“Faşizm bir ideoloji değil, kötülüktür”
Thomas Mann
Yönetmenin oyun seçimlerini şekillendiren farklı etkenlerden söz etmek mümkünse de, son sözü çoğu zaman yönetmen söyler. Dolayısıyla, bir yönetmenin repertuarı, onun sanatsal duruşunu yorumlamanın en sağlıklı yollarından birini sunar bize. Söz gelimi, sanat yaşamında ağırlıklı olarak vodvil tarzı komedi oyunlarını sahneleyen bir yönetmenin, tiyatroyu öncelikle bir güldürü aracı olarak gördüğü söylenebilir. Benzer bir yaklaşımla, repertuarında çoğunlukla politik (agit-prop) oyunlar yer alan bir yönetmenin, tiyatroyu siyasi eylem alanın bir uzantısı olarak değerlendirdiği söyleyenebilir. Bu yazımızda, çağdaş tiyatromuzun önde gelen isimlerinden Ayşe Emel Mesci’nin Ankara Devlet Tiyatrosu bünyesinde sahneye koyduğu Orkestra (Playing for Time, 1980) adlı oyununu, yönetmenin önceki oyun seçimleri ışığında inceleyerek, tiyatroya bakışını çözümlemeye çalışacağız. 1
Mesci’nin son beş sezonda yaptığı oyun seçimlerine baktığımızda, yönetmenin siyasi ve toplumsal sorunları kadın kahramanların/kurbanların gözünden aktaran metinlere yöneldiğini görüyoruz: Antigone (Sophokles), Kurban (Güngör Dilmen) ve Çığ (Tuncer Cücenoğlu). Fransız piyanist/besteci ve kabare şarkıcısı Fania Fénelon’un öz yaşam öyküsüne dayanan Orkestra’nın, konusu itibarıyla, yönetmenin son dönem çalışmlarında takip ettiği sanatsal izleğin devamı niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı sırasında Auschwitz-Birkenau toplama kampına götürülen Fénelon, burada başından geçenleri günlüğüne kaydeder ve faşizmin çirkin yüzünü sergileyen bu tarihi belgeyi 1978 yılında Sursis Pour l’Orchestre adıyla yayınlar. Kadın gözünden bir faşizm eleştirisi olarak niteleyebileceğimiz metin, iki yıl sonra Yahudi asıllı tiyatro yazarı Arthur Miller tarafından Playing for Time (Zaman Kazanmak için Müzik Yapmak) adıyla senaryolaştırarak televizyon ekranına taşınır.2 Altı dalda Emmy de dahil olmak üzere birçok uluslararası ödüle layık görülen filmin, Mesci’nin prodüksiyonu ile karşılaştırma yapabileceğimiz bir referans noktası sağlaması açısından önemli olduğunu yeri gelmişken belirtelim.3
Ayşe Emel Mesci’nin özgün sahne yorumuna geçmeden önce oyunun öyküsüne kısaca bakalım. Aralarında Fénelon’un da bulunduğu bir grup Yahudi, komünist direniş hareketiyle doğrudan ya da dolaylı bağlantıları oldukları gerekçesiyle Auschwitz toplama kapına gönderilir. Fénelon’un Auschwitz’e gelişi kamptaki kadın orkestrası için umut ışığı olur. Mahkûmların, işe gidiş geliş saatlerinde marş çalmak üzere kurulan orkestra, zamanla Nazi subayları için klasik müzik konserleri vermeye başlamıştır. Müzisyenlerin hayatta kalabilmelerinin tek yolu daha fazla çalışıp cellatları için daha iyi konserler verebilmektir; tek eksiklikleri ise yetenekli bir orkestra şefidir. Fénelon, orkestrayı kısa sürede toparlayarak istenilen besteleri çalabilecek duruma getirir. Provalarda orkestra üyeleri arasında baş gösteren siyasi ve ahlaki ayrılıklar, zamanla varoluşsal bir sorgulamaya dönüşür: Hayatta kalabilmek için Nazi vahşetine fon müziği yapan orkestra, bunu ne kadar sürdürebilecektir? Mesci’nin özgün sahne yorumunun temelini, ahlaki değerler ile hayatta kalma mücadelesi arasındaki bu çelişki oluşturur. Mesci, oyunu sahneye koyarken kendisine yönelttiği soruyu şu şekilde açıklıyor:
“...ölçek, koşullar, dönem, her şey apayrı, ama biz çok mu farklıyız? ‘Zamanı biraz daha uzatmak’ için nelere göz yumuyoruz şu adaletsiz dünyada? Bizim orkestramız kimler için çalıyor peki?” Çıkarlarımız için hangi ahlaki değerlerimizden ödün verdiğimizi sorgulayan bu soru bize göre, Mesci tiyatrosunun en temel özelliklerinden birini ortaya koyması açısından büyük önem taşıyor: hayatı tiyatro aracılığıyla (yeniden) sorgulamak. Ancak, tiyatronun daha çok politik okumalara açık bu yönü, yönetmenin tek dayanak noktasını oluşturmuyor. Tiyatronun ayinsel köklerine de sahip çıkan Mesci, metni yorumlarken farklı tiyatro kuramları arasında hassas bir denge kurmaya özen göstermiş. Bir yandan, oyun zamanı ile şimdiki zamanı iç içe kurgulayarak, izleyicileri insanlık dışı suçların tanığı yaparken, diğer yandan çeşitli yabancılaştırma teknikleri yardımıyla oyun ile seyirci arasındaki mesafeyi korumaya çalışmış.
Oyunun ilk bölümü, ana akım tiyatro anlayışının dışında kalan “Théâtre de la Cruauté” (vahşet veya acımasızlık tiyatrosu) ve “in-yer-face theatre” (yüze vurumcu tiyatro) kuramlarından izler taşımakta.4 Bize göre Mesci’nin seçiminin temel nedeni, her iki tiyatro kuramının da rahatsız edici olayları bütün çıplaklığıyla sahneye taşıyarak, seyircinin oyuncularla özdeşleşmesini amaçlamasıdır. Mesci’nin Orkestra’sı, seyirciyi fuayede karşılıyor. Restoran olarak düzenlenen fuayede, Fransızca şarkılar dinleyen seyircilere bir süre sonra Fania Fénelon ve Auschwitz’deki arkadaşları Heléne ile Etalina katılır. Savaş sona ermiş, tutsaklık günlerinin üzerinden uzun zaman geçmiştir. Üç arkadaş eski günleri yad eden bir sohbete dalmak üzereyken, Nazi askerleri ortaya çıkar ve seyirci, bir grup mahkûmla birlikte, karanlıkta, itiş kakış içerisinde fuaye alanının devamı niteliğindeki bölüme alınır. Burada, Fania ve beraberindeki Fransız mahkûmları Auschwitz-Birkenau toplama kapına götüren tren “yolculuğundan” bir kesiti izleriz. Seyircilerin ayakta izledikleri bu sahne, mahkûmları kampta bekleyen acımasız koşulların bir habercisidir. Mahkûmların yaş ve sağlık durumlarına göre “ayıklanması”ndan sonra, seyirci bir kez daha Nazi askerlerinin komutlarıyla hareket ettirilerek, Murat Gülmez (sahne düzenlemesi), Hale Eren (kostüm) ile Önder Arık’ın (ışık tasarımı) titiz çalışmalarıyla kusursuz bir görselliğe kavuşan salona alınır.
Seyirci üzerinde başarıyla yaratılan huzursuzluk ve tedirginlik hissi salonda da devam ettirilir. İtiş kakış arasında kendini salona güç bela atan seyirciyi, burada Nazi subaylarının nefret dolu bakışları ve yanlarındaki kurt köpekleri karşılar. En ince ayrıntısına kadar düşünülerek düzenlenen sahne gerçek bir toplama kampından farksızdır. Seyirciler, oyun arasına bile “on beş dakika havalandırma izni” komutuyla çıkarılır. Özetle, iki saat kırk dakika süren oyunun, seyircileri kelimenin tam anlamıyla “esir” aldığını söyleyebiliriz. Mesci’nin farklı tiyatro yaklaşımları arasında başarıyla kurduğu denge, bu noktada önem kazanıyor. Oyunda zaman zaman sunulan sinevizyon gösterimi ile seyircinin üzerine tutulan ışıklar/fenerler ve seyirciye doğrudan seslenişler gibi yabancılaştırma efektleri, bizi gerçekçi atmosferden kopararak, oyunla sadece duygusal değil aynı zamanda düşünsel bağlantı kurmamızı da sağlıyor.
Mesci, uyarlama oyunlarda izleyegeldiğimiz uzun sahnelerin yerine, kendi içinde bütünlük taşıyan dramatik kesitleri tercih etmiş. Böylece, iki saat kırk dakikalık oyunda tempo başarıyla korunmuş. Yönetmenin, oyuna orijinal metin sonundaki restoran sahnesiyle başlaması, oyunda birbiri ardına sıralanan dramatik bölümleri Fénelon’un anılarından kesitler olarak algılayarak, oyunu uzun bir “flashback” olarak izlememizi sağlıyor. Yönetmenin ve dramaturgun (Özcan Özer) farklı karakterler aracılığıyla dillendirilen karşıt görüşlerin hemen hepsini sahneye taşımış olması, oyunun bir diğer güçlü yönü. Buna, Mesci’nin sahne yorumunun temelini oluşturan ahlaki değerler ile hayatta kalma mücadelesi arasındaki çatışmanın Marianne (Özlem Gür) karakteri üzerinden başarıyla aktarılışını da ekleyebiliriz. Oyunun başarısındaki en büyük paylardan biri de kuşkusuz özverili oyuncu kadrosuna ait. Nazi subaylarını canlandıran oyuncuların, zaman zaman aşırı dramatikleşen hitapları dışında, oyunculuk anlamında herhangi bir aksaklığa rastlanmıyor. Fania Fénelon’u canlandıran Zeynep Hürol’un sahne hakimiyetiyle genç oyuncu kadrosuna verdiği güvenin, oyunu başarıya ulaştıran en önemli ektenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Zaman zaman bir müzikali andıran oyunda, müzisyenlerin, oyuncularla sağladığı bütünlük ise görülmeye değer.
Son olarak, oyunda farklı yorumlanabilecek birkaç ayrıntıyı dile getirmekte yarar var. Gerek orijinal metinde gerekse televizyon filminde işlenen bazı başlıca unsurlara, belki de kısıtlı zaman nedeniyle, oyunda yer verilememiş. Fania Fénelon’un asıl soyadı olan “Goldstein” üzerinden tartışmaya açılan kimlik sorunu ve saf ırk yaratma saçmalığı bunların en önemlisi. Mahkûmları Yahudi ve Aryan olarak iki gruba ayıran Frau Schmidt’in, Fénelon ve Marianne’nin annelerinin Katolik olduğunu öğrenmesiyle yaşadığı şaşkınlık ve iki mahkumun üniformalarındaki Davud Yıldızının ikiye kesilmesiyle “yarı Yahudi” olarak işaretlenmesi gibi, faşizmin açmazlarını gösteren sahneler oyunda maalesef yer almıyor. Metinde geniş yer tutan Mala adlı mahkumun (Ezgi Koç) çarpıcı hikayesine, oyunda çok kısaca yer verilmesi, Fénelon’un günlüğünün oyunun sonunda, neredeyse hiç yıpranmamış, yepyeni kırmızı kabıyla ortaya çıkması güçlü prodüksiyonda gözden kaçan ayrıntılar olarak sıralanabilir. Oyunun gerçek bir hikâyeye dayandığını göstermesi açısından önemli olan günlüğe, sahnede yer verilmesi ve Fénelon’un bir iki kısa tabloda günlüğüne not alırken gösterilmesi oyuna güç katabilirdi.
Yazımıza son verirken, Orkestra’yı, yönetmenin son dönem oyunlarıyla birlikte değerlendirdiğimizde, vardığımız sonuçları sıralayalım. Öncelikle, yönetmenin son beş sezondaki oyun tercihleri bağlamında Mesci tiyatrosunun temel izleklerinden birinin kadın odaklı trajediler olduğunu söyleyebiliriz. Yaşanılan trajedileri kadın kahramanların/kurbanların gözünden aktarmaları, Kurban, Çığ, Antigone ve Orkestra gibi farklı dönemlere ait oyunları birarada düşünmemize imkân sağlıyor. Metinleri birlikte ele almamızı sağlayan bir diğer özellik ise, baskıcı siyasal iktidarın veya toplumsal kurumların eleştirilerini sunuyor olmaları. Yönetmenin sahne yorumunu oluştururken yararlandığı kaynakların zenginliği, Orkestra’da da karşımıza çıkıyor. Önceki oyunlarında olduğu gibi, Orkestra’da da farklı tiyatro kuramları arasında hassas bir denge gözeten Mesci, seyircilerin oyunla hem duygusal hem düşünsel iletişim kurmasını sağlamayı amaçlıyor. Sadece sahneyi değil tiyatro binasını oyuna dâhil eden yönetmen, tiyatroyu kolay kolay unutulamayacak bir deneyime dönüştürüyor. Bu yönüyle Mesci tiyatrosunun, tiyatronun kadim, ayinsel kökleriyle, modern tiyatronun düşünselliğin izinde giden deneysel akımlarını birleştirme çabasının başarılı bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Yönetmenin son dönem oyunlarının karşılaştırmalı, özlü bir incelemesinden elde ettiğimiz bu sonuçlar, Mesci’nin önümüzdeki senelerde çıkacağı sanatsal yolculuğa ışık tutsa da, biz son sözü yine sahneye ve oyunculara bırakalım. Orkestra’nın final tablosunda, küçük bir mahkûm çocuk öne çıkarak “Filistin nerede?” diye sorar. Kadın oyuncu ufku göstererek “orada” diye işaret eder. Orası ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların, susmak zorunda bırakılanların ülkesi... yoksulluğun ve acıların ülkesi. Yolunuz açık olsun Ayşe Emel Mesci...
Öneriler
* Devlet Tiyatroları, çeviri oyunların orijinal isimlerini internet sitesinde yayınlanması eleştirmenler, tiyatro öğrencileri ve sanatseverler için faydalı olacaktır.
** Oyunun ilk iki bölümünde yer alan sahneler, kalp veya panik atak vb. sağlık sorunları olan seyirciler için sakıncalı olabilir. Bu konuda hem İnternet sitesine hem de bilet gişelerine uyarı notu konulabilir.
Notlar
1. Ayşe Emel Mesci, Orkestra’yı 2002 yılında Bursa Devlet Tiyatrosu bünyesinde de sahnelemişti.
2. Miller, Arthur. Playing for Time. New York: Bantam, 1981.
3. Playing for Time: http://www.imdb.com/title/tt0081344/
4. In-yer-face theatre: http://www.inyerface-theatre.com/
“Théâtre de la Cruauté”: http://homepages.tesco.net/~theatre/tezzaland/webstuff/ArtaudPres.html
5. Televizyon filminde de günlük son sahnede ortaya çıkıyor.
Anahtar Kelimeler: orkestra, ankdt, ankara devlet tiyatrosu
0 Yorum