UNUTUŞ; BİR İHANETTİR!
AH SMYRNA’M, GÜZEL İZMİR’İM…
Derinlerde öyle yaralarımız var ki sancısı hâlâ devam etmekte. Öyle olaylar var ki koca bir boşluğun, büyük bir sükûtun, uzun bir dalgınlığın, sessiz çığlıkların sebebi. Dile getirilse bir türlü, unutulsa başka türlü fenalık… Tabi mümkünse unutmak yada silmek… Unutmaya çalışmak dahi mümkün değil ki. Olmamalı da. Unutuş, ihanettir. Peki ya hatırda tutmak, o ise devasa bir yük, onulmaz bir sancı…
Bu toprakların derdi yada bu toprakların insanlarının acısı yetmez mi ki her asırda kendini tekrar eden çileleri çekmekte yada çektirmekteler? Durup düşünmek, kafeste bir gönlün, bedende bir canın bulunduğunu hatra getirmek bile bu çilelere, ezâya, zulme dur demek için yeterliyken nedir bu akıl tutulmaları, nedir bu vicdan yoklukları? Nedir bu, bizden olmayanı bilmemek, bilip de yok saymak, yok saydığını tamamen yok olması için ortadan kaldırmak? Asıl soru; “biz” dediğimiz nedir? “Öteki” nedir? Ne farklı ki “biz” veya “öteki” oluyoruz? Hepimiz; toprağa bastığında aynı gücü alanlar, gözleri, içine işleyen bir bakışa değdiğinde yüreği titreyenler, aşka sevdaya kananlar, yanı başındaki bir ölümde gözyaşlarına boğulanlar, hüznü ve sevinci tadanlar değil miyiz? Şansımız yada şanssızlığımız sınırları kim tarafından çizildiği dahi belli olmayan, adına vatan denilen bir kara parçasında dünyaya gelmek midir? Yoksa tesadüfen herhangi bir milletten gelen analarımız – babalarımız ve onların inanç ve millet anlayışı, bizim belamız veya ödülümüz mü oluyor? Nedir bu tahammülsüzlük, nedir bu kendini üstün görme, bir başkasını aşağılama çabası? Kim yada hangi güç veriyor bu hakkı?
Nedir Alevilik – Sünnilik, nedir Yahudilik, Hıristiyanlık, İslamiyet, Budizm, Süryanilik? Nedir Türk, Kürt, Zaza, Çerkez, Acem, Rum, Ermeni, Fransız, İngiliz? Bunlar, biz, insanoğulları, birbirimizle kaynaşalım diye konulmuş adlar mı yoksa birbirimizi yok edelim diye alet edilen gerekçeler mi? Ne yazık ki kaynaşma nedeni olması gereken dinler, inançlar, milliyetler bazen öyle bir hâl alıyor ki koca bir acımasızlığın sebebi oluveriyor.
Sorduğum, sorgulamaya çalıştığım bu soruları Nesrin Kazankaya yazıp yönettiği “Ah Smyrna’m Güzel İzmir’im” adlı müthiş bir oyunla hepimize yöneltiyor. Bir yanıyla aynı kaygıyı güdüyor. Her ne olursak olalım, insani değerler altında birleşmemiz gerektiğini, derinlemesine yazdığı oyunla bir kez daha vurguluyor.
18. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı Devleti’nin toprak kayıplarının artması sonucu yavaş yavaş kendini gösteren milletlerin göçleri ve karşılıklı nüfus değişimleri özellikle 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında daha keskin bir hale gelir. İçindeki her milleti kucakladığını iddia ettiğimiz Osmanlı, artık Türk ve Müslüman olmayan milletleri yavaş yavaş tasfiye etme yolunu tercih etmektedir. Bu durum, tek taraflı değildir. Osmanlı’dan birer birer ayrılan, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan gibi ulus devletler de kendi topraklarında yaşayan Türklere ve Müslümanlara karşı büyük bir mezalim uyguluyor, yüzyıllardır yaşadıkları toprakları dar etmek ve sınır dışı etmek için bütün yolları deniyorlardı. Bir bakıma kendilerince intikam alıyorlardı. Yüzlerce yıl birlikte yaşayan, aynı ezgide duygulanan, aynı toprakta can bulan – can veren milletler ve hatta komşular birbirlerine düşman kesilirler. Abla – bacı dedikleri komşu kadınlarının namuslarına göz dikip, kardeş dediklerinin mallarına ve canlarına kastetmeye başlarlar. Akıl ve vicdan gitmiş, yerini kin, düşmanlık, kan almıştır. Ülkelerin bütün bölgelerinde aynı acı sesler yükselmektedir.
Nesrin Kazankaya; kaleme aldığı eserle, bu acılardan sadece birini; 19. ve 20. yüzyılda İzmir ve çevresinde yaşananları, Rum ve Türk ailelerinin mübadelelerini, büyük İzmir yangınını ve o yangından sonra güzelim Smyrna’dan geriye kalan külleri bizlere aktarıyor. Bütün bu olayları, İzmir bölgesinde yaşayan Rum bir aile ve bu Rum aileye hizmet eden Türk bir aile üzerinden sunuyor. Bu dönemde, dostça bir yaşam süren milletlerin birdenbire nasıl düşman hale geldiklerini, kötü değişimin ne denli acımasızca geliştiğini, insanların yaşadıkları topraklardan nasıl sökülüp atıldığını, yönetimlerin kendi politikaları doğrultusunda ne denli gaddarlaşabileceklerini, güzelce yerlerin, bir anda nasıl bir zindana dönüşebileceğini, insanların aşırıya kaçan milliyet ve din duygularıyla ne boyutta zâlimleştiklerini anlatıyor. Kazankaya, böylesine bir trajediyi, o denli incelikle işlemiş ki, zerrece hamasete kaçmamış, haklı – haksız aramamış. Sadece orada ve o dönemde yaşanan ortak bir acıyı vermiş. Öylesine bir acımasızlığın olması için hiçbir gerekçenin olamayacağını anlatmış. Aslında benzeştiğimiz nice özelliklerimizin ve değerlerimizin olduğunu bir kez daha hatırlatmış. Bir daha aynı hataya düşmemek için dönemin dramını gözlerimizin önüne getirmiş. Hem de bütün bu anlatımlarını, asla ajitasyon yapmadan, ucuzca beylik laflar etmeden, orta yolcu tavır takınmadan, gerçekleri gizlemeden yapmış. Bütün olumsuzluklara rağmen yine de hayata ve insanlığa dair optimist bir bakış açısı geliştirmemiz gerektiği anlayışıyla da seyirciyi uğurlamış. Bir trajediyi anlatıyor olmasına rağmen, gencecik aşkları da, ikinci bahar sevdaları da, hayata dair umut ışıklarını da vermiş. Oyunda yer verdiği her karakterin ayrı bir öyküsü var. Hiçbir karakteri göz ardı etmemiş. Bir oyunla ancak bu kadar çok duygu ve düşünce bu denli başarılı şekilde anlatılabilirdi. Kazankaya, oyunu kaleme alırken ciddi bir araştırma dosyası, kapsamlı bir tez oluşturma çabasıyla çalışmış. Tarihi gerçeklere sâdık kalmış. Bu hâl, metinden tutun da oyun broşürüne kadar kendisini belli ediyor.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Nesrin Kazankaya, aynı zamanda oyunun reji görevini de üstlenmiş. İsteseydi, bu konuyu duygu seli daha yoğun bir halde sunabilirdi. Bu tercih, oyunun izlenilebilirliğini arttırır ve duygusallığı seven seyircimizi daha da etki altına alabilirdi. Ancak o zaman oyun ana fikrinden, düşündürme gücünden uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya gelebilirdi. Ağlatan bir izlekten öteye geçemezdi. Oysa Kazankaya, bize bu oyunla hatırlatmak istediği ana başlığı anlatmanın derdinde olmuş. Seyirciyi derin bir hüzne gark eden sahnelerde bile hafifte olsa tebessüm ettirecek unsurları metnin içine yerleştirmiş ve bunu da rejisiyle başarılı bir şekilde sahneye aktarmış. Sahnenin her karesini en etkin şekilde kullanmış. Ülkemizde birçok yönetmen tarafından göz ardı edilen sahne bölme tekniklerini uygulamış. Her bölme kendi özelinde ayrı bir dünyayı sunuyor. Bu ayrılık asla birbirinden kopuk bir halde görünmüyor, totalde, sahneye bir bütünlük hâkim. Oyuncu seçimleri de başarılı olmuş. Her rol, oyuncusunu bulmuş.
Kazankaya, oyunu yazıp yönetmenin haricinde, oyunda Ionna karakteriyle de yerini alıyor. Yönetmenlerin rol aldığı oyunlarda büyük bir sıkıntı baş gösterebiliyor; yönetmenin kendini diğer oyunculardan bir adım öne çıkarma handikabı… Kazankaya, bu hataya düşmemiş. Ne oyunu kendi etrafında çevirmiş, ne de diğer oyunculardan daha devinimli oynama gayretine girmiş. Nesrin Kazankaya, nedense rol aldığı oyunların hemen hemen hepsinde, gözlerini karşısındaki oyuncudan kaçırarak oynuyor. Ve başını çok agresif bir şekilde sallıyor. Maalesef bu oyunda da aynı tavırlar mevcut.
Oyundaki rol dağılımına gelince;
Aysan Sümercan; Rum ailenin büyükannesi Eleni rolünde karşımıza çıkıyor. Diğer karakterlere kıyasla, pek bir repliği olmamasına rağmen hem sahnede hem aile içinde varlığını her daim hissettiriyor. Orda yokmuş gibi görünse de hep oradaydı. Aile içindeki müthiş bir denge ve akıl kişisi rolünü bizlere yorum dahi yaptırmayacak şekilde canlandırıyor.
Muhammet Uzuner; Rum ailenin hayatta olan en büyük oğlu olan Konstantinos rolünde… Repliklerini unutuyormuşçasına yada zor hatırlıyormuş gibi sürekli geç tepkiler veriyordu. Sesinin tınısına fazlaca güvenmesi ve sürekli sesini kullanma gayreti onu yapmacıklığa itiyor. Oysa daha sahici bir Konstantinos oynanabilirdi.
Defne Halman; Polyxeni rolünü canlandıran büyük oyuncu… Halman, gerçekten çok büyük bir oyuncu. Takip edilmesi ve üzerinde kesinlikle araştırma yapılması gereken bir aktris. Birbirinden farklı oyunlarda yine birbirinden farklı canlandırdığı öyle karakterler var ki hiç birinde kendini tekrar etmiyor. Oynadığı her karakteri derinlemesine analiz ediyor ve sunumunu da aynı titizlikle gerçekleştiriyor. Seyirciyi asla kasmıyor. Oynuyormuş gibi değil, karakterin özü gibi davranıyor. Bu oyunda da aynı mükemmellikle karşımızdaydı. Bir kez daha kendisine hayran kaldım. Oyundaki tek mutlu ve havai kişiyi oynuyor. Kendine has dünyası olan, etrafında olanların farkında olmayan zavallı bir kadın rolünde. En hüzünlü sahnelerde hiç de abartıya kaçmayacak şekilde, tadında bırakarak yaptığı esprilerle seyirciyi kendine getiriyor.
Oyunun diğer rol dağılımı ise şöyle; Ilias rolünde Emre Çakman, Theodopulos rolünde İlker Yiğen, Müzeyyen rolünde Linda Çandır, Lefkothea rolünde Selin Sevdar, Mehmed rolünde Doğan Akdoğan ve Ali Rıza rolünde Asır Akkaya… Hepsi de oynadıkları rollerin hakkını veren kişilerdi.
Dramaturg; Şafak Eruyar… Ayrıca kaleme alınması ve değerlendirilmesi gerekir. Göz ardı edilen, “Ne iş yaparlar?” ki denilen dramaturgların aslında bir oyunda ne denli etkili olabileceklerini bu oyunda görebiliyoruz. Dramaturglar daha çok işin mutfağında olmalarına rağmen, biz Eruyar’ın dramaturg etkisini net bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. Dönemin, bölgeye ve milletlere ait bütün detayların, kostümlerin ve kullanılan diyalektin işlenebilmesi açısından yönetmene büyük destek sağlamış.
Işık Tasarım; Zeynep Özden… Daha çok loş ışıktan yana tercihte bulunması, yaşanan acılı ve sancılı günlerin hissettirilmesi açısından doğru bir karar olmuş.
Tiyatro Pera; uzun bir zaman konuşulacak “Ah Smyrna’m, Güzel İzmir’im” oyunuyla bu sezon boyunca seyirci karşısında olacak. Aslında sadece bir tiyatro oyunuyla değil tarihi bir gerçeğe de ışık tutacak bir belgesel niteliği taşıyor. Bu bakımdan, hak ettiği değeri misliyle görmelidir diye düşünüyorum. Umarım bu düşüncem temenniyle sınırlı kalmaz… Nesrin Kazankaya gibi usta bir ismi, kendiyle müsemma olan başarılı ve bir o kadar da değerli bir işi bizimle paylaştığı için tebrik etmeyi görev addederim. Tam manasıyla sanatçı kimliğine yakışır bir şekilde, belleğimizdeki acı olayları unutuşumuza engel olmak ve bir daha aynı hazin olayları yaşamamamız maksadıyla kalemini ve rejisini kullanması da ayrıca takdire şayan bir tutumdur.
Anahtar Kelimeler: tiyatro pera, ay smyrna m güzel İzmir m
0 Yorum