SIMON’DAN BABA-KIZ ÖYKÜSÜ: “BEN SİNEMA ARTİSTİ OLMAK İSTİYORUM”
Üzerinde en az durulan ilişkilerden biri olan baba-kız ilişkisi, esasında öyle hassas bir konu ki! Dikkat ettiyseniz, anne-kız ya da üvey anne-kız ilişkileri masallarda bile sorunluyken, kızların babayla ilişkileri daha naif geçiştirilmiş. Kız çocuğun babayla kurduğu ilişki beklenti, hayal kırıklığı, hayranlık, reddedilme ve sevgi yüklü bir olgu olarak tanımlanıyor ve bu ilişki kız çocuğun seçimlerini ve yaşama bakışını da belirliyor.
Bir kızın babasıyla kurduğu ilişki ve içinde bulunduğu etkileşim onun ileriki yıllarda karşı cinsle temaslarını, eşiyle, patronuyla, arkadaşlarıyla ve çalışma arkadaşlarıyla kuracağı ilişkileri de etkiliyor. Kız çocuk, babayla beraber erkek cinsini ve erkeklerin dünyasını öğreniyor, ileride erkeklere dair yapacağı genellemelerin bilgisine babası sayesinde ulaşıyor.
Kız çocukları, daha altı aylıkken babalarının sesine ve dokunuşlarına annesininkinden daha farklı tepkide bulunmaktaymış, uzmanlar böyle söylüyor. Yani babayı daha ilk aylardan itibaren algılamakta ve ayırt etmekte. Yani baba, tıpkı anne gibi çocuğun hem psikososyal, hem psikoseksüel, hem de zihinsel gelişiminde rol oynayan bir birey. Psikoseksüel kurama göre kız çocuklar daha çok 3–4 yaş civarında babaya yakın olmak istemekteler. Hatta buna engel olan kişinin anne olduğunu düşünüp, anneye kıskançlık besliyor, daha sonra anneyle özdeşleşerek bu süreci atlatıyorlar. Sağlıklı olan, bu sürecin bir şeklide sona ermesi…
Neil Simon (1927), ticari tiyatronun en başarılı yazarlarından biri. Orta sınıf Amerikan yaşamına ilişkin komedyalarıyla ünlenmiş. Müzikli farslar, revüler, yarı ciddi, hafif komedyalar kaleme almış. İstanbul Büyükşehir Tiyatroları, işte bu yazarın 1980 yılında yazdığı bir baba-kız öyküsü olan “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum (özgün adı: “I Ought To Be in Pictures)” başlıklı oyununu sahneliyor. Libby Tucker, on altı yıldır görmediği babasının yanına geldiğinde nasıl karşılanacağını bilmiyordur. Bu karşılaşmayla başlayan geçmişin sorgulanmasına, babasının kız arkadaşı Steffy ile arasındaki sorunlar da eklenince gerilim artacak, genç bir kızın hayalleriyle; hayattan, düş kırıklıklarından yorulmuş bir adamın birbirlerini etkilemesi ve birbirlerine gereksinim duyuşları öne çıkacaktır. Neil Simon’un mizah yüklü dilini Türkçemize Bilge Koloğlu kazandırmış. Hangi yılın Türkçesi bilmiyorum, ama notlarıma: “Biraz daha kıvrak dil kullanılabilirdi” diye yazmışım. Oyunu S. Bora Seçkin yönetmiş.
S. Bora Seçkin’in yönetiminden Hollywood’da senaryo yazarı olan baba Herbert Tucker’ın, kızı Libby Tucker’ın sinema artisti olma hayallerine yardımcı olup olmadığı ya da neden yardımcı olmadığı pek anlaşılmıyor, ama bu kusur metinden kaynaklanıyor da olabilir. Yazılı metni okumadığım için böyle bir gaf yapabilirim, ama her ne olursa olsun öykünün mihenk taşı olmazsa, ister istemez kendimce bir suçlu arıyorum. Baba, kızına neden yardım etmiyor ya da yardım etmek istemiyor? Bilemiyorum. Müzik adına sıra dışı bir kişilik oluşturan Tom Waits’in bestesini çalındığı tabloya yakıştırıyorum da, “Hiçbir şeye pişman değilim” anlamındaki ünlü Edith Piaf şarkısı “Non je ne regrette rien”in hem de iki kez yinelenişiyle bir ileti kuramıyorum.
Neil Simon’ın her eserinin mizah ve gerçeğin harika bir kombinasyonu olduğu savlanır, ama S. Bora Seçkin bu “kombinasyonu” neden biraz kırpmamış, kırpmadığı için tekrarlara düşmüştür, ne yalan söyleyeyim bu hususu da anlamam mümkün olamadı. Seçkin’in, genç oyuncu Derya Çetinel’i (abartı ötesi) olamazcasına “büyük” oynatmasını bütün iyi niyetime karşın kavramamı hiçbir unsur sağlayamadı. Sesin oyun kişisinin gösterileninden, yani onun kurmaca içerisindeki kimliğinden daha çok bilgi aktardığını bilmez mi S. Bora Seçkin? Bilmez olur mu hiç? O halde sesin anlatımbilimsel derinliğinin, cisimliliğinin, kösnüllüğünün ya da müzikalitesinin gücünden hiç mi söz etmedi Çetinel’e? O gücün yeri geldiğinde metnin anlamını bile bastırdığını genç oyuncuya anlatmadı mı, yoksa anlattı da Çakır mı anlamadı acaba? Merak ediyorum!
S. Bora Seçkin, yer yer ritmi yakaladığı rejisinde, öyküyü olabildiğince hızlı anlatmaya çalışmış, ama metin de, sahneleme de zayıf kalmış. Radyodan gelen sesi radyonun bulunduğu yerden vererek iyi etmiş de, başka bir kentten gelen Libby’nin kapıyı çalmadan elinde çantalarıyla paldır kültür sahneye dalmasına çare üretmemiş. Kızıyla on altı yıl sonra ilk kez karşılaşan baba uzun süre başını çevirip kızına bakmıyor. Olur mu? “Olur” demiş! Derya Çetinel’in sözcelemesinin mantıklı ve retorik dayanak noktalarını saptamamış. Ustaların “mimo-posturo-verbal zincir” dedikleri, bildirinin Derya Çetinel’de bedenden tavra ve sese belli olmadan geçiş biçimini iyi belirlemiş de gösterimin görsel öğelerinden hareketlerinden ya da görsel öğelerinden yola çıkarak iyi bir müzik çalışması yapmamış ya da yaptırmamış.
F. Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımı mükemmel. Yiğitcan’ın, yüzleri fazla aydınlatmamaya, böylece oyunun gizemine katkı sağlamaya yönelik anlayışı, saptandığı anda ve istenilen etki üzerine ışığın devreye girmesini hesaplaması oyuna katkı sağlamış. Yüzlere hiç gölge düşmüyor. Işık, özellikle Derya Çetinel’in enerjisini duyulur duruma getirmekte. Ayhan Doğan’ın çevre düzeni hayli ekonomik... Nihal Kaplangı’nın kostümleri esasında çok zevkli Özellikle Steffy’ye giydirdikleri. Ezgim Kılınç da doğrusu kostümlerini iyi taşıyor. Gel gelelim, ayağında ayakkabı, kolunda saat, üstünde pantolon-fanila yatağından yeni kalkan Herbert’in “giyineyim” diyerek sahneden çıkması, gömlek giyerek dönmesi olmuyor. Mustafa Küçücük’ün görsel tasarımı, Ersin Aşar’ın efektleri başarılı.
Oyunculardan Ezgim Kılınç, canlandırdığı karakter üstüne düşünmüş, belli; belli belli olmasına da, bu başarısı için yeterli olmuyor. Çünkü bence Steffy’nin iç vizüel hayallerini nasıl yaratacağını bilememiş. Ezgim Kılınç, hiç kuşkusuz sahneye yakışıyor. Derya Çetinel, canlandırdığı Libby karakteri için de, sahne için de gerekli olmayan, doğalcılığın bütün kabalıklarından temizlenip arıtılmış tutkular taşıyor sahneye. İlerisi için umudumuzu bu oyunda da canlı tutuyor. Erhan Yazıcıoğlu, Herbert Tucker’ın yaşanmış coşkularının kışkırtmış olduğu içsel yönelimleri, derin içsel öz olarak duyumsadığında, gövdesi aksiyona giriyor. Yaratıcı yönelimini etkin duygular düzeyinde tutarak, içine girdiği Herbert Tucker’a can veriyor.
“Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum”un oyuncuları, “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum”a söz getirmiyor.
Anahtar Kelimeler: ben sinema artisti olmak istiyorum, istanbul şehir tiyatrosu
0 Yorum