MAKALELER

Mustafa Alabora

2011.05.27 00:00
| | |
6772

Sanatçılardan oluşan bir aile içinde büyüğenlere hep gıpta etmişimdir. Ve bunu da zaman zaman yazdığım yazılarda hep belirtmişimdir.


 

    Sanat’ın “tu kaka” sayıldığı, Sanat’ın “acube”ye benzetildiği, Sanatçının balık yaparak geçimini sağladığı bir ülkenin sanatçısı: MUSTAFA ALABORA...
 
    Sanatçılardan oluşan bir aile içinde büyüğenlere hep gıpta etmişimdir. Ve bunu da zaman zaman yazdığım yazılarda hep belirtmişimdir. Geçtiğimiz yıl Berlin’de düzenlenen 14. Diyalog Tiyatro Festivali’nde Memet Ali Alabora ile söyleşi (arşivimde) yapmıştım. Bu genç sanatçımızda şanslılardan. Sanatçı bir aile içinde doğmuş, etrafı sanatçılardan oluşan bir çevre içinde büyümüş... ve o da “Armut dalının dibine düşer” misali, ailesinde ve etrafından gördüklerini yapmak istemiş; tiyatroyu, yani oyunculuğu seçmiş. Onunla yaptığım söyleşiden bir kesit:
 
“Baba MUSTAFA ALABORA,
Anne BETÜL ARIM,
Halası DERYA ALABORA…
Değerli bestekarlarımızdan SELAHATTİN PINAR babasının dayısı, Yine değerli ressamlarımızdan ressam İBRAHİM ÇALLI uzaktan akrabası… Hepsi benim amcalarım, teyzelerimdiler...”

 
    Arzu eden Memet Ali Alabora ile yaptığım söyleşimi arşivimden okuyabilir.
 
    Şimdi sizlere aktarmak istediğim söyleşim ise; Memet Ali Alabaora’nın babası ile yaptığım söyleşi...
 
Yani MUSTAFA ALABORA... O da bir 1402’lik...
Son zamanlarda (!) sanat’ın “tu kaka” sayıldığı,
sanat’ın “acube”ye benzetildiği,
aslında son zamanlarda değil de; ülkemizde oldum olası sanat’ın “öcü” sayıldığı,
zaman zaman yapılan askeri darbelerle sanatçılarımızın hapislere atıldığı, hapisten çıkınca da iş bulamadığı için balıkçılık yaparak ailesini geçindirmek zorunda bırakıldığı bir ülkenin sanatçısı MUSTAFA ALABORA!..

 

 

    Kendisiyle Beyoğlu İstiklal Caddesi’deki (197) Mephisto Kitabevi’nin kafe’sinde buluştuk.
 
    İstanbul’un Şişli semtinde 1946 yılında dünyaya gelmiş. Babası Sabahattin Alabora hukukçu; operaya meraklıymış. Annesi Nur Hayat Fatma Pınar, evlenmeden önce Raşit Rıza Samako’nın tiyatrosunda beş yıl oyunculuk yapmış. Sanatçı bir ailede ve çevrede doğup büyüğen Mustafa Alabora, Talatpaşa Ortaokulu’nda okuduktan sonra İstanbul Belediye Konservatuarı’na girmiş.
 
    Doğduğu aileyi ve çevresini şöyle anlatıyor Mustafa Alabora:
 
Tenor sesli babam, oyuncu annem..
 
    Klasik Türk Sanat Müziği bestecisi, udi ve tamburi Selahattin Pınar benim dayımdır. Onun ilk karısı da Türk Tiyatrosunun ilk kadın sanatçısı Afife Jale’dir. Yani yengem... Teyzem Melahat İçli ise, Şehir Tiyatrosunun önemli sanatçılarındandı. Aynı zamanda filmlerde de oynadı. Annem, Raşit Rıza’nın tiyatrosunda beş yıl oyunculuk yapmış. Babam Sabahattin Pınar’la evlendikten sonra tiyatroyu bırakmış. Babam hukuk mezunu. Operacı olmak istemiş. Fakat o yıllarda Türkiye’de konservatuar henüz olmadığından hukuk okumuş, opera olma hevesi kursağında kalmış. Her sabah uyandığında o güzel tenor sesiyle bizleri uyandırırdı.
 
5 yaşında klasik muzik... ve tiyatro...
 
    Dayım Selahattin Pınar, Türk sanat müziğini bana öğretmeye başladığında beş yaşındaymışım. Yine aynı yaşlarda, dört beş yaşlarında iken, annem bana kravat takar, Tepebaşı’ndaki dram ve komedi tiyatrolarına götürürdü. Bana “Cüce Simon” derlerdi. O zamanlar İstanbul’da “Cüce Simon” diye bir adam vardı. Milli Piyango bileti satardı. O küçük yaşımda annemin beni götürdüğü tiyatro oyunlarını hiç ses çıkarmadan ve kıpırdamadan seyrederdim.
 
47 yıldır tiyatro...
 
    İstanbul Belediyesi Konservatuarı eğitimine kadar hiç oynamadım. Konservatuarda okurken, 1963 yılında bir amatör grup olarak Brecht’i oynamıştık. Türkiye’de Brecht’i ilk oynayanlardandık. Hatta Aziz Nesin bizimle ilgili Akşam gazetesinde uzun bir yazı yazmıştı. 1964 yılında da Münir Özkul’la yaz tatilinde bir turneye katılmıştım. Daha sonra Yıldız Kenter bir operada oynamamı istemişti. Yani, 1963’ ü başlangıç sayarsak; 47 yıldır tiyatro ile uğraşıyorum.
 
Halk Oyuncuları...
 
    Halk Oyuncuları 1968 yılında kuruldu. Ben o ara Kenterler’de oynuyordum. Tİ-SEN (Türkiye Tiyatrocular Sendikası) diye bir tiyatro oyuncularının sendikası vardı. Kurucuları arasında Erol Keskin de vardı. Ben de orada görevliydim. Sevgili Hocam Yıldız Hanım, çok kızmıştı benim sendika temsilcisi olmama. Ve tiyatrodan atmıştı beni. Yıldız Kenter’in beni tiyatrodan atması üzerine, kurulalı iki ay olan “Halk Oyuncuları”na girdim. Orada da Müjdat Gezen, Haydar Çölok, Tuncer Necmioğlu, Tuncel Kurtiz, Aydın Engin, Umur Bugay... gibi oyuncular vardı. Devri Süleyman oynuyorduk. Tiyatromuzu yaktılar. Biz, Ankara Halk Oyuncuları ve İstanbul Halk Oyuncuları olmak üzere iki tiyatro grubu vardı.
 
Ankara Birliği Sahnesi...
 
    O ara Halil Ergün ve Vasıf Öngören’le tanıştım. Vasıf bir oyun okutmuştu bana; “Asiye Nasıl Kurtulur?”.. Oyuna aşık olmuştum. 1969 yılında, ben, Halil, Vasıf ve Erdoğan Akduman olmak üzere dört kişi “Ankara Birliği Sahnesi”ni kurduk. Akabinde “Asiye Nasıl Kurtulur?”u sahneledik. Oyun çok tuttu; uzun süre kapalı gişe oynadık. Çok olay olmuştu. Arkasından Brecht’in “Adam Adamdır”ı çalışmaya başladık. Maalesef tutmadı. Yollarımızı ayırdık. Tiyatroyu Halil Ergün’e devrettik. Halil Ergün’ün idaresinde bir sene daha oynadım. Ondan sonra da İstanbul’a geldim. 1972 yılında hapisane maceram başladı. 2 buçuk yıl yattım cezaevinde. Suçumuz Kominist Partisi’ne yardım etmek (!) ve tiyatroyu Kominist Partisi’ne devretmek gibi bir amacımız olduğuna dair bir suçlama yapılmıştı bizlereç 8 yıl 6 ay ceza verilmişti. Onaylanmıştı. Fakat “iyi hal durumu” gibi hafifletici sebeplerden dolayı 6 yıl 8 ay’a düşürdüler. 1974 yılında af olmasaydı herhalde 80’li yıllarda filan çıkacaktım hapisten.
 
Ağrı Dağı Efsanesi...
 
    1974 yılında, hapisten çıktıktan sonra Şehir Tiyatrosu’na girdim. O zamanlar Muhsin Ertuğrul vardı. O ara “Ağrı Dağı Efsanesi” sahneye konacaktı. Yıllar önce de, 1966 da sanıyorun, Yaşar Kemal ile tanışmış, “Ölüm Tarlası”nda oynamıştım. Yaşar Kemal, benim de bu oyunda oynamamı arzu etmiş. Dolayısıyla hapisten çıkınca bu oyunda “Memo” rolüyle Şehir Tiyatrosu’na girdim.
 
Ben de 1402 kurbanıyım...
 
    1980 yılının 12 Eylül’ünde askeri darbe olunca Şehir Tiyatrosu’ndan kovulduk. 1402 diye bir madde gereğince... Yani ben de 1402’liklerdenim!.. 1989 yılına kadar da Şehir Tiyatrosu’na giremedim. Bir ara geçimimi sağlayabilmem için balıkçılık yapmak zorunda kaldım. Çünkü ben oyuncuyum. Radyoda dublaj yaparım, ya da televizyonda oynarım. O yıllarda tek kanal vardı Türkiye’de. O da devletindi. Devlet 1402 gereğince kovduğu oyuncuyu televizyonuna ve radyoya alır mı?.. Dolayısıyla yapacak işim kalmamıştı.
 
    Rumeli Hisarı’nda daha önce oyunlar oynamıştık. Bu oyunları oynadığımız günlerde semtin balıkçılarıyla tanışıp arkadaş olmuştum. Onlara gittim, balık tutup satmak istediğimi söyledim. Orada 2 buçuk sene balıkçılık yapıp geçimimi sağladım. Bazen balıkçı teknesinde yatardım. Çok soğuklarda ise eve gelirdim.
 
    Gelin biraz 80’li yıllara geri dönelim:
 
“ ... Düşünce Özgürlüğüne Takılan Kelepçe
 
başlangıçta, sağdaki ve soldaki şiddet eylemlerini bastırarak ülkeye rahat bir soluk aldıracağı umulan 12 Eylül hareketi, terörü susturmasına susturmuştu ama, çok kısa bir sürede “sol düşüncenin” üzerine de acımasız biçimde gitmeye başlamıştı. 12 Eylül 1980-12 Eylül 1981 arasında salt bir yılda gözaltına alınan, tutuklanan, hapis cezasına çarptırılan ve tek suçu düşünmek olan sanatçı, yazar, yayıncı ve gazetecilerin, toplatılan, kapatılan dergi ve gazetelerin oluşturduğu tablo ürkütücüydü. Sağ ve sol terörün yerini şimdi devlet terörü almıştı... 12 Eylül cuntası döneminde çıkarılan ve yürürlüğe konulan iki yasa vardır ki, bunları, “bilime ve topluma yönelik cinayetler” olarak nitelendirmek herhalde abartı olmayacaktır. Bu yasalardan ilki, ünlü 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası, öteki de cuntaca “reform kanunu” adı verilen ve yükseköğretimi temelinden dinamitleyen 2547 sayılı yasadır... Bu dehşet verici uygulamayla binlerce memur, öğretmen, üniversite öğretim üyesi, işinden atıldı ya da kendi çalışma bölgesi dışına sürüldü. 4891 kişinin işine son verildi. 4509 kişinin görevi değiştirildi ve toplam 9400 kişi kıyıma uğradı. Binlerce kişiyi ve aileyi yıllarca çok zor koşullar altında yaşamaya zorunlu kılan 1402 sayılı yasa kısa bir süre içinde üniversitelerin üzerine de çökmekte gecikmedi...” – Çağlar Kırçak / Türkiye’de Gericilik
 
İşte yine başka bir 1402’lik Ersan Uysal...
 
    İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda kırk yıl oyuncu-yönetmen olarak hizmet verdikten sonra emekli olan Ersan Uysal’ın hikayesi:
 
“1402 sayılı yasa kapsamında SAKINCALI PERSONEL sıfatıyla, bir kış günü eşimle birlikte kapı önüne bırakıldığımızda, oğlumuz daha okula başlamamıştı. Eşim özel tiyatrolarla Anadolu’da turne yaparken, ben karanlık ve havasız salonlarda FİLM SÖZLENDİRME işine daldım. Senaryo çevirerek, konuşmacı ve yönetmen olarak sekiz yıl çalıştım.
Bu arada SIKIYÖNETİM başvurumuz sonucu gerekli incelemeyi yapmış, bizi haklı görerek TEKRAR İŞİNİZE DÖNEBİLİRSİNİZ şeklinde bir karara varmıştır.
Ancak tiyatro yönetimi KADRO YOK bahanesinin arkasına sığınarak dönmemize engel olmak isterken, bilmeden bir gerçeğin açığa çıkmasına da önayak olmuştur.
Evet tiyatrodan çıkarılmamızın nedeni MESLEKİ KISKANÇLIK sonucu yapılan asılsız ihbarlardı.
Sonuç olarak alnımızın akıyla mesleğimize döndük. Eşim işini başarıyla sürdürürken ben acı-tatlı yaşadığım kırk yılı, TC Devleti’ne bir sanatçı olarak seve seve verdiğim o kırk yılı gururla anıyorum.” www.tiyatro keyfi
 
Ve affediliyoruz... tekrar tiyatro...
 
    Ben balıkçılık yaparak geçimimi sağladığım günlerde, sağolsun Müjdat Gezen beni aradı. Bir tiyatroda oynamamı sağladı. Sonra Kenterler’de bir oyunda oynadım. Daha sonra Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu ve Dormen’de oyunlarda oynadım. Nihayet biz 1402’liklerin, 7 Aralık 1989’da Danıştay Genel Kurulu, 1402’liklerin eski görevlerine dönmelerine karar verdi. Şehir Tiyatrosu’na tekrar geri alındım. Radyoda da dublaj yapmaya başladım.
 
Sinema çalışmalarım...
 
    İlk sinema filmim 1960 yılında, daha 14-15 yaşında, “Yumurcak” adlı filmde oynamıştım. Bu benim ilk tecrübemdir; tiyatrodan da öncedir. Sadri Alışık ve Münir Özkul’un oynadığı, Hulki Saner’in yönettiği bir sinema filmiydi. Daha sonra 1966 yılında, konservaturda okuduğum sırada, “Ölüm Tarlası” adlı filmde de oynamıştım. Her ikisi de siyah-beyazdı. Televizyon çalışmam ise 1978’de başladı. TRT’nin ilk siyah-bayaz çektiği “Hayatın Romanları”dır.
 
Yılmaz Güney...
 
    Yılmaz Güney’le de beraber çalışmalarım oldu. “Balatlı Arif” ve “Umutsuzlar”da oynadım.
 
    Yılmaz Güney bana göre Türkiye’nin çok önemli mihenk taşlarından bir tanesidir. Aradan bunca yıl geçtikten sonra Yılmaz Güney’in gerçekten iyi bir sinemacı olduğunu daha iyi anlıyorum. O, her şeyi biriktirirdi kafasında. İnanılmaz bir sinema gözlemcisiydi. Hayatı film çekiyormuş gibi yaşardı. Yazık oldu, çok genç yaşta öldü. Çok daha önemli eserler verebilirdi Yılmaz Güney. Mesela “Boynu Bükük Öldüler” romanı da onun edebiyatta da çok başarılı olduğunun kanıtıdır. O romanın tekrar değerlendirilmesi gerekiyor bence.
 
Yönettiğim oyunlar...
 
    Tiyatroda beş oyun yönettim: Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Beş Para Etmez Oyun, Salon Mutfak, Perihan Abla, Maviydi Bisikletim.
 
Oynadığım bazı oyunlar...
 
    Altı Derece Uzak, Asiye Nasıl Kurtulur, Devri Süleyman, Hırçın Kız, Üç Kuruşluk Opera, Bir Garip Oyun, Kral Lear ve Aslolan Hayattır. En son sahneye çıktığım oyunda Nazım Hikmet’in hayatını oynamıştım. 1998 yılındaydı. “Aslolan Hayattır” adlı oyundu. Macit Koper’in yazdığı bir oyundur. O oyunda Nazım’ı oynamaktan çok mutluluk duymuştum. Bu oyundan sonra da sahneye çıkmadım. Ben mesleğimi ciddiye alan bir insanım. Her gece 21’de perde açılır, sabahları 10’da provaya gidilir. Son zamanlarda özgürlüğüme alıştım; özgür yaşamak çok hoşuma gitti. Boş zamanlarımı resim yaparak geçiriyorum. Yaman Tüzcet, Savaş Dinçel, Müjdat Gezen ve ben, yaptığımız resimlerden oluşan bir sergi açmıştık. Serginin ismi de “4 Ressam Aktör Rolünde”idi. Kişisel sergim olmadı. O sergiyi de Savaş Dinçel’i anmak için düzenlenmişti. Bursa, Antalya, İzmir, Ankara’da da sergilemiştik. Teklif gelirse dizilerde oynuyorum.. Arada reklam seslendirmeleri yapıyorum. Bol bol okuyorum, yüzüyorum. MSM’de hocalık yapıyorum.
 
Televizyon dizileri...
 
    Uğurlugiller, Kurtuluş, Kara Melek, Kasırga İnsanları, Yanık Koza, Karınca Yuvası, Savcı, Sensiz Yaşayamam...gibi.
 
Türk sineması...
 
    Son yıllarda Türk sinemasında, birkaç filmin dışında, belki haksızlık ta yapıyor olabilirim, çok başarılı işler yapılıyor. Ancak yapılan filmlerin halkla buluşmadığını görüyorum. Film, sonuç olarak çok seyredilsin diye yapılır. Benim hiç hoşuma gitmeyen bir laf kullanılır sinemada: “Sanat filmi”. Ne demek sanat filmi? “Sanat heykeli” diye bir terim var mı? Yok. Sanat heykeli veya sanat resmi diyor muyuz? Sinema da “sanat filmi” deniliyor. Orada bir tutarsızlık var. Film, film’dir! Sinemaya “yedinci sanat” diyorlar. “Öbür 6’sını say” dediğin zaman kimse sayamıyor. Bizim bu ön yargılarımızı yeniden gözden geçirip tartışmamız gerekiyor.
 
Oğlum Memet Ali...
 
    Oğlum Memet Ali, bana 15 yaşında “Baba, ben oyuncu olmak istiyorum” dediğinde ona; “oğlum, zorluk çekersin, parasız kalırsın, senin bildiğin ve gördüğün gibi değil bu işler” dedim. Başarılı bir oyuncu olması beni mutlu ediyor. Onunla beraber bir daha imtihan ve mezun olma heyecanını yaşadım. Memet Ali sayesinde hayatımı bir daha yaşadım. Beni çok mutlu etti Memet Ali.

Anahtar Kelimeler: Mustafa Alabora



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir