MAKALELER

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - İstanbul Devlet Tiyatrosu

2008.11.23 00:00
| | |
9216

Özgür Yalım, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1901–1962) kült romanı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü sahneye uyarlamış...

İstanbul’da Tanpınar Uyarlaması: Saatleri Ayarlama Enstitüsü 

Özgür Yalım, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1901–1962) kült romanı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü sahneye uyarlamış, 28 Ekim’den bu yana İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmekte. Kahramanlarımız Hayri İrdal, Halit Ayarcı, Muvakkit Nuri Efendi, Doktor Ramiz… “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nü sahneye taşımak düşüncesiyse kim ne derse desin bence iyi bir seçim. Tanpınar’ın deyişiyle, “Müesseselerdeki ve manevî insandaki ikilik” izleği üzerine kurulan roman, hiç kuşkusuz Türk edebiyatının en güzel eserlerinden. İronik ve derin bir bakışla, zamanın romanın odağına oturtulduğu bir yapıt “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”. Ahmet Hamdi Tanpınar, eski bir zamandan yeni bir zamana ve böylece aynı zamanda, eski yaşamdan yeni yaşama geçişi; ince, mizahi, şaşırtıcı bir üslupla sorgularken, her iki hayatın kurumları arasındaki geçişe ne güzel de dikkat çekmiş! Saat ustası Nuri Efendi ve ayaklı İsveç yapımı eski bir duvar saati olan Mübarek üzerinden, saat-zaman-insan ilişkilerini irdelerken, Türk insanının doğu ve batı arasındaki bölünmüşlüğünü ne de gözler önüne sermiş!

Romanı 1962 yılında Dergâh Yayınları arasında yayımlandığında okurken, ironi harmanına hayran kalmış; sanırım mizahın, ironinin çok ciddi bir iş olduğunu ilk o zaman anlamıştım. Sahneye uyarlanmasına da bu heves içinde gittim. Roman içinde saat bir mekândı. İnsan bu mekânın içinde yürüyerek zamana karşı koymaya çalışıyordu. Zaman, mekân ve insan… İç içe geçmiş bir bütündü bunlar. Kendini arayan insan zaman içinde, ayarını kendisi yapacağı hayatları yaşayacaktı da bakalım bütün bunlar Özgür Yalım’ın uyarlamasında sahneye nasıl yansıyacaktı.

Şimdi dilerseniz öncelikle romanın konusuna değinivereyim. Başkarakter Hayri İrdal (Atilla Şendil), Muvakkit Nuri Efendi’nin (Ali Ersin Yenar) yanında çırak olarak işe başlar. Saatlerle uğraşmayı seven, ama bu meslekte kalmak istemeyen biridir Hayri İrdal. Nuri Efendinin yanında ilmi, dini ve felsefi söyleşilere tanık olur. Babasıyla tekkeye gider, müzik öğrenir. Seyit Lütfullah’a (Adnan Biricik) takılır, define avına merak salar. Büyür, askerliğini yapar. Tunuslu Abdüsselam Efendi, konağın son sakinlerinden Emine’yi Hayri’ye nikâhlar. Abdüsselam Efendi ölümüne yakın abuk sabuk vasiyetler bırakınca Hayri’nin başı belaya girer. Mahkemelerde önce tanık, sonralarıysa sanık sandalyesinde oturur. Bu da yetmez, akıl hastanesine tedaviye gönderilir. Sonunda beraat eder, hastaneden taburcu olur ve Emine’sine kavuşur. “Posta Telgraf” idaresinde işe girer. Emine ölür. Hayri, iki yetimle baş başa kalır. İspritizma Cemiyeti’nde çalışır. Sonraları buradan ayrılıp Cemal Bey’in (Çetin Kaya) şirketinde kâtip olarak işe başlar. Cemal Bey kendisini kovunca Şehzadebaşı’ndaki kahvede Doktor Ramiz’in (İşdar Gökseven) onu arkadaşı Halit Ayarcı’yla (Adnan Biricik) tanıştıracağı güne kadar işsiz kalır. Halit Ayarcı, hayat hikâyesini dinleyince Hayri İrdal’ı çok sever. Kafasında Saatleri Ayarlama Enstitüsü fikri oluşur. Enstitüyü kurar ve müdür yardımcılığı görevine Hayri’yi getirir. Hayri İrdal’ın yaşamı bundan sonra tamamıyla değişir. Fakirlik günleri geride kalır. İnanmadığı bu işe zoraki girmiştir. Sonuçları şaşırtıcı olunca müsterih olmasa da bu oyunu devam ettirme yoluna gider, çünkü herkes bunu istemektedir. Ve günü gelir enstitü tasfiye edilir. Gerçekler ortaya çıkar.

Özgür Yalım, kendisinin de ifade ettiği gibi romanı oyun yapmayı değil, romandan oyun çıkarmayı denemiş. Romanın kapsamlı tezi içinden “Batılılaşma ve Akıl” diye özetlediği bir eksen seçmiş, oyun metnini bu eksen etrafında oluşturmuş. Osmanlı kültürünün Tanzimat’a karşın “Aydınlama Aklı”yla buluşamamasını esas almış. Kendi kendine acaba biz Cumhuriyet döneminde ne kadar aydınlandık diye sormuş, yanıtını aramış. Akılla buluşmamış modernleşme çabasının bir kültürü ne hale getireceğini sorgulamış. 

Şimdiii… Romanın başlıca geriliminin öykünün malzemesi (olay örgüsü, karakter, ortam, tema vb) ile bunun dil içinde anlatılması, başka bir deyişle öykü ile anlatıcı arasındaki ilişki olduğu malûm bir gerçek. Tiyatronun başlıca gerilimiyse öykünün malzemesi ve tiyatronun nesnel doğası arasında kalıyor. Oyun yönetmeni, alımlamaya çok daha aktif olarak katılmakta özgür. Sayfa üzerindeki sözcükler her zaman aynı, ama sahnelenen dikkatimizi sahneye yönelttiğimiz sırada sürekli değişmekte. Tiyatro bu yönden benim açımdan romana göre çok daha zengin bir deneyim. Öyle değil mi ama? Özgür Yalım’ın yeğlemesini doğrusu saygı duyarak, alkışladım.

Ancak, metnin birçok olanaklı sözcelemesinde zorlanmış Yalım. Gösterimin sözcelenmesiyle gelişimin toplu tartımını eserin gerektirdiği gibi açıklayamamış. Sahnelemeyi yalnızca diksiyon ya da jestüel ve görsel değişimlerle sınırlı kılmış. Özgür Yalım’ın sahnelemesinin, herkesin anlamını kavrayabilmesi için temsilin havasını ve “çeşnilerini” vererek bir metni sözcelemek olmadığı düşüncesini anlıyorum ve kabul ediyorum tamam, ama sahnelemek içinde sözlü olan ile sözlü olmayan arasındaki alışverişin gerçekleşebileceği sözceleme durumları kurmak ve ayarlamak olduğunu da ısrarla savunuyorum.

Başarılı sahne tasarımcısı Ethem Özbora oyuna dekor falan yapmamış, ama nedense afişi imzalamış. Oyun siyah fon perdesi önünde oynanıyor. Devirler değişse de Doktor Ramiz’in çantasının değişmemesini, eğer altında bir ileti varsa anlayamadım. Nuri Efendi’nin Osmanlı döneminde kâğıt mendil kullanmasıysa en azından komik… Mihriban Oran’ın kostümleri oldukça başarılı… Önder Arık yönetmenin düşüncelerine ve yorumuna katılmış ve ışık tasarımıyla yardımcı olmuş. Zaman ve meân kavramlarını iyi kullanmış. Bora Coşar’ın müzikleri de iyi. Tuğba Özkul’un dans düzenine gelince… Ayol o ne çarliston’du öyle! 

Oyunculardan Atilla Şendil sadece “yer yer” başarılı. Hayri İrdal’ın ruhsal durumunu çözmüş gibi görünse de, hiç olmadık yerde dil çıkartmak, omuz jesti yapmak gibi ucuz güldürme öğelerine neden başvurduğunu anlamak ve kabul etmek olanağı yok. Gereksiz edimler içerisinde (yüz hareketleri ve jestleri) bedene ve bunun sonucunda saptanan devinimler bütününe ilişkin görsel anlatımlılık olarak mimikleri hiç mi hiç yerine oturmuyor. Oyuncu için önemli olan, duyguların iç egemenliğinden çok yorumladığı Doktor Ramiz karakterinin duygulanımlarının seyirci için okunabilir olmasıysa İşdar Gökseven başarılı. Adnan Biricik, hem Seyit Lütfullah, hem de Halit Ayarcı olarak sahne üzerinde üretici-sanatçı olabilme örneği vermekte. Gülen Çehreli, Pakize Hanım’ı gerektiği kadar abartı katarak canlandırıyor. Burak Karaman, Aristidi Efendi’de bir iki lehçe kaçırması dışında iyi. Deneyimli oyuncu Aysan Sümercan, seyircide bir insan yanılsaması üretecek biçimde ve ustalıkta bir Zarife Hala çiziyor. Ha bir de, seyircilere oyuna girerlerken el ilanı boyutunda, ön yüzünde sadece kadrolu sanatçıların adlarının bulunduğu bir “oyun tanıtım” bilmem nesi veriyorlar. “Amatör yevmiyesi” ile ödenekli devlet tiyatrosunda sahneye çıkanların adları bu “oyun tanıtım” bilmem nesinde bulunmamakta. Andığım bu “oyun tanıtım” bilmem nesinde doğal olarak adı bulunmayan, adını sora soruştura bulduğum Nermin’e can veren yirmili yaşların başındaki Tuba Karabey’i ise, sistematik ve eksiksiz olmayı denediği için kutlamak, alnından öpmek isterdim. İçime umut salgıladı. 

Kubilay Karslıoğlu’nu, Hidayet Erdinç’i, Melek Gökçer’i, Çetin Kaya’yı, Ali Ersin Yenar’ı, Selçuk Kıçak’ı, Gökalp Kulan’ı soracak olursanız… 
Sormayın!
Tadımı kaçırmayın… 

(Geçtiğimiz cuma günkü “Testosteron” oyunu ile ilgili değerlendirmeme ilişkin, oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan’dan bir açıklama geldi. Anımsanabileceği gibi, yazımda “Alicja ve Partizanlar” adının neden “Ermişler ya da Günahkârlar” olarak değiştirildiğini anlayamadığımı yazmıştım. Meğer yanlış yapmışım. Aydoğan, “Alicja ve Partizanlar”ı değil, Fistach’ın konuşmasında adı geçen orkestra grubu olan “Aziz Fransua ve Köpekleri”ni “Ermişler ya da Günahkârlar” olarak değiştirmiş. Bu değişikliği yaparken “Aziz” sıfatının ermişlere, günahkârların da köpeklere uyabileceği mantığını işletmiş. Bir de, yazar eserinde partizanlar üzerinden savaş dulları esprisini üretiyor. Bakmış ki, “savaş dulu” deyimi dilimizde yerine oturmayacak, “Alicja ve Partizanlar” adını da “Alicja ve İsyankârlar” olarak değiştirmiş. Kemal Aydoğan’ın açıklamasında da ifadesini bulduğu gibi, eleştiri-değerlendirme yazılarında bu tür hatalar “vaka-i adiye” sayılıyor, ama olsun. Özür diliyor, Kemal Aydoğan’a ilgisi için teşekkür ediyorum.)

Anahtar Kelimeler: saatleri ayarlama enstitüsü, istanbul devlet tiyatrosu



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir