" İçimize İçimize Susmayı Öğrendik..."
Geçtiğimiz gün, " Hepimiz Sustuğumuz Yerden Yaralıyız " oyununun yazarı Deniz Bulut ile tanıştım.Aslında haftalardır, o oyun neredeyse sahne sahne belleğimdeydi.İçimi acıtan, hayatın farklı elementlerini açığa çıkaran ne çok şey vardı o tekste.Çok uzun bir zaman, farkında bile olmadan, tümüyle yasaklı, unutulması gereken zamanların ıssız labirentlerinde dolaştım oyun kahramanları ve yazarla.Ve Deniz Bulut'un bu eseriyle tiyatro edebiyatımıza yaptığı katkıyı düşündüm uzun uzun." Çapaksız bir dil, okuru/izleyiciyi bir anda etkileyen, akışkan kurgu...kahramanların ve yaşanan hadiselerin gerçekliği," gibi unsurlar, hiç kuşkusuz yönetmene de, oyunculara da geniş imkanlar tanımaktaydı.
Öteki olmanın iç yıkıntılarını bilmek ve yaşamak, nice kalp ve hayal kırıklıklarını defalarca deneyimlemiş olmaktı aslında.
Deniz Bulut'a " Bu eser nasıl ortaya çıktı," diye sordum sadece.Ve susup, onu diledim.
Söze karışmadım.Anlatsın, istedim.Söylediklerini de noktasına, virgülüne dokunmadan yazdım.
" Galata Perform Yazarlık Atölyesi’nin son haftalarıydı ve bir text çıkarmak zorundaydım.
Temamız GERÇEKTi. Ve ben o dönemde kız arkadaşımdan ayrılmıştım ama bir süre daha onunla aynı evde kalmak zorundaydık ve aile fertlerimden biri yeniden kanserle mücadeleye başlamıştı.
Çok çaresiz ve en dipte olduğum zamanlardı. Hemen hemen her gün ağlıyordum.Mutsuzdum.Cılk yaraydı yüreğim.Ve ben ne zaman düşsem, sıkışsam çocukluğumda bulurum kendimi. Kaldırım kenarında oturan, etrafında olup biteni izleyen, dizinde kabuk tutmuş yaraları inatla kanırtarak yeniden kanatan bir çocuk. Bir an içimden dedim ki ' keşke o çatı katı olsa şu an. Koşarak oraya sığınsam. Dizlerimi karnıma çekerek, küçük tavan penceresinden vuran ışığa bilyelerimi tutsam ve içindeki rengarenk renklerle mutlu olsam sadece.Mutlu olabilsem... "
Günlerce bilgisayarda boş sayfaya baktım ve her gün çocukluğumdaki babama ve halama sığındım. Bir an kendime sordum ' Şu an seni ne mutlu eder ?'. Hiç düşünmeden 'köfte' dedim kendi kendime. Kalktım kendime köfte yaptım. Bilgisayarın başına tekrar oturdum ve o an yazmaya başladım ' Oh be, aynı koku. Misss ! Çocukluktan beri iki kokuya zaafım var. Biri anne köftesi, diğeri leblebi tozu,' diye başladı text. Ve bir şey oldu sanki, sayfalarca hiç durmadan yazdım. Bir yandan da deli gibi ağlıyordum.
Bir anda kendi ' gerçeğim'i yazarken buldum kendimi. Hayattaki en büyük gerçeğim ve yaram annemdi. Zaten şöyle bir cümlem var ' Bu hayatta kimse annem kadar yaralayamadı beni'. Derin düşünülürse, bu korkunç bir cümle aslında. Hayatında insan kaç yaşında olursa olsun çaresiz ve dipte kaldığı her an annesini arıyor bence. Ben çocukluğumda bile bulmazdım onu. Komşu çocuklarının annesine imrenirdim. O çocukların başları okşandığında öfkelenirdim.' O çocuk, neden ben değilim,' öfkesiydi bu. Hırsımı erkek çocuklarından alırdım hep. Canımı yakarlardı sözleriyle. Onlar gibi oynamak istediğimde kabul etmediklerinde kavga eder, onları hırpalar, acı duymalarını sağlar ve hemen kaçardım yanlarından...ancak anneme gitmemem gerektiğini biliyordum. Ben anneme ne anlatırsam anlatayım ona göre, nasılsa hep haksız olacaktım ve bu benim için hayattaki en net gerçekti. Annem neredeyse benimle hiç muhattap olmazdı. Sadece yapmam gerekenleri sürekli olarak tekrarlayarak, dayatırdı. Büyüdükçe bir şeyi keşfetmiştim, annemin hayatının ortasında 'Elalem' diye birileri vardı. Bunu anladığımda öfkem daha da büyüdü. 'Yani annem beni, çoğunu hiç tanımadığımız elalem için mi itmişti hep ?'. Benim ne giymem gerektiğini, nasıl davranmam gerektiğini… Hatta ailemizin nasıl davranmasını gerektiğini elalem söylüyor, annem de bize yansıtıyordu demek.Bu gerçeği tamamen kavradığımda öfkeme üzüntü de dahil oldu. Anneme içten içe üzülüyordum. Çünkü; elalem denen o şeye, annem de boyun eğmişti. Bütün hayatını - hayatımızı onlara göre yaşıyorduk.
Annemin sustuklarını farkettim! Oyunda şöyle bir cümle var 'Ne çok şey biliyordun oysa. Nasıl beceriyordun bir sürü şey bilip, bilmezden gelmeyi ?'. Annemin elaleme karşı tek silahı, en sevdiği, gözünün içine baktığı, kıyamadığı ağabeyimdi. Ama hayat kimseye acımıyor. Kıyamadıklarımızı elimizden alıyor maalesef.
Ne tuhaf, saçımı okşayan olsa aşık oluyordum. Daha fazlasını bilmiyordum çünkü. O kadarı yeterdi benim için.
Bir gün annemi kaybedersem bu benim hayatımın en büyük yıkımı olacaktı, biliyordum. Çünkü biz hep iki karşı cepheydik. Cepheleri ayakta diri tutan karşı tarafın hala orda olduğunu bilmesidir. Annemle bizi de ayakta tutan şey çatışmalarımızdı hep.Bugün bile ucu en sivri olan cümleleri o batırır kalbime.
Bizim bu hikayemizi yazmam gerekiyordu. Çünkü bu hikayede yaralı tek kişi ben değildim. Annem de, ağabeyim de ve ailenin diğer tüm bireyleri yaralıydı. Ama bu koskoca yaralara rağmen suskunduk da. Elalem denen şey hepimizi susturmuş ve bastırmıştı. Oyunun adı bu yüzden HEPİMİZ SUSTUĞUMUZ YERDEN YARALIYIZ, oldu.
Oyuna gelen herkes kendinden suskunluklar buldu. Geri dönüşler alıyorum. Kendi yaramı gördüm, kendi annemi gördüm diyenler var. Bu çok güzel bir duygu. Başkalarının sustuklarına da ses olabildiysek her şey yolunda demektir..."
"Çünkü; hep içimize içimize sustuk belki de ağırlımız bundan anne! Düşünsene bu ne büyük bir yük."
Tuğçe Tanış'ın yönettiği, ışık tasarımını Muharrem Uğurlu, yönetmen yardımcılığını Pelin Koçak, reji asistanlığını Seda Keleş İnangu ve koreografi tasarımını Serap Üsküplü'nün, yapımcılığını Asmalı Sahne'nin gerçekleştirdiği, " Hepimiz Sustuğumuz Yerden Yaralıyız " hüzünlü, lirik senfoni tadında bir oyun.
Oyun fotoğrafları Volkan Erkan imzasını taşıyor. Efekt kumandada Emre Özler, müzik yorumda Noineo oyunun özünü yakalamışlar.
Dilek Uluer, Can Yılmaz, Güneş Sayın, Ezgi Yılmaz başarılı oyunculuklarıyla esere çok şey katmışlar.
Yoksa, " Hepimiz Sustuğumuz Yerden Yaralıyız "ı henüz izlemediniz mi ?
Anahtar Kelimeler: Deniz Bulut
0 Yorum