
Memet Baydur, Türk tiyatrosunun en özgün kalemlerinden biri olarak, edebiyat ve sahne sanatları tarihinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Onun yazın dünyası, gündelik hayatın sıradan görünen ayrıntılarını kimi zaman muzip, nüktedan, tetikleyici, iğneleyici, kimi zaman da melankolik bir bakış açısıyla işler. Metinleri, seyirciyi dışarıdan izleyen bir gözlemci konumuna hapsetmez; tersine, ironinin ve absürdün içinden geçen bir doğruluk arayışına çağırır. Dilindeki arı Türkçe, sözcük oyunlarıyla bezeli kıvraklık, ince alaycı sempatiklik ve çelişki estetiği karakterlerin dünyasını varoluşsal bir zemin üzerine oturtur. Baydur’un yazarlığında hep felsefi bir sorgulama belirir: Reel ile hayâl, sahi ile sahte, içsel kimsesizlik ile dışsal toplumsallık arasında gidip gelen bir salınım yaratır. İşte Güne Bakan Cam Kırıkları, onun bu salınımlarının en berrak biçimde göründüğü yapıtlarından biri olarak karşımıza çıkar.

Metin Üzerine
Oyun, bir parkta tesadüfi bir karşılaşma ile başlıyor. Kendi tenhalığına çekilmiş iki insanın birbirleriyle temas etmesi, kısa sürede sıradan bir diyalogdan çok derin bir hikâyeye dönüşüyor. Kahkahaların gölgesinde beliren hüzün, yalanların içinde kıvranan gerçeklik, geçmiş ile bugünün sürekli yer değiştiren ağırlığı oyunun havzasını kuruyor. Oyun boyunca seyirci, gülümsemenin canlılığı ile kederin keskinliği arasında gidip geliyor. Bir bakıma metin, insan kalbinin cam gibi kırılgan, güneş gibi parlayabilen doğasını görünür hâle getiriyor.
Baydur’un metni, pür bir realizm üzerine inşa ediliyor. Büyük çatışmalar, devasa olay örgüleri ya da şaşırtıcı aksiyonlar aranmıyor; bunun yerine insan psikolojisinin en basit görünen yaraları birer çatlak gibi büyüyüp oyunun ana dokusunu örüyor.
Güne Bakan Cam Kırıkları, bireysel yalnızlıkların kolektif bir dile dönüşmesini sağlıyor. Karakterlerin sözcükleri, sadece diyalog kurmuyor; aynı zamanda var olmaya çalışmanın sınırlarını işaret ediyor. Salondakilerin tebessüm ederken içten içe bir sorgulama içine düşmesi, Baydur’un dilindeki parodik yaklaşımın gücünü gösteriyor. Metnin içindeki “doğru” ile “gerçek” arasındaki gerilim, düşünce düzeyinde epistemolojik bir muhakemeyi de sahneye taşıyor.

Reji Üzerine
Kerem Atabeyoğlu ve Almıla Uluer Atabeyoğlu, rejiyi büyük bir görsellik ya da abartılı teatral hamlelerle kurmuyorlar. Yalınlığın, dinginliğin ve duruluğun seyirciyi içine çeken bir estetiğe dönüşmesini sağlıyorlar. Yönetimdeki bu nahiflik, Baydur’un metnine uygun bir iklim yaratıyor. İzleyici, kendisini kalabalık efektler ya da dikkat dağıtıcı ayrıntılar arasında kaybolmuş hissetmiyor; aksine iki insanın ruhsal hesaplaşmasına dolaysız şekilde tanıklık ediyor.
Reji, sadelik ve netlik üzerinden kendi kendine yeten bir güç yaratıyor ve sahnedeki minimalizmin içinde kapsamlı bir anlam tabakası diziyor. Bu minimalizm, izleyenlerde iç yankı yaratıyor ve dramatik çerçevenin mental yoğunluğunu arttırıyor. Rejinin asıl iddiası da burada beliriyor: Ne oyunculukta ne de rejide büyük devinimlere yönelinmiyor. Tersine; bütün ambiyans doğallığın, hakikiliğin ve samimiyetin sahne üzerindeki gücüyle kuruluyor. Böylelikle seyirciye, gösterişli konstrüksiyonlara ya da ağır prodüksiyon unsurlarına başvurulmadan da kesintisiz ve odaklı bir seyir zevkinin sağlanabileceği kanıtlanıyor. Bu yaklaşım, günümüz tiyatrosunda sıkça rastlanan fazlalıkların karşısına nitelikli bir alternatif olarak dikiliyor.

Oyunculuklar Üzerine
Kerem Atabeyoğlu, oyunun merkezinde yer alan karakteri deruniliğiyle sahneye taşıyor ki bunu rol aldığı her oyunda başarıyor. Duru, sakin ama iç enerjisi yüksek bir performans sergiliyor. Onun oyunculuğunda, sahneye her adım attığında hissedilen bir ağırlık ve karizma bulunuyor. Eğer tiyatro camiasında bir aristokratlar listesi oluşturulsa, Atabeyoğlu’nun bu listeye ön sıralardan girmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Almıla Uluer Atabeyoğlu, karşısındaki oyun kişisinin merkeziliğini ve ağırlığını gözeterek kendi rolünü dengeli bir mesafeden biçimlendiriyor. Sesindeki berraklık, diksiyonundaki özen, Türkçenin sahnede nasıl bir zarafetle işlenebileceğinin örneğini veriyor. Onun oyunculuğunda özdenliğin yumuşak bir tonu seziliyor.
İkilinin birlikteliği, oyunun en güçlü damarı olarak sahneye yansıyor; birbirlerini destekleyen, birbirlerinin gölgesine düşmeyen bir birliktelik sergiliyorlar. Ne devinimsel aşırılıklara ne de yapay teatral jestlere yöneliyorlar; bunun yerine yalınlığın ve samimiyetin gücüyle seyirciyi sahnenin içine çekiyorlar. Bu tercih, sadece metnin derdine sadakatle sınırlı kalmıyor, yanı sıra ıskaladığımız sıradan yaşamlarla, aslında bir bakıma kendimizle ve çevremizdekilerle karşılaşma deneyimi sağlıyor. Böylece büyük prodüksiyonların ya da gösterişli yapaylıkların gereksizliğini kanıtlayan bir performans çizgisi ortaya çıkıyor. Oyunculukları, tam da bu sebeple, duygusu yoğun bir seyir zevkine dönüşüyor.
Yıllar önce usta tiyatrocular Toron Karacaoğlu ve Nedret Güvenç’in, daha sonra Müşfik Kenter ve Kadriye Kenter’in sahnelediği Aşk Mektupları oyununda hissedilen o sıcacık atmosfer nasıl hafızalarda kalıcı bir iz bırakmışsa, Güne Bakan Cam Kırıkları da benzer bir tesiri yeniden yaşatıyor. Seyircinin belleğinde yer eden bu tür sahici karşılaşmalar, geçicilik içinde kalıcı bir sıcaklık bırakıyor.

Sanatsal Tasarımlar Üzerine
Sahne tasarımındaki sadelik, oyunun mekânına uygun bir zemin hazırlıyor. Arka plânda dört mevsimi resmeden görseller, izleyicide zamanın akışına dair bir duyumsama uyandırıyor. Bu görseller, yalnızca dekoratif bir unsur olarak kalmıyor; insanın öznel dönüşümüne dair sembolik bir katman ekliyor.
Işık tasarımında Ayşe Sedef Ayter Dinçer’in çalışması, mekânın ruhunu belirliyor; sahneler arasındaki duygusal geçişlere yön veriyor. Müzik, Efe Bahadır ve İklim Tamkan’ın imzalarıyla sahneye yansıyor ve karakterlerin psişik dalgalanmalarına eşlik eden bir melodiye dönüşüyor. Sanatsal tasarımın tüm ögeleri, metnin söylemek istediklerini tamamlayan organik bir bütünlük oluşturuyor.

Psikolojik Boyut Üzerine
Oyun, iki yalnız kişinin tesadüfen karşılaşmasının ardında, modern bireyin varoluşsal tek başınalığını görünür kılıyor. Bir bakıma insan, kendi kendine kurduğu yalanların ardına gizleniyor ancak bu yalanların kırılganlığı, en beklenmedik anda cam parçaları gibi yüzeye çıkıyor. Gülümsemenin arkasına saklanan efkâr, esasında insanın hayatla kurduğu çift anlamlı ilişkiyi işaret ediyor. Bu açıdan oyun, yabancılaşmanın ve kırılganlığın psikolojik bir panoramasını çiziyor. Seyirci, kahkaha atarken birden kendi yalnızlığını hatırlıyor; oyunun en büyük başarısı da bu salınımı yaratması…
Sonuç
Mecburi İstikamet Yapım bünyesinde sahnelenen Güne Bakan Cam Kırıkları, salt bir tiyatro oyunu olarak değil, bununla beraber bir ruhsal deneyim olarak anılmayı hak ediyor. Baydur’un ironik ve melankolik yazın evreni, Atabeyoğlu çiftinin uyumlu sahne performansıyla birleşerek konuklara muhkem bir teatral hava sunuyor. Metnin gösterişsiz ama derinlikli yapısı, rejinin katıksızlığı, oyunculukların içtenliği ve tasarımların sembolik bütünlüğü, ortaya unutulmaz bir deneyim çıkarıyor.
Bu oyun, tiyatro sanatının sahici olanla yüzleşme gücünü bir kez daha hatırlatıyor. Kahkahaların arasına gizlenen sızı, izleyicinin yüreğine dokunuyor; cam kırıkları gibi keskin, güne bakan çiçekleri gibi umutlu bir his bırakıyor.
Anahtar Kelimeler: memet baydur, Güne Bakan Cam Kırıkları, Mecburi İstikamet
0 Yorum