Yargının Siyasallaştığı Ülkede Adalet: “Rosenbergler Ölmemeli”
Alain Decaux’un “Rosenbergler Ölmemeli” oyunu benim kuşağıma çok şey hatırlatır, eminim. 1970 yılında Dostlar Tiyatrosu (gelmişine göçmüşüne ayrı selam) Genco Erkal, Ayla Algan, Öcal San, Zeki Yurtbaşı, Berin Süngü, Halit Akçatepe, Deniz Çakır, Mehmet Akan, Nüvit Özdoğru’lu kadrosuyla sahnelendiğinde yer yerinden oynamıştı, dün gibi hatırlarım, bilirim. O günlerde 27 yaşındaydım ve iktidar olanların koltuklarını daim kılmak için “korku imparatorlukları” kurmalarına bir tiyatro oyunu aracığıyla tanıklık etmiştim. Korkutulan, “öcü” olarak tanıtılan Komünizm idi. O günlerde, Julius ve Ethel Rosenberg’in 19 Haziran 1953’te New York’ta idam edildiklerini annem ile babamın konuşmalarından öğrenmiştim. “Tekel” kibrit kutusu üzerindeki orman resminde, yaşıtlarımla beraber Stalin görüntüsü ararken, casusluk nedeniyle idam edilen ilk ABD yurttaşları olduklarını belledim. O yaşımda atom bombasının formülünü Sovyetlere vermekle suçlanmalarına pek anlam verememiştim, ama daha ilerideki yıllarda için için: “Vermişlerse iyi etmişler” dedim. Amerika’nın nükleer silaha tek başına sahip olamamasına yürekten sevindim.
BİNLERCE İNSAN HAYATINI MAHVEDENLER
1960’lı yılların sonunda Güneydoğu’da Sakıncalı Piyade olarak vatani(!) görevimi yaparken ve özellikle 1980 sonrasında bu topraklarda ikiye bölünmüş yeni korku üfürüklerine tanıklık ettim. Kürtler, eşittir terör, Radikal İslamcı, eşittir irtica. Bu temelleri şaşkınlıkla izledim. Binlerce insan hayatını mahvedenleri o gün bu gündür daima nefretle, kinle yâd ettim. İktidarların “korku” hapından zıkkımlanan halkıma her keresinde (n’apim, elimden başka bir şey gelemezdi) sitem ettim.
“MUHBİR VATANDAŞ” BEYEFENDİ’NİN RUHUNA
1950’ler Amerika’sında yaşanan bir adalet trajedisini temel insan hakları ve evrensel hukuk prensipleri çerçevesinde işleyerek tartışmaya açan Fransız tarihçi Alain Decaux’un “Rosenbergler Ölmemeli” oyununu, geçenlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı olarak izledim ve gene çok sevdim. Geçmişin bu büyük yargılama efsanesini, "yargının siyasallaştığı bir ülkede adalet nasıl sağlanır" sorusuna belgeler aracılığıyla yanıt arayan eserini bir kez daha içime sindirdim. Diğer taraftan, oyunu sahneye koyan Orhan Alkaya’nın 1980 sonunda 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu uyarınca “çalışmasında sakınca görülen kişi” yaftasıyla İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan kovulduğunu pek iyi bildiğimden, bu oyunu İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahneye taşımakla 12 Eylül sonrası anılan tiyatronun genel sanat yönetmeni “muhbir vatandaş” Vasfi Rıza Zobu Beyefendi’nin ruhuna bir avuç kül serptiğini sezdim, ayrıca pek haz ettim.
ALKAYA, İLKELERİ “İLK”LERİ BOZMUŞ, YENİDEN “İLK”LER KURMUŞ
Oyunu pür dikkat izledikten sonra, Yönetmen Orhan Alkaya’nın oyunu sahneye koyarken belgesel bir oyun yapmaktan itinayla kaçınmış olduğunu, hiç kuşkusuz yepyeni bir seyir pratiği geliştirdiğini alelacele söylemeliydim, söyledim de. Sahnenin güçlü anlarından ya da birimlerinden yola çıkarak teksti pek güzel didiklediğinden sahnelemede bazı temel ilkeleri “ilk”leri bozmuş, yeniden “ilk”ler kurmuş… Televizyondan canlı yayımlanan bir futbol maçındaymışçasına “oyuncular” arasında olup biteni seyirciye saptattırmış. Nurdan Gür ve Seza Güneş’in interaktif kameralarıyla, karşılaşan iki takımın attıkları “golleri”, ulaştıkları sonucun oluşumunu seyircinin doğrudan yorumlamasını sağlamış, izleyene eylemin coşkusu içerisinde kavratmış. Olayların ayrıntısını, akışını ve gücünü tekstin dışında sil baştan konumlandırmış. Fon perdesi önünü dört kareye bölmüş, karelerin önünde açılıp kapanan sürgüler koydurmuş, sürgülerin kapalı halinde üstüne video çekim yansıtmalarıyla altını çizmek istediklerini oyunu yaşayan izleyiciye somut olarak dayatmış. Oyunu, iki de sahne yanları olmak üzere altı (Avukat’ın çıktığı alanı da katarsak yedi) alanda akıtmış.
ÇAĞRI HÜN, PÜRÜZSÜZ SESİYLE ALKIŞI HAK EDİYOR
Zehra Ağralı Gençosman’ın çevirisi, bir-iki Türkçe hatası dışında hem kaynak metne, hem kaynak kültüre, hem de hedef metne ve hedef kültüre uygun. Dilde biraz zaman farkı var, ama olsun! Dekor Tasarımını Barış Dinçel kotarmış. Dinçel’in sahne düzeni süs değil; oyun metni nasıl bir şeyler anlatıyorsa dekor da anlatıma katkı sağlamış. Dinçel, sadece yönetmenin yorumuna uyan değil, yorumunu vurgulayan, zenginleştiren, tat katan, teknik açıdan da hem yönetmene, hem de oyunculara sahne üzerinde kolaylık sağlayan, oyunun değerine değer katan bir ortam yaratmış. Işıklar içinde yatsın Tarık Öcal’ın Melih Cevdet Anday’ın “Anı”, Timur Selçuk’un Orhan Alkaya’nın “Ethel ve Julius İçin Milonga” şiirlerinden yaptıkları besteler, oyunun içerdiği aksiyonun yol açtığı duygu fırtınasına izleyiciyi buyur eder niteliğe erişmiş. Bu besteleri seslendiren Çağrı Hün ise pürüzsüz pırıl sesiyle alkışı anasının ak sütü gibi hak etmiş. Deniz Noyan yönetimindeki Altuğ Kutluğ, Ayla Özkan, Utku Akıncı, Muzaffer Berişa ve Bilal Nazlıgül’den oluşan orkestra da alkış konusunda Çağrı Hün’ün hemen yanına yerleşmiş.
CANAN GÖKNİL BİLİYOR, TİYATRODA KOSTÜM “KIYAFET” DEMEK DEĞİL
Canan Göknil’in kostümleri birebir dönemselliğiyle konunun zihinlerde daha iyi canlanmasını sağlamış. Göknil, kostümlerini oyunculara değil, oyuncuları (özellikle de Yeşim Koçak) kostümlerine taşıtmış. Oyuncuların tümü sahnelerimizde az rastlanır biçimde kendi sanatlarını anlamlandırdıkları oranda, giydikleri kostümlere de anlam yüklüyorlar ki bu başarıda hiç kuşkum yok ki Canan Göknil parmak oynatmış. Kostümler, oyuncuların görevlerini “bihakkın” yerine getirmelerine yardımcı öğe halini almış. Canan Göknil biliyor, tiyatroda kostüm “kıyafet” demek değil ki! Oyunun ve karakterin anlamına yardım eden bir uzantı kostüm! Kostüm, oyuncunun jest ve mimiklerinde, devinimlerinde kostümü yorumlayan bir ustalık göstermeli, oyuncunun görüntüsel vurgusunu arttırmalı. Canan Göknil bunu başarmış. Anlık etki yaratan, bir duygunun açığa vurulmasını sağlayan ışık tasarımınıysa Murat İşçi yapmış. Ersin Aşar’ın efektleri her zamanki Ersin Aşar efekt başarısına bu kere de ulaşmış.
OYUNCULARIN TAMAMI BAŞARILI
“Rosenbergler Ölmemeli” oyununa can veren oyunculara gelince, tamamının başarılı olduklarını gönül rahatlığıyla söylemeliyim. Orhan Alkaya, anlamın ve dilin anlatımbilimsel kuramını, oyuncunun bedeni ve ruhunun alt-partisyondan partisyonlara geçen karma (karıştırma anlamında kullanıyorum) ve süzme sürecini her oyuncuda ayrı ayrı tıkır tıkır işletmiş. On iki kişilik oyuncu kadrosunun tamamı bedenlerini, görünüşlerini, seslerini, duygulanımlarını bu işe adamakla kalmamış, canlandırdıkları karakterlerle özdeşleşmiş. Oyunculukları gevşeme, yoğunlaşma, duyusal ve duygusal bellek tekniklerini, kısacası bir rolün figürleşmesini önceleyen her bir şeyi içermiş.
OYUNCULUKTA TEATRAL KONVANSİYONUN ALTINI İYİ ÇİZMEK
Osman Gidişoğlu, Mc Carty’nin görsel kodlarını titizlikle ayıklayarak oyuna pek güzel uyum sağlamış. Murat Coşkuner, Savcı’nın gerçeğe uygunluk etmenleriyle teatrallik etmenlerinden birinin doğruluğunu, ötekinin yanlışlığıyla kapıştırarak başarıya ulaşmış. Ruth Greenglass’da Buket Yanmaz Kubilay görevini yapmakta. Max Elitcher’de Murat Derya Kılıç, işkence tablosunda durumun gerçekliğini pek güzel güçlendirmiş. Gerçeklik ya da gerçeğe uymadığını, gerçekle çeliştiğini bile bile tasarladığı, düş gücüyle yarattığı konumunun çerçevesini mükemmel belirlemiş. David Greenglass’ta Kutay Kırşehirlioğlu sunuma yönelik bir oyunculuğu yeğlemiş, teatral konvansiyonun altını iyi çizmiş.
YEŞİM KOÇAK GENE BİR ÇİÇEK GİBİ SEVİMLİ, BİR BARDAK SU GİBİ DURU
Yeşim Koçak televizyon sunucusunu bir çiçek gibi sevimli, bir bardak su gibi duru, iki iki dört eder gibi öyle kolay anlaşılır çizmiş ki, özel olarak alkışlamamak olası değil. Amerikan şımarığının masumluğu, gençliği, utangaç tazeliği bu kadar mı iyi anlatılır yahu! Aslıhan Kandemir, fiziksel ve olabildiğince psikolojik yönelimlerinden tam bir Ethel Rosenberg yaratmış. Karakteri nasıl biçimlendireceğini, biçimlendirebilmesi için nasıl çaba göstermesi gerektiğini, nereye yoğunlaşacağını iyi hesaplamış. Julius Rosenberg’te Mert Tanık’ın (interaktif yakın çekimlerle de sabittir ki) gözlerinin, yüzünün konuşması son derece incelikli. Kassal hareketleriyle Julius’ıun coşkularını, düşüncelerini, duygularını şıpınişi izleyiciye aktarabilmiş.
KARAKTERİN DUYGU VE DÜŞÜNCELERİNİ GÜÇLENDİRMEK
Ali Gökmen Altuğ, kasları bütünüyle ve dolaysız biçimde duygularına bağlı, mekanik en ufak bir kasılmaya tabi olmadan 1. Müfettiş’e can veriyor. 2. Müfettiş’te Ozan Gözel de öyle. İkisinde de sözcükler, tonlamalar, konuşmalar yerli yerinde. Ali Mert Yavuzcan, yeri geldiğinde Avukat’ın duygu ve düşüncelerini, kızgınlığını, sevincini güçlendirmek için hiç abartısız jeste, devinime başvuruyor, bence iyi de ediyor. Deneyimli oyuncu Mazlum Kiper inandırıcı bir Yargıç karakteri çizmekte.
OYUN KISALTILABİLİR MİYDİ?
Oyundan çıkarken içimde yer tutan eleştirmen, bana Orhan Alkaya’nın oyun boyunca açtığı ve sonra da kapadığı parantezlerin bir bölümünü silip, oyunu en azından yirmi dakika daha kısa tutamaz mıydı dedi.
Yetinmedi, tutsa ne kaybolurdu diye sual de eyledi.
İçimdeki eleştirmenin yönetmene karışması ne haddine!
Benden yanıt çıkmayınca karışmamayı en kestirme yol olarak yeğledi.
“Önemli olan Rosenbergler’in ölmemesiydi” dedim.
“Bizim Rosenbergler’in de” dedi.
Anahtar Kelimeler: Rosenbergler Ölmemeli, istanbul şehir tiyatrosu
0 Yorum