Türkiye’de tiyatronun tarihi anlatılırken ya da ya zılı kaynaklara işlenirken sık sık atlanan konulardan biri “ilk kaynaklar” ya da diğer “ilkler” oluyor. Kimi zaman bilinçli şekilde unutulan “ilkler”, kimi zaman da Tanzimat’tan bugüne bir ulus-devlet inşasının kaçınılmaz kurbanları olmuşlar. Şinasiler, Namık Kemaller ile başlatılan sürecin çok daha evveli, onların çağlarında da çok daha başka isimlerin “sahnede” oluşu pek dillendirilmese de Türkçe yazılmış oyunların tarihi çok daha eskiye da yanıyor.
18. yüzyılda Venedik’te Ermeni rahiplerin Türkçe oyunlar yazması, en önemlisi de o dönem yazılan oyunların bazılarının günümüze gelerek tiyatromuza ve sinemamıza yaptığı katkı pek de bilinmeyen gerçeklerden. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) Yayınları’ndan çıkan Yervant Baret Manok imzalı “Doğu ile Batı Arasında San Lazzaro Sahnesi – Ermeni Mıkhitarist Manastırı ve İlk Türkçe Tiyatro Oyunları” ki tabı bu döneme ışık tutarak tiyatro tarihimiz için de önemli bir boşluğu dolduruyor.
1958 yılında İstanbul’da doğan ve burada ilk öğrenimini tamamladıktan sonra Venedik’te eğitim gören Yervant Baret Manok ömrünü Türk ve Ermeni halklarının ortak kültürünü hatırlatmaya ve iki halkın ilişkilerini geliştirebilmek için kendi deyimiyle “mütevazi” katkılar vermeye adamış bir yazardı. Şair Evlenmesi’nden 70 yıl öncesine dayanan bu metinlere değinmeden önce Manok dönemi ve manastırın durumuna değiniyor. Bu bölümde İstanbul’un modern Ermeni ve Türk tiyatrosunun henüz var olmadığı zamanlarda, Ermeni Katolik Mıkhitar rahiplerinin Venedik’teki San Lazzaro Adası’ndaki manastırında tiyatro geleneğinin köklerinin atıldığını öğreniyoruz.
Metin And ve diğer tiyatro araştırmacıları, Ermenice harflerle yazılmış Türkçe oyunlar konusunda kısa bir bilgi vererek bu dönemleri geçiyorlar. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu Yayınları’nın sunduğu bir kitap aracılığıyla, Mehmet Fatih Uslu’nun ifade ettiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme süreci aslında kaçırılmış fırsatların bir tarihidir. Bu neden le, tiyatromuzun tarihini yazarken, Müslüman-Türk kimliğinden farklı unsurların katkılarının bilinçli bir şekilde göz ardı edildiği görülüyor. Sivas’tan Venedik’e giderek Katolik Ermenileri’nin “babası” unvanını alan Mıkhitar, burada Napolyon’un tüm kiliselere ve din adamlarına yaptığı baskılardan uzak bir süreç yaşadı. Kilisenin gönderine ve adaya çekilen Osmanlı bayrağının Napolyon’u olası bir savaş ihtimali sebebiyle buradan uzak tuttuğunu söyleyen tarihçiler mevcut.
Kitapta, rahiplerin çoğunun İstanbul ve diğer Osmanlı şehirlerinde doğduğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nu ana vatanları olarak gördükleri vurgulanıyor. Yazar Manok’a göre, bu rahipler Osmanlı vatandaşı olarak kabul ediliyorlar ve iyi muamele gördükleri için Osmanlı İmparatorluğu’na bağlılık duyuyorlar. Ayrıca, rahiplerin çoğunluğunun Osmanlı vatandaşı olması ve Osmanlı yönetiminin Ermenilere gösterdiği iyi davranışların bir sonucu olarak, Ermenice veya Türkçe oyunlarda Osmanlı padişahlarını veya hükümetlerini açıkça eleştirmekten kaçındıkları ve imparatorluk idaresiyle iyi ilişkiler kurmaya çalıştıkları belirtiliyor.
Venedik Ca’ Foscari Üniversitesi’nde bitirmez tezi olarak bu bilgilere ulaşan Manok, üç de oyun metnine ulaşıyor. Bu oyunlar o günlerden bize gelen yada kalan diyebileceğimiz metinler.
Basit kurguları olan ancak dili ve kurgusu bakımından incelenmeye değer metinler bunlar. Kitapta ‘Hasan Kadı yevHıryaAvram’, ‘Hırya Tellal yevMehemmed Çelebi’ ve ‘Bekri MusdafayiNıgarakirı’ isimli 3 Türkçe tiyatro oyununa yer veriliyor. Bu oyunlarda Ermeni, Rum oyuncular olduğu gibi kendi ağızlarıyla yer alıyor. Hatta bugün dahi tiyatromuzda ya da sinemamızda Rum ve Ermeni oyunculara atfedilen kelimelere, söyleniş şekillerine burada yer veriliyor yazılı olarak. Birçok kelime ve cümle içinden ufak bir örnek vermek gerekirse; “Bunu ben tzokisitmiszim” şeklinde bir anlatımla Ermeni oyuncuların Türkçe konuşma şekilleri olduğu gibi aktarılmıştır. Kitabın sonunda bir “Sonuç” yazısı kaleme alan burada “Osmanlılığı kendi kimliklerinin önemli bir parçası gördük leri anlaşılan bu aydın rahipler, Osmanlı toplumunun modernleşme serüveninde tiyatronun oynayacağı toplumsal role bugün bizim inandığımızdan çok daha fazla inanıyor ve bu alanın gelişimi için mesai harcıyorlardı” tespitinde bulunuyor. Bulunan metinler için Güllü yine şu sözleri söyleyerek kitabın kapanış cümlesini söylüyor:
“… bu sürpriz dolu metinler modernizmin dikenli yollarında yürürken kaybettiğimiz gölgemizi yeniden bulmamızda küçük de olsa bir role sahip olabilirlerse bu gerçekten önemli bir başarı olacaktır.”
Hakan Karakoca (Tiyatral Gazete 2.Sayı)
Anahtar Kelimeler: San Lazzara Sahnesi
0 Yorum