zamanların en başarılı oyunlarından biri. Kesinlikle gidilmeli ve görülmeli.
Son sözü bir selamla bizlere veda eden oyunculara bırakıyoruz….
“Sizlerle düşünüp sizlerle ağlayan insanlarım selam,
Kendi kendisinin olamamış ülkem selam,
Şairlerine düşman, yavrularının en değerlilerinin başını ezen yurduma selam,
Şaşılacak şeyler görmüşüz biz, insanlardan sürüler, kurt çobanlar görmüşüz,
Aptal dostlardan yıllarca çekmişiz biz……”
Seval Deniz Karahaliloğlu
Anahtar Kelimeler: azizname, ankara sanat tiyatrosu, ast
0 Yorum