ONLAR HEP VARDI… EGELİ KADIN YAZARLAR DERNEĞİ’NDEN BİR OYUN: CADI
Erkin yüceltildiği, rotası ve sınırları erk tarafından belirlenen bir resmi tarih anlayışının dışına çıktığımızda, orada kendiliklerini, toplumsal koşullara bir itiraz olarak var eden kadınlarla rastlaşırız. Çok uzun yıllar boyunca sanat alanından dışlanmış, bütün kuşatılmışlıklara karşılık, kendi varlıklarını sanat yoluyla dışa vuran/ vurabilen güçlü ve yaratıcı kadınlar… Biraz onlardan oluşumuz, onların biraz da biz oluşu aslında… Gerçek bir varoluş öyküsü varsa bu öykü, yaşamını sanata ve mücadeleye adayan bu kadınlara ait…
Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti kitabının girişinde Suat Derviş, Behice Boran ve Hannah Arendt’ten hareketle sesleniyor: “Tek ve birleştirici bir ‘kadın’ katagorisi yerine ‘tarihsel kadın’ların geçmesi gerektiği düşüncesi, Suat Derviş Behice Boran, Hannah Arenth ya da Salem’in kendilerini cadı ilan eden kadınlarına duyduğum ilgiyle örtüşüyor (…) Bütün bu kadınlar, dünyaya kendi imgeleriyle iz bırakırken o imgenin adını koyma hakkını başkasına bırakmıyorlar ve bunun da bedelini ödüyorlar. Yaşadığımız dünyada, kadınların işlediği kendi adını koyma ‘suç’u için, her zaman yakılmak kadar olmasa da ödenecek bir bedel hep var.”
Egeli Kadın Yazarlar Derneği’nin ortak yayını Günyüzü Mektupları’ndan esinle, Feride Cihan Göktan’ın yazdığı, rejisi Serhan Çetin ve Ece Ertan’a ait Cadı oyununu Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde izlerken ne çok şey düşünüyorum… Egemenlerin her dönemde kadınlar ve azınlıklar üzerinden yaptığı cinsiyetçi tanımların bir özetidir aslında: Cadı. Bu sözcük ve cadılığa duyulan nefret giderek daha katmanlı bir hale bürünür. Çizgi romanlar, filmler ve masalların genelinde, uzun burunları, boynuzları ve süpürgeleriyle tek bir biçimde hayal edilmesi/ canlandırılması beklenilen, gerçekte ise dünyayı dönüştürme gayretindeyken, suçlanan, yargılanan, ‘öteki’ ilan edilen esas karakterler.
Bu coğrafyada da hâlâ hesaplaşılamamış Sivas ve Çorum olayları, sonra en son yaşadıklarımız… Son dönemde bir cinnet halini alan linç kampanyaları… Acının sınırının olmadığı bir coğrafyada 34 insanımızı yitirmemize neden olan Roboski olayları ile cadı avı arasında olgusal düzlemde ne fark vardır?
Cadılık, cadı olma durumu tam nerede başlar ki? Hepimizin biraz cadı ve öteki olduğumuz zamanlar olmamış mıdır? Evde, okulda, sokakta, iş hayatında, yaşamın pek çok alanında… XV. ve XVI. yüzyılda cadılıkla suçlanan kadınların, şeytanla anlaşarak güçlerini elde ettikleri görüşü, çok yaygın bir inanıştı. Zamanla bu durum, cadı avı adı altında kadınlar ve azınlıkları yok etme eylemine dönüştü. Başta Katolik kilisesi olmak üzere iktidarı elinde bulunduranların nefreti, öncelikle bilgi ve zekâyla iktidara karşı çıkma cesaretini üstlenebilen kadınlar üzerinde yoğunlaşmıştı. Bugün de doğrudan ya da simgesel olarak süregen bir ‘cadı avı’ndan söz edebiliriz kararlıkla. Ramazanda oruç tutmadığı için köşeye sıkıştırılan kadının üzerine nefretle yürüyenler birer avcı değil midirler, hele de bunları hak gören yazarların, egemenlerin dilinde bu ilişki nasıldır? Pekala biliyoruz bunu… Her geçen gün, giderek daha çok biliyoruz.
Geçmiş bağlarından kopmuş, geçmişi içermeyen bir gelecek perspektifi mümkün olamaz. Geçmişi bilmek ve onunla yüzleşmek, bu anlamda bizi, belirsiz bir haritada çizili tek bir zamanda durup kalmaktan kurtarır. Kadınların kovulduğu tarihe bir itiraz olarak, kadınların tarihini yazmak… İçselleştirilen, içselleştirdiğimiz cinsiyetçi yargılarla yüzleşmek… Cadı oyunu, en çok bu yüzleşmeyi sağlamak istiyor.
Ama bu yüzleşme, oyunda ne kadar mümkün olabiliyor?
Resmi Tarihin Gölgesinden Sıyrılabilmiş Yaratıcı ve Güçlü Kadınlar
Leyla Saz, Halide Edip ve…
Leyla Saz, Halide Edip, Suat Derviş, Sevim Burak, Selçuk Baran, Selma Ağabeyoğlu, Didem Madak ve Nilgün Marmara… Yaşamlarını hem sanata, hem de biraz da toplumsal, eril baskılar nedeniyle mücadeleye adamış kadınlar… Cadı her birinin hayatından kesitler sunuyor. Leyla Saz’la şarkılarını, Halide Edip’le toplumsal mücadeleyi, Suat Derviş’le toplumun öteki olarak addettiği kadınların öyküsünü paylaşıyoruz. Sevim Burak, Selçuk Baran, Selma Ağabeyoğlu, Didem Madak ve Nilgün Marmara geçiyor sahneden ve her biri kendi öyküsünü anlatıyor bir anlamda. Ece Ertan, bütün bu kadınları canlandırırken, Esma Zafer Ertan da Anlatıcı rolüyle, feminist tarihin bir özetini sunuyor. Sahneden ayrılmadan, bir giysi askısı yardımıyla birinden diğerine geçiyor. Oyun, yaşamını sanatla bütünleyen hayatından kesitler sunarken, seyirciyi de onları hatırlamaya davet ediyor. Oyuncu, seyircinin arasına karışarak mektuplar dağıtılıyor ve oyun interaktif bir hale bürünüyor. Karakterleri yaşadıkları bütün haksızlıklarla, toplum ve yakın çevreleri tarafından dışarıda bırakılışlarıyla hissedebiliyoruz.
Fakat metindeki bazı temel noktalara değinmek gerekiyor. Oyun bütün bu kadınların, yaşam öykülerinin ve feminist teorinin bir aktarımı olması açısından önemli ve değerli bir işi gerçekleştiriyor. Ama kurgusal anlamda anlaşılamayan ya da benim oturtamadığım kimi noktalar var. Karakterlerin iç çatışması arasında kimi boşluklar yer alıyor. Kimi boşlukları tamamlamak adına acilen bulunulan çözümler de metni yer yer devinimsiz bir hale getirmiş. Örneğin, Selçuk Baran’ın, “Kırmızı ruj… Kırmızı rujumu unutmamalıyım... Kırmız rujla direndim hayata...” repliği, bu direnişin arka planı oluşturulmadığı için nedenselliği kendimizde oturtmakta zorlanıyoruz. Burada ‘erotizm’in, aslında bir ‘direniş’ olduğu vurgusu yapılabilseydi, oyun çok daha başka bir noktaya taşınabilirdi. Belki Octavio Paz ve Georges Bataille ve erotizm ilişkisi bağlamında okumak mümkündür Selçuk Baran’ı?
Oyun ilerliyor… Sonlara yaklaşırken, her bir kadının yaşam öyküsü aktarıldığı halde Selma Ağabeyoğlu, Nilgün Marmara ve Didem Madak’tan yalnız bir şiirin okunduğunu görüyoruz. Bunun zamanla ilgili bir kaygı olduğunu düşünüyorum. Fakat son ana bırakılmışlık, her şeyi bir an’a sıkıştırma çabası, şairlerin öyküsünün aktarımında büyük bir boşluk yaratıyor. Oysa çok önemli şairlerdir, hem benim için -kişisel olarak- hem de çok değerli şairler olmaları bakımından.
Oyunda temel olarak, cadılık, cadı algısı ve kadınların tarihten kovulması durumuna, bunun yaşamla ilişkilendirilmesine, karakterlerin iç çatışmasına biraz daha yoğunlaşarak biraz daha eğilmek gerekiyor. Böyle olunca, Ece Ertan ve Esma Zafer Ertan’ın oyunculuk anlamındaki çabaları da oyundaki dağınıklığı kurtaramıyor ne yazık ki. Bir de buna mikrofon kullanımı eklenince…
Sahnede Mikrofon Kullanımı, Slayt Gösterileri, Reji Yorumu
Oyun boyunca mikrofon, sahnede olan bitenin aktarımında bir araç olarak kullanılmış. Anlatıcı ve oyuncu mikrofonu kullanıyor. Sahnede mikrofonun kullanılmasıysa, oyunu atıl hale getiriyor ve oyundan duyulan estetik hazzı minimal bir düzeye indiriyor. Oyuncuların seslerinin duyulmamasına dönük bir endişe duyuluyorsa, bu gerekli bir endişe değil. Esma Zafer ve Ece Ertan’ın oyunculukları gayet doğal ve mikrofon kullanmadan da gerekli düzey sağlanabilir. Oyunla kurulan bağ, yakınlık açısından da önemli buluyorum bunu.
Slayt gösterilerine de bir dipnot düşmek gerekiyor. Oyunun başından itibaren, slayt gösterileri birbiri ardına çok hızlı bir şekilde ekleniyor ve bu da gösterimin seyirci üzerindeki etkisini biraz azaltıyor. Henüz oyun başlamadan sürekli olarak birkaç kez izlediğimiz portrelerle oyunda zaten karşılaştığımız için oyundan yer yer uzaklaşıyoruz. Aynı şekilde ses/görüntü düzeninde yaşanan teknik aksaklıkların da payı vardır bunda kuşkusuz.
Anahtar Kelimeler: cadı
0 Yorum