Köyünün yoksulluğunu, acılarını, özlemlerini ve ölüm törenlerini Alman Tiyatrosu’na taşıyan ödüllü genç bir yönetmen: YÜKSEL YOLCU...
Geçenlerde yapmış olduğum söyleşilere ve haberlere bir göz gezdirdim. Elimdeki sırasını bekleyenlerle beraber söyleşilerimin sayısı 200’ü geçiyor. Tiyatro ile ilgili yazı ve haberlere gelince; onları sayamadım. Bu söyleşilerimin arasında Berlin’de yetişen genç oyuncu ve rejisörler de var. Örneğin Şükriye Dönmez, İdil Üner, Muhsin Omurca, Önder Baykul (teknik ve ışık), Sinem Altan, Dilruba Saatçi, Mürtüz Yolcu ve Hakkı Kırant gibi geleceğin başarılı tiyatro oyuncuları ve yönetmenleri.
Bu ay sizlere Berlin’de yetişmiş genç bir oyuncu ve yönetmeni tanıtmak istiyorum. YÜKSEL YOLCU...
YOLCU soyadı zaten pek yabancı gelmemiştir sizlere; kardeşi Yücel Yolcu ve ağabey Mürtüz Yolcu. Yücel Yolcu uzun zamandır İstanbul’da yaşıyan bir rejisör. O da ağabeyi Yüksel gibi Udk’da okumuş. Ancak Sinema ve Televizyon Bölümü’nde. İstanbul Festivali’nde "En İyi Film" seçilen "Anlat İstanbul" filminin yönetmenlerinden. Mürtüz Yolcu ise tiyatro oyuncusu ve 11 senedir Berlinde Diyalog Tiyatro Festivali’ni organize ediyor.
Yüksel Yolcu, Berlin Güzel Sanatlar (HdK yeni adı Udk) Oyunculuk Bölümü mezunu. Schiller Theater, Grips Theater ve Carroussel Theater’de oyunculuk yapmış, üç yıl Paris’te yönetmenlik eğitimi almış. Son senelerde Alman Devlet Tiyatroları’nda oyunlar yönetiyor.
2003 yılında "Fluchtwege" adlı oyunuyla "Grimm Kardeşler Ödülü"ne layık görülmüş.
2005 yılında yönettiği "Die Rose von İstanbul" (İstanbul’un Gülü) adlı operetini hayranlıkla izledim. Bunun dışında 2000 yılında yönetmiş olduğu "Merhaba und Tschüss" ve Aziz Nesin’in yazmış olduğu bir kara mizah örneği olan "Hadi Öldürsene Canikom" adlı oyunlarını da seyrettim. Kısaca bu oyunlara değinmek istiyorum:
"Merhaba und Tschüss" adlı tek perdelik oyun, Kreuzberg’in (Berlin’de Türklerin yoğun yaşadıkları bir semtin adı.) herhangi bir kenar semtinde, tipik bir Türk ailesinin evinde geçiyor. Aile altmışlı yıllarda Berlin’e işçi olarak gelmiş; baba çalıştığı fabrikada geçirdiği iş kazası sonucu sakatlanmış, anne ise zamansız ölmüş, geriye Filiz (Dilruba Saatçi) ve Mahmut (Celal Bozat) adlı iki çocuk kalmıştır. Filiz ile Mahmut devamlı Kuran’ın okunduğu, cennet ve cehennem ikilemi içinde boğulmuş, anne-babanın devamlı kavgalarıyla büyümüş, sonunda evden kaçan Filiz’in on iki yıl sonra tekrar eve dönüşünün hikayesidir. Bu oyun Güney Afrikalı oyunyazarı Athol Fugard’ın Port Elisabeth’in yoksul semtlerindeki yaşamı anlatan oyunlarından "Hello and Goodby"ın sahne uyarlamasıdır.
"Hadi Öldürsene Canikom" dünyaca ünlü mizah ustamız Aziz Nesin’in yazdığı, yalnız güldürmeyi değil, daha çok düşündürmeyi ve yergiyi amaçlayan kara mizah oyun türüne örnektir. Yüksel Yolcu’nun yönettiği bu oyun, ölen kocalarının tatlı anılarıyla yaşayan, kısa süren evliliklerinden sonra da hiçbir erkekle cinsel ilişkileri olmamış, radyoda duydukları bir haber üzerine de senelerdir bastırılmış cinsel duyguları alevlenen iki ihtiyarın hikayesidir.
"İstanbul’un Gülü" adlı bu operet, 1916 yılında Viyana’da, 1918 yılında ise Berlin’de Avusturyalı yönetmen Leo Fall tarafından sergilenmiş. Yani 87 yıl sonra (2005 yılında) Yüksel Yolcu tarafından Berlin’deki Neuköllner Oper’de sahnelendi. Dakikalarca alkışlanan "İstanbul’un Gülü" adlı operetin konusu İstanbul’da geçiyor. Tiyatro yönetmeni Yüksel Yolcu’nun yönettiği "Die Rose von İstanbul - İstanbul’un Gülü" adlı bu opereti seyrederken, uzun yıllar Türk sinemasına ve Türk tiyatrosuna hizmet etmiş, Berlin’de de tiyatro çalışmaları yapmış olan "Kavuksuz Meddah" Mehmet Esen’in bir cümlesini hatırlamıştım:
"2000’li yıllarda Almanya’da tiyatro ve sinema dalında çok yetenekli Türk gençleri yetişecek!.."
İşte bunlardan sinema dalında yaptığı "Duvara Karşı" filmi ile ödül üstüne ödül alan Fatih Akın, tiyatro dalında ise çok az kişiye nasip olmuş "Brüder-Grimm-Preis"ı 2003 yılında kazanan Yüksel Yolcu, aklıma ilk gelen Almanya’da büyümüş, eğitim almış başarılı sanat elçilerimizden sadece ikisi...
Oyunlarımdaki malzemem hep çocukluğum...
1966 Iğdır doğumluyum. Babam 1970 yılında Berlin’e geldi. Önce annemi arkasından da bizleri Berlin’e aldırdı. Ben 6 yaşında idim Berlin’e geldiğimde. Çok ilginçtir, Berlin’e 6 yaşında gelmiş olmama rağmen, yaptığım oyunların resimleri olsun, duygusallığı olsun hepsinin kaynağı yaşadığım 6 seneden oluşuyor. Biz Azeriyiz. Dedemin dedesi Azerbaycan’dan gelmiş. Rusya harbinden sonra Türkiye’ye kaçıp sınırdan sonra Araz nehrinin yanında bir yer bulup yerleşiyorlar. Yemyeşil bu alanı görünce "burası cennet gibi" deyip o bölgeye Cennetabat ismini koyuyorlar. Ben çocukken hatırlarım; Araz nehrinde yüzerdik. Biz beş kardeşiz. Babamın arkasından annem de Almanya’ya gidince beş kardeş yalnız kalıvermiştik. Mürtüz ağabeyim Iğdır’da okuyordu. Durumumuz çok kötüydü. Bu yokluğun içinde yaşayan insanda aşırı bir şekilde hayat sevgisi de gelişiyor. Özlem dolu bir çocukluğumuz oldu. Beş kardeşin hepsi de duygusaldır. Sanat da bunu anlatıyor; hayatın ne kadar değerli, güzel ve büyük bir sır olduğunu...
Sanatla uğraşan kardeşlerimde de hep aynı oldu...
Yokluk ve özlem dolu yaşamımız hepimizde derin duygular oluşturdu. Sanıyorum sanatla uğraşan üç kardeşte de -ben, Yücel ve Mürtüz- aynı oldu. Ben tiyatroda işlediğim temalarda hep hayata karşı olan hasretliği, insanların birleşmesini, insanlar arasında köprü kuruluşları anlatmaya çalıştım. Gera Devlet Tiyatrosu’nda bir Hamlet oyununu yönetmiştim (Kuru Gürültü-Shakespeare). Oyun için yazılan bir makalede
"İnsanlar arasında iletişim yoktur Hamlet ile amcası ve babası arasında uçurumlar vardır, iletişim yoktur. Yüksel Yolcu bu oyunda bu ilişkilere köprü kuruyor."
diye yazılmış.
Fakirliğimiz ve çektiğimiz özlemler oyunlarıma yansıdı...
O zamanlarda, yokluk içinde, babasız ve annesiz geçen kardeşlerin çektiği özlemler yönettiğim oyunlara tabiki yansıyor. 1 ve 6-7 yaş arasında yaşadığım duygusallık, aile içindeki kopukluklar, hissettiğim duygular oyunlarıma hep yansımıştır. Olgunluk halimizde de yaşadığımız, sevdiğimiz, sevmediğimiz şeyler hep çocukluğumuzda yaşadığımız duygusal çoşkulardan etkileniyor.
Çocukluğumdaki köyümden teatral görüntüler...
Doğduğum köy olan Cennetabat’da yapılan ölüm törenleri hep beni takip eden teatral görüntülerdir. Köyün kadınları çok ağlarlar, üstlerini başlarını yırtarlardı. Bahçede yemekler yapılır, topluca ağlaşırlardı. Bayramda köyün ortasında zincirlerle sırtlarına vururlar, kan revan içinde kalırlardı. Bu görüntüler bana çok korku verirdi. Ancak o ilginç teatral görüntüler şimdiye kadar yaptığım sanat çalışmalarında beni hep takip ettiler. Çocukken -3-4 yaşında iken babaannem öldüğünde babaanemin ölümüne gelen insanların ağlamaları, yaktığı ağıtlar hep kulağımdadır, görüntüler ise hep gözümün önündedir. Yunan trajedisinde de aynı şekilde ağlanır. O tahtanın üstünde, beyaz bir çarşaf üstünde ölünün yatırılması ve yıkanışı gibi görüntüleri hiç unutamam. Büyükler, küçükler hep biraraya gelip pilav yemiştik o gün.
Ölümler birleştiricidir...
Ölüm aslında insanları o kadar birleştirir ki; bir an insanlar biraraya gelirler ve önemli olan nokta, insanların ölüm ile karşılaştıkları an, hayatla karşılaşırlar. Çünkü insanlar o zaman bireyselliklerini kaybederler ve bir toplumda zincir gibi, o zinciri meydana getiren halkalar haline gelirler. Törenden sonra herkes evine gider ve yine kendi hayatına, kendi egosuna dönerler. Ölüm, daima hayatın öteki parçası olduğu için insan egosunu yok eder. Ölüm, ayrılık gibi gözükse de aslında insanları birleştirici bir olaydır.
Tiyatro ile tanışmam...
Berlin’e geldiğimde 6 yaşında idim. Sınıfta benden başka Türk öğrenci yoktu. Almancayı hiç anlamadığım için çok zorluk çekmiştim. Bir buçuk odalı bir evde oturuyorduk. Boş vakitlerimi top oynayarak geçiriyordum. Ağabeyim Mürtüz Yolcu Kreuzberg semtinde Metin Tekin’in öğretmenliğinde pantomim çalışmaları yapıyordu. Ben de onları seyrederdim. Sessiz bir şekilde sadece vücutlarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Ben bu görüntülerden çok etkileniyordum. Sanıyorum yukarıda anlattığım köyümdeki teatral görüntülerle bu seyrettiğim vücut hareketleri arasında bağlantı kurmaya başlamıştım. 18 yaşında bir Alman televizyon filminde oynadım. Daha sonra Selçuk Sazak beni bir oyuna çağırdığında 20 yaşlarında idim. 24 yaşında da tiyatro eğitimi almaya karar verdim ve HdK’nın imtihanlarına girdim. Sınava girdiğimde benimle beraber 2000 kişi başvurmuştu. Altı kişiyi aldılar. Bunlardan biri de bendim.
Her üç kardeşin de ilgi alanı aynı oldu: SANAT...
Üç kardeş, ben Mürtüz ve Yücel, sinema ve tiyatro sanatını seçmiştik. Birbirimizden görerek seçtik sinema ve tiyatro sanatını. Ben HdK’ya girince, kardeşim Yücel de HdK’ya girdi. Hatta bir ara kuzenim, ben ve kardeşim Yücel, üçümüz de HdK’da okuyorduk. Yücel Yolcu İstanbul’da film çalışmalarını sürdürüyor. Son olarak "Anlat İstanbul" filmini yöneten beş yönetmenden biridir. Daha önce "Kırık Zar" diye bir sinema filmi yaptı. Bunların dışında daha çok reklam sektöründe çalışıyor. Mürtüz Yolcu ise senelerdir tiyatro çalışmalarının yanında Diyalog Tiyatro Festivali’ni düzenliyor.
Tiyatro çalışmalarım...
HdK’ya girmeden önce Gençlik Evleri’nde oyunlar yönettim. Örneğin yönettiğim bir Hörspiel üçüncü olmuştu. HdK’daki öğrenimim sırasında (1990-1994) Schiller Theater (Der Schweinestall), Grips Theater ve Caroussel Theater’de (Sizwe Bansi ist tot - Der Heiratsantrag - Zwei Verlorene in einer schmutzigen Nacht) oyunculuk yaptım. Bu arada Paris’te Superieure d’art dramatique adlı konservatuarda 3 yıl yönetmenlik eğitimi aldım. Kopenhag, Malmö ve Göteborg’da mask çalışmaları yaptım. 7 yıldır Alman Devlet Tiyatroları’nda yönetmenlik yapıyorum. 2003 yılında "Fluchtwege" (Çıkış Yolları) adlı Yugoslavya Savaşı’nı anlatan oyunla "Grimm Ödülü"nü kazandım.
Yönettiğim oyunlardan örnekler...
Hadi Öldürsene Canikom, Merhaba und Tschüss, İnsanlar ve Fareler, Herz Schlegt Tod, Kuru Gürültü, Über Morgen, Fluchtwege, Aladin und Wunderlampe, Paulas Paul, Was ihr wollt, Danny, Leyla (Feridun Zaimoğlu) König aus dem Keller, Antigone, İstanbul’un Gülü...
Yeni projem...
Hans Otto Theater için Kurtuluş Savaşı üzerine bir oyun yönetmeye hazırlanıyorum. Bu senelerce Kars’ta yaşamış Loiuse de Bernieres adında bir yazarın yazmış olduğu "Traum aus Stein und Federn (Kanatsız Kuşlar) adlı kitabından yola çıkacağım. 800 sayfalık bir kitap, Osmanlıların fethettiği birçok ülkelerden birinde, Yunan-Yahudi-Hristiyan karışımı insanlardan oluşan bir köydeki hayatı anlatıyor.
Türkiye’de hala usta-çırak ilişkisi var var!..
Türkiye’de en son seyrettiğim oyun "Ölümsüzler"di. Ben, Türk oyuncularının çok iyi eğitim almadıklarını gözlemledim. Türkiye’de daha çok usta-çırak ilişkisi var; seneler önce aynı olan şey hala devam ediyor; çırak daima ustadan gördüğünü yapıyor; kendini geliştirmiyor. Çünkü ustasını tekrar ediyor. Alman tiyatrosunda bu geleneksellikler kırılıyor. Alman tiyatrosundaki genç yönetmenler eskiyi tekrar etmeyip, yeni buluşlar yaparlar. Türk yönetmenine sunulan teknik çok az!..
Adana’da "Hadi Öldürsene Canikom"u sergiledik. Oyundan sonra Adana Konservatuarı öğrencileri geldiler ve bana şunu söylediler:
"Bizim okulda öğrendiklerimizin tam tersini siz bu oyunda uygulamışsınız. Bu nasıl oluyor?.."
Almanya’daki Türk tiyatrosu...
Almanya’daki Türk tiyatrosuna bakınca şöyle bir karşılaştırma yapıyorum: son 30-40 senede dönercilerin gelişmesini takdir ediyorum; ancak dönercilerin yaptığını Türk tiyatro sanatçıları yapamadılar maalesef!.. Yani döner sektörü ilerledi, fakat Türk tiyatrosu aynı ilerlemeyi gösteremedi... Bizler senelerdir tiyatro sanatında hep birbirimize çelme taktık; destek olamadık. Büyük bir Türk ekibiyle tiyatro yapmayı çok arzuluyorum.
Anahtar Kelimeler: yüksel yolcu
0 Yorum