KANAYAN YARA; KERBELÂ…
Kerbelâ; zalimle mazlumun, sahtekârla dürüstün, hain ile vefalının, erdemsizle erdemlinin, kalleşle sadığın mücadelesidir. Kimilerine göre mit, kimilerine göre gerçek… Ama ne olursa olsun yüzlerce yıldır insanlığın bağrındaki açık yaradır. Kanaması hâlâ durmayan bir yara…
Kerbelâ’yı biliyoruz. Yine de kısaca özetlemekte fayda var. İslam Devleti’nin üçüncü halifesi olan Hz. Osman’dan sonra hilafet makamına gelen Hz. Ali’ye karşı Osman’ın katledilmesini bahane ederek, isyan eden Muaviye ve taraftarları Ali’nin halifeliğini kabul etmeyip, Şam’da kendilerince ayrı bir halifelik iddiasında bulunurlar. Bu, açık bir isyandır. Bu isyanın devamında sayılabilecek bir zamanda Hz. Ali katledilir. Daha sonra bir kısım ulema Ali’nin oğlu Hasan’ı halife ilan ederler ancak Ali taraftarları içinden bile bazı kitleler, Hasan’ın hilafetini benimsemeyip Muaviye’ye biat ederler. Hasan da hem bu durumdan ötürü hem de kardeşkanı akmasın diye halifelikten çekilir. Ancak kardeşi Hüseyin bu durumu kabul edemez ve mücadeleye devam eder. Bu arada, Muaviye ölür, yerine zalimliğiyle ve zevk-u sefaya düşkünlüğüyle bilinen oğlu Yezid geçer. Yezid, tahta geldiği ilk günden itibaren ilk iş olarak Hüseyin’in taraftarlarını sindirmeye, öldürmeye başlar. Hüseyin’in de kendisine biat etmesini ister. Ancak Hüseyin bu çağrıya uymaz ve yanındakilerle beraber Kûfe’ye yürür. İşte, bu yürüyüş, zalime karşı yapılan bu sesleniş ne yazık ki Hz. Hüseyin’in ve yüzlerce insanın vahşice ölümüne sebebiyet verir. Yezid’in emriyle Hz. Hüseyin’in, akrabalarının ve taraftarlarının öldürüldüğü bu elim olay, İslâm tarihine Kerbelâ katliamı olarak geçen acı bir olaydır.
Kerbelâ katliamı, sadece olayın gerçekleştiği dönemle sınırlı kalmayıp, esasında Hz. Ali ve Muaviye ile başlayan İslâm dünyasındaki mezhepçiliğin de ne yazık ki altının daha net çizildiği ve tarafların daha da keskinleştiği bir dönüm noktasıdır. Bu anlamda yüzyıllar boyu sürecek kadim bir çekişmenin de fişeği olma bedbahtlığını üzerinde taşımaktadır.
Oyunun yazarı Ali BERKTAY hakkında durumu ele alması açısından çok fazla söz söylemeye gerek yok. Çünkü zaten direkt tarihteki kişilerin ve kahramanların isimleriyle, gerçek mekân adlarıyla yapılan bir oyun olduğu için aslına sadık kalınması daha doğru bir tercih olacaktır her zaman. Yazar da tercihini bu yönde kullanmış. Öte yandan Kerbelâ olayı, herkesin bir mezâlim olarak adlandırdığı ve malûmu olduğu bir konu olduğu için de eklemeler yapmak imkânsız. Ancak, Kerbelâ, her ne kadar mazlumla zâlimin çatışması olarak bilinse de ve herkes bu bakış açısında birleşse de olayın işlenmesi açısından bıçak sırtı bir konudur. Çünkü nihayetinde bir yanıyla dinî ağırlıklı bir metindir ve her an inançsal açıdan Şiî – Alevî kesimin anlatısı hatta propagandası haline dönüştürülebilir. Yazar, bu konuda çok dengeli davranmış. Keskin bir tarafgirlik yapmadan, durumu olduğu gibi aktarmış. Böylesi hassas dengeler üzerinde duran konuların bu şekilde işlenmesinin, hem sanatsal hem toplumsal bütünleşme açısından daha faydalı olduğunu düşünüyorum.
Yönetmen ve aynı zamanda oyunun koreografı Ayşe Emel MESCİ, bu oyunu Ankara DT’de yönettiği zaman yer yerinden oynamıştı. Uzunca bir süre de aynı etkiyi sağlamaya devam etmişti. Ancak İBB Şehir Tiyatrolarında aynı rejiyi koyacağı söylendiği zaman aldı başını bir söylence; orası Ankara, burası İstanbul, orası DT, burası ŞT diye… Ne kadar saçma ve bir o kadar da çirkin bir bakış açısı esasında. Çünkü bir işe başlandığı zaman sadece “hayırlı, uğurlu olsun, başarılı bir iş çıksın, alkışı bol olsun; biz destek olmak açısından ne yapabiliriz” sözlerinden başka bir şey söylenmemeli. Neyse bu nahoş kısmı da belirttikten sonra geçelim oyunun değerlendirmesine…
Mesci’nin rejilerinde debdebenin ve gösterişin en üst seviyede olduğu artık hepimizin bildiği bir şey. Bu oyunda da gerek ışık ve efekt, gerek kostümler, gerek müzikler ve tabi ki koreografi açısından şaşaalı bir reji görüyoruz. Oyunlarda sırf dikkat çekmek yada seyircinin ağzını açık bıraktırmak düşüncesiyle yapılan gösteriş doğru bir tercih değildir aslında ama Kerbelâ rejisinde yaratılan atmosfer salt gösteriş maksadıyla yapılmış değil. Burada, oyunun sıkılmadan izlenmesini daha da sağlama alırken öte yandan yaratılması gereken etkinin derecesini arttırmış. Yönetmen, neredeyse direkt anlatıya dayalı olan oyunu sıkıcı bir normdan çıkarmak için koroya, koreografiye ve görselliğe ağırlık vermiş. Özellikle ağaç sahneleri, Hz. Ali’nin katledilmesinden sonraki mum sahneleri, ağıt sahneleri mükemmel görselliğe sahip. Ancak bazı sahnelerde koronun hareketleri o kadar yavaş ve tekrar halindeydi ki bu durum, oyunun temposunun yer yer düşmesine ve hatta kurguda bağlantının kopmasına neden olmuş.
Bu denli kalabalık bir kadro içinde oyunculuklara tek tek değinmek mümkün değil ama altı çizilmesi gereken performansları da geçmek doğru olmaz.
Yönetmen, koroda yer alan oyuncu seçimleri konusunda çok titiz davranmış. Oyun provaları esnasında hep duyduk; koroyla ve dansçılarla aşırı derecede çalışıyor diye. Hatta, Mesci, o gün koroyla işi olmasa bile yada koroda işi bitenler olsa bile, kimsenin boşlukta kalmasına yada gitmesine müsaade etmiyor ki beraber durup, korodaki birliktelikleri ve elektrikleri daha da sağlamlaşsın. Bu titiz çalışmanın sonucunu sahnede görüyoruz. Ancak, oyun dramatik oyunculuklar açısından ne yazık ki aynı şansa sahip değil. Tabi ki Aslı Öngören ve Burak Davutoğlu’nu bir kenarda tutarak söylüyorum bunu. Koro üst seviyede bir performansla oyunu sahiplenirken, hepsi tutkuyla oynarken, oyuncular oyunun damarını yakalayamamış, nasıl bir işin içinde olduğunu idrak edememiş gibi davranıyorlardı. Ben, açıkçası, oyuncuların yönetmenin derdini bile tam anlayamadıklarını düşünüyorum. Özellikle oyunda zalim karakterleri oynayan İskender BAĞCILAR (Muaviye), Bora SEÇKİN (Yezid), Cem BAZA (İbn Mülcem, Ubeydullah bin ziyad), Fahri KINCIR (Ömer bin Sad), Mert AYKUL (Şimr) adeta sözleşmiş gibi tam bir karikatür halindeydiler. Sahnenin orta yerinde büyük bir dram yaşanırken, geri plânda balkon niteliğindeki yükseltide, kendi havalarında olan, oyunun trajedi kısmından bîhaber oyuncular vardı. Yönetmen, “Trajedide iyi – kötü ayrımının ve çatışmanın altını çizme işini ancak bu şekilde verebiliriz” kaygısıyla böyle bir tercihte bulunmuşsa tercihtir denir, saygı duyulur ancak doğru bir tercih olmadığını da ifade etmek isterim. Zalim karakterler sahneye çıktığı anda Ali Baba ve Kırk Haramiler’in çocuklar için yapılan rejisindeki harami tiplemelerini sahneye çıkıyor sandım. Hepsi kıvrak bedenlerle, keskin hareketlerle oynuyor, sesini kısarak konuşmaya çalışıyor ki bu durum oyunun bütün ciddiyetini ve büyüsünü sarsıyor.
Savaş BARUTÇU, Hasan ve Hüseyin’in amcasının oğlu olan Müslim bin Akil’i oynuyor. Müslim, Kerbelâ olayında çok önemli bir şahsiyettir. Hüseyin’in elçisi olma görevini üstlenmiş ve öncü kuvvetin temsilcisi olarak Kûfe’ye gönderilmiştir. Kûfelileri ikna etmek gibi bir misyon da yüklenmiştir. Ancak orada başı vurulmuştur. Böylesi bir şahsiyetin ne kadar tutkuyla oynanması gerektiğini açıklamaya gerek yok. Ancak Barutçu, o kadar yavan, o kadar ruhsuz oynadı ki Kerbelâ’yı bilmeyenler Müslim’in sıradan biri olduğunu zanneder. Özellikle kılıcını çekme ve kullanma sahnelerinde çok kötü ve beceriksizdi. O sahnelere hiç çalışmadığı çok belliydi. Veya çalıştı ama bir türlü yapamadı. O kadar ki kılıcı kınından çıkarmakta, yukarı kaldırmakta bile zorlandı. İşin aslı, Barutçu’nun sahneleri dahil bütün kılıç sahneleri oyundaki estetiği bozuyordu. Çünkü kılıç koreografisinin üstesinden gelinememiş. Aslında burada yönetmenin bunu alenen görmesi ve gereken önlemi alması lazımdı. Bunca ışık oyunlarının kullanıldığı bir oyunda kılıç ve düello sahneleri yine bir ışık oyunuyla, gölgeyle veya perde arkasından bir şekilde verilebilirdi. Ama yine “yönetmenin tercihidir” gibi maalesef herkesin kullandığı ve bir türlü içime sindiremediğim bir cümle kurup, geçmek zorunda kalıyoruz.
Aslı ÖNGÖREN oyunu kotaran, yükü sırtlayan oyunculardan olmuş. Öngören’in alışageldiğimiz agresif oyunculuğunu bu oyun özelinde biraz daha esnetmesi çok yerinde olmuş. Anlatıcıyı salt bir kuruluktan koparmış, oyunun dram kısmını sesiyle bezeyerek vermiş.
Burak DAVUTOĞLU Hz. Hüseyin rolünde sahneye çıkıyor. Durduğu yeri, mesafesini çok doğru ayarlamış. İstese Hüseyin’in kahramanlığını, hak yedirmez duruşunun altını çok daha fazla çizerek, işin içine hamaseti hayli hayli yedirerek, göğsünü kabarta kabarta abartılı şekilde oynayabilirdi. Oyun da bunu kaldırırdı ancak bence hikâyenin önüne geçmesi açısından doğru olmazdı. Bu bağlamda sakin bir Hüseyin sunması, daha sade bir şekilde oynaması anlamlı olmuş.
Yukarda saydığım isimlerin haricinde İbrahim CAN, Ümit Bülent DİNÇER, Meriç BENLİOĞLU, Nur Saçbüker OTAN, Çağatay ÇAKIROĞLU, Emre NARCI, Özgür ATKIN, Ercan DEMİRHAN, Hüsnü DEMİRALAY, Nazif Uğur TAN, İrem ERKAYA, Lale KABUL,Nilay BAĞ, Can ALİBEYOĞLU, Ada Alize ERTEM, Aybar TAŞTEKİN, Zeynep Göktay DİLBAZ, Volkan ÖZTÜRK, Pervin BAĞDAT, Serap DOĞAN, Buğra Can ILDIRIŞIK, Çağlar Ozan AKSU’da oyunun diğer oyuncuları arasında sahnedeki yerlerini aldılar.
Oyunun ışık tasarımı Cem YILMAZER’İN… Bu isim gerçekten ışık tasarımı bağlamında bir dahi. Deli bir kafası var. Görsellik algısı ve zevki bu denli yüksek olmasının yanında oyunları da çok iyi okuyor. Burada da aynı okumayı görüyoruz. Bu oyundaki büyülü atmosferin en büyük destekçisi Yılmazer olmuş.
Müzikler; Tahsin İNCİRCİ’nin… Duygunun seyirciye nakış nakış işlenmesi açısından önemli bir rol üstlenmiş. Orkestra her zamanki gibi müthişti. Ancak sahnedeki davulu kullanan müzisyeni ayrıca ayakta alkışlamak gerek. Davulun ilk defa bu denli dramatik bir şekilde kullanıldığını gördüm. İsmini de bilemediğim için beni bağışlasın lütfen…
Oyunu elimden geldiğince kritik ettikten sonra başka bir konuya da değinmek istiyorum. Öyle görülüyor ki İBB Şehir Tiyatroları, 100. Yılına büyük prodüksiyonlarla giriyor. Bunda tabi ki bugüne dek emek veren bütün oyuncuların, hatta bütün kadronun emeği çok büyük ancak Genel Sanat Yönetmeni Erhan Yazıcıoğlu’nın hakkını ayrıca teslim etmek lâzım. Göreve gelir gelmez tiyatroya yepyeni bir canlanma ve taze kan getiren Yazıcıoğlu, “küsler” diyebileceğimiz sanatçıları da tekrar tiyatroya çekip aktive etti. Gerçekten çok çalıştı. Bir yandan basında sürekli olarak kurumu anlatırken, bir yandan yeni oyunlarla ilgilendi. Ayrıca 100. Yıl ile ilgili neler yapılabilir diye de istişarelerde bulunup, projeler üretmeye başladı. Bunları da çok kısa sürede gerçekleştirmek zorunda olduğunun bilinciyle, tam manasıyla asılarak yaptı. Enerjisini hep yüksek tuttu. Kerbelâ oyunun galasında gördüğüm Erhan Yazıcıoğlu’nun enerjisi orada da çok yüksekti. Kendisiyle beraber bir dinamizmin geldiği fark ediliyordu. Benim en çok hoşuma giden tavırlarıysa; salonun kapılarını bizzat kendisi açıp, seyircileri “hoş geldiniz” diye gülerek karşılaması ve selama çıkıldığında sahnede hiç sözü uzatmadan, seyirciyi kasten “biz çok büyük bir aileyiz ama sizsiz bir hiçiz” deyip sahneden çekilmesi oldu. Hiçbir şey, atılan hiçbir adım, yapılan hiçbir güzellik gözden kaçmaz… Umarım bu heyecan, bu dinamizm daha uzun yıllar boyunca devam eder. Emeği geçen herkesin emeğine, yüreğine, zekâsına sağlık.
Anahtar Kelimeler: kerbela, istşeh, istanbul şehir tiyatrosu
0 Yorum