YOLCU TİYATRO’DAN BAŞKA BİR DÜNYA İÇİN MANİFESTO: KARANLIĞIN İÇİNDEN GELEN SESLER…
Şair, köşe yazarı, akademisyen, oyun yazarı ve aktivist Ariel Dorfman gibi usta bir ismin 40’tan fazla ülkede 50 ayrı insan hakları mücadelecisinin seslerini duyurmaya çalıştığı “Karanlığın İçinden Gelen Sesler” adlı oyununu kaleme alırken “Hayatım boyunca bu seslere aracı olma fırsatını beklemiştim.” diyor. Dorfman, bu eseriyle dünyanın hemen hemen her yerinde yaşanmış ve halen de yaşatılan zulümleri, insanlık dışı uygulamaları, doğanın dengesine darbe vuran vahşilikleri gözler önüne serme, serdikçe de bizleri sarsma gayretine giriyor.
Eserde, Hindistan'da verdiği mücadeleyle 40 bin çocuk işçinin kurtulmasını sağlayan Kailash Satyarthi’nin; on iki yaşındayken sapkın bir Trokosi rahibine satılıp, sonraki yıllarını cinsel kölelik cenderesine sıkışmış Afrikalı kadınları kurtarmaya adayan Juliana Dogbadzi’nin; Türkiye'de çocuk ve siyasi mahkûmları bıkıp usanmadan savunan insan hakları mücadelecileri Şenal Sarıhan ile avukat Sezgin Tanrıkulu’nun; Ürdün’de töre cinayetlerine kurban giden çocuk kızları konu alan haberler yapmaya çalışan gazeteciyi ve daha birçok mücadele insanının başından geçenler, edindikleri dertler ve uğurlarına çaba sarf ettikleri hikâyeler anlatılıyor. Birçok yazar, eserlerinde şiddete, töreye, dinsel istismara, baskılara, mezalime parmak basayım derken aynı şiddeti kendi içinde doğurduklarını ve eserlerinde bir bakıma umutsuzluk aşıladıklarını fark edemezler. Bu sebeple bu tarz eserleri kaleme dökmek büyük bir hassasiyet gerektirir. Dorfman, eserinde yaşanmış öykülerden yola çıkarak bizlere olumsuz tabloları sunuyor ancak içinde çözüm önerilerini de eklemeyi ihmâl etmiyor.
Öte yandan dimağımıza ve yüreğimize dokunarak, bizlere bu evrende varoluşumuzu sorgulatarak, aldığımız nefesin dahi bir nedeninin olduğunu hissetmemizi sağlayarak, sabahın bir sahibinin olduğunu vurgulayıp umudumuzu asla yitirmemizi salık vererek bizlerde bir uyanış gerçekleştirmeye çalışıyor.
Yolcu Tiyatro, bu sezon Ocak ayı itibariyle Ariel Dorfman’ın yukarda bahsini ettiğimiz eserini sahneliyor. Oyunun yönetmeni ve aynı zamanda da tiyatronun kurucusu olan Ersin Umut Güler, elbette 50 ayrı hikâye içinden kendince oyunlaştırabileceği ve belki de kendi içinde de değinmeyi daha da ön plânda tuttuğu yaşanmışlıkları ve tanıklıkları seçerek ve çok ciddi bir dramaturjik çalışma yaparak, oyunu sadeleştirmiştir. Doğru bir tavır sergilemiş. Zira oyun, metni itibariyle bir anlatı düzeyinde kalmış. Ancak yönetmen, bu anlatıları daha dramatik bir çizgiye ve sade bir hâle getirerek oyunlaştırmış. Ayrıca oyunu aşırı söz kalabalığından kurtararak böylesi kıymetli bir eserin handikabı olan sıkıcılıktan kurtarmış. Aksi takdirde seyirci onca söz bombardımanın altında boğularak, oyunun vermek istediği temel mesajdan ve yazarın kaygısından uzaklaşabilirdi.
Güler, sahneyi çok doğru bir biçimde bölümlere ayırmış. Ezen tarafı temsil eden figürü sahnenin arkasından adeta daima gözetleyen ve denetleyen bir dış göz olarak tutup (normal yaşamda da öyledir zaten), ezilen tarafları sahnenin önüne alarak, tıpkı bir kurban gibi olan insanların altını çizerek iki kesim arasındaki temel farkı da belirginleştirmiş. Her oyuncunun yerinin ve hareket alanının belli olması, sözün zaten takipte zorluk çıkaracak şekilde çokça yer aldığı bu oyunda seyircinin trafiğe daha fazla ayak uydurma sıkıntısını önlemiş. Oyuncularına, kostümlerinde büyük değişiklikler yaptırmadan sadece minik aksesuarlarla ve üstlerindeki kostümleri çıkarıp giydirerek rejisörlük yapması da çağımızın olması gereken minimal teatral anlayışına uygun düşmüş. Ancak Papua Yeni Gine’de yaşanan bir çevreyi koruma eyleminin hikâyesini verirken keşke Gezi göndermesi yapmasaydı. Çünkü bu gönderme aşırı derecede kör göze parmak bir mesaj niteliğinde olmuş. Belki bir duyarlılıkla bu yapılıyor ancak bir eylemin altının bu denli çizilmesi o eylemin işaret ettiği temel değeri düşürmeye götürür. Zaten biz başka bir ülkede yapılan benzer bir eylemden dolayı kendi ülkemize dair sonuçları ve ibreti anlıyoruz. Bir daha belirginleştirmenin gereği yok. Son zamanlarda ne yazık ki genç yazarların ve yönetmenlerin birçoğu heyecanlı bir hâlde Gezi’yi vurguluyorlar lâkin bilinmeli ki eleştiride çokça ve yerli yersiz tekrar sadece eleştirilen kişinin lehine fayda sağlar. Bu hem siyasî hem de bütün temel bir sosyolojik gerçektir.
Oyun için yapılmış orijinal müzikler, Ulaş Bayır’a ait. Ses tasarımı ve müzik prodüksiyonu ise Tufan Dağtekin’e emanet edilmiş. Müzikler, anlatılan öykülerden sadece Ürdün’deki olay hariç diğerleri için çok fazla arabesk kaçmış. Her sahne için çok da uygunluk arz ettiğini düşünmüyorum.
Işıklarda Alev Topal yine imzasını çakmış. Topal, genç tasarımcıların en gözdesi. Hatta deneyimli tasarımcılara bile taş çıkartacak nitelikte başarılı ve farklı. Ancak fazla önde durmadığı yada duramadığı için henüz kıymeti bilinen isimlerden değil. Bu oyunda da yaratımıyla, çok kısıtlı imkânlarla bile olsa yine de oyunun vurgusunu yerli yerince desteklemiş. Özellikle lokal ışık kullanımı oyunun gücünü arttırmış.
Oyunculara gelince…
Hilâfsız söylüyorum; her yıl en az 80 ila 100 arasında oyun izlerim. Yüzlerce oyuncu, onlarca farklı tiyatro grubu gördüm. Ancak hemen hemen her sanatçının ve neredeyse bütün tiyatro hocalarının ve ustalarının dillerine pelesenk ettikleri “iç enerji”yi bu kadar bariz bir şekilde hissettiğim ender oyuncular vardı. Bu cümleleri, oyunda rol alan Cenk Dost Verdi, Simge Geren ve Ulaş Bayır’ı kasten ifade ediyorum. Farklı farklı bölgelerden çeşitli tiplemelere girdiler. O kadar duygusu ve aksiyonu zor olan karakterlere yer verdiler ki esasında hazırlanırken psikolojilerini de ciddi şekilde sarsacak roller bunlar. Ancak oyuncular, rollerine kendilerini vererek ve fakat bir sonraki role geçerken de bir önceki rolden tamamen sıyrılarak performanslarını sergilediler. Ezen-ezilen, yöneten-yönetilen çelişkisini siyâsî bir saikle değil de insancıl bir kaygıyla araştırdıkları ve ele aldıkları belli oluyordu. Doğrusu da budur zaten. Çünkü böylesi insanî konuları siyasi ve ideolojik altyapılara oturtursak değerini düşürür, karşıtlık oluştururuz. Asıl amaçtan da sapılmış olur. Simge Geren’in konuşma engelli kızı canlandırırken işaret dilini başarıyla kullanması, bunun için ayrıca eğitim alması ve kullanırken de konuşma engeline sahip olan insanları araştırdığı her halinden belli oluşu ayrıca altı çizilmesi gereken yanlardı.
Geçen sene defaatle davet etmelerine rağmen bir türlü fırsat bulup da gidemediğim Yolcu Tiyatro’nun “Karanlığın İçinden Gelen Sesler” oyununu izledikten sonra, grubu geç tanıdığım kanaatine vardım. Geçen sezon sahneledikleri Wolfgang Borchert’ın Kapıların Dışında oyununu nasıl yorumladıklarını da merak ediyorum. Umarım, o oyuna gittiğim zaman aldığım bu tatlı heyecanım kırılmaz.
Anahtar Kelimeler: Karanlığın İçinden Gelen Sesler - Yolcu Tyatro, yolcu tiyatro
0 Yorum