OYUN YAZARLIĞININ KIRKINCI YILINDA TUNCER CÜCENOĞLU İLE SÖYLEŞİ...
2010 İstanbul Söyleşi Turu’mun dördündü durağı Küçükçekmece’deki Cennet Kültür ve Sanat Merkezi idi.
Seyrettiğim oyun ise “KADIN SIĞINAĞI”.
Oyunun yazarı TUNCER CÜCENOĞLU, yeni yazdığı bu oyunu 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle dünyanın tüm kadınlarına armağan etmiş.
Türk Tiyatrosu’nun üretken yazarı bu oyununda, farklı nedenlerden, bir kadın sığınma evine toplanmış kadınların yaşamlarından kısa bir günün anlatıldığı, gazetelerin 3. sayfalarında okuduğumuz hayatları gözler önüne sererek, kadına yönelik şiddeti ve istismarı sorgulamış.
Oyunu yöneten Serpil Tamur.
Oynayanlar ise: Defne Yalnız, Ayla Baki, Fatma Öney, Gamze Yapar Şendil, Melek Gökçer, Müge Arıcılar, Öykü Başar, Şule Gezüç, Tuğçe Şartekin ve Şenay Kösem.
“ ‘Kadın Sığınağı’nda, erkek egemen toplumun birbirinden farklı katmanlarından, töre baskısının hüküm sürdüğü yörelerden gelmiş on bir kadın var. Nedenleri benzemese de sonuçları aynı yaşananların: Horlanma, hırpalanma,ezilme, sömürülme, ihanete uğrama, öldürme, öldürülme... Sığınma evinde ortak bir acı paylaşılmaktadır. Sığınanların kimi durumuna boyun eğerek, kimi uzlaşma yolunu seçerek, kimi baş kaldırarak, kimi başka avuntular bularak, kimi örtbas ederek, kimi tümüyle dağıtarak yaşıyor acılarını. Kadın Sığınağı, söyleyeceğini dolandırmadan söyleyen, yalın, kurgusu sağlam bir oyun.” Prof. Dr. Sevda Şener
“Tuncer Cücenoğlu, Kadın Sığınağı’nda toplum olarak yüzleşilmesi gereken bir soruna, sığınma evlerinde yaşamak zorunda bırakılan kadınların sorunlarına yöneliyor. Erkek egemen bir sistemde toplumun farklı katmanlarından gelenezilmiş, haklarını arayamayanve bir tür kaçış içinde olan kadınların buluştukları noktadır kadın sığınağı. Kaçış, kimisi için nefret ve intikam duygularını körükler, kimisi içinse içe kapanmayı, ezilmişliği, hiçlik duygusunu tetikler. Kadın Sığınağı adlı oyununda, Tuncer Cücenoğlu, duygusallığa yer vermeden çok ciddi bir toplumsal sorunu ele alıyor ve çalışmasını ‘çağdaş bir tragedya olarak tanımlıyor.” Prof. Dr. Dikmen Gürün
Türk Tiyatrosu’na 40 yıldır oyunlar yazarak hizmet eden Tuncer Cücenoğlu 1944 Çorum doğumlu. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü mezunu.
Tuncer Cücenoğlu şimdiye kadar 24 oyun yazmış. Bu oyunlar Rusça, İngilizce, Almanca, Fransızca, Bulgarca, Yunanca, Makedonca, İsveççe, Gürcüce,Urduca, Japonca, Romence, Azerice, Tatarca, Lehçe, Çuvaşça, Sırpça, İspanyolca, Arapça, Farsça'ya çevrilmiş ve bu ülkelerde sergilenmekte.
Kendisiyle MİTOS-BOYUT Yayınları’nda söyleşi yaptım.
Bizde bir deyim vardır: "Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur"
Sizin yazar olacağınız sanırım ilkokul sıralarında belli olmuş. O günleri anlatır mısınız?
Biraz farklı bir çocuktum. 3-4 yaşımda bile dünyaya ve insanlara dair sorular üretirdim.
Henüz ilkokuldayken çizgi romanlarla başlayan okuma serüvenim, halkın okuduğu masal ve değişik türden kitaplarla sürmeye başlamıştı.
Okumak öyle bir tutkuydu ki benim için, kitap alabilmek için babamın cebinden para bile aşırdım ve yakalanınca da her ay 4 kitap alabileceğim iznini aldım böylece.
İlkokul beşinci sınıfta ilk ciddi kitabı okudum. Hemingway’in “Klimanjaro’nun Karları”. Bu kitabı bana hasta ziyaretine gittiğim ilkokul öğretmenim Mustafa Bey armağan etmişti.
Bir ilkokul öğretmeni kitap armağan ederken, bir başka öğretmen kitap okurken yakaladığında dövüyor sizi. Her ikisi de öğretmen…
Evet, bu da bizim ülkemizin trajedisi galiba. Ortaokul yıllarımda Aziz Nesin okumaya başlamıştım. Derslerde bile ders kitaplarının arasına koyup okurdum Aziz Nesin kitaplarını. Enselenmeme neden de okurken istemeden de olsa gülmem yüzündendir. Dersin öğretmeni yakaladı ve adamakıllı bir iki tokat aşk etti bana.
Edebiyata olan merakınız niçin ve nasıl bu kadar erken başladı?
Dediğim gibi her şeyi öğrenmek istiyordum. Bunu da kitaplardan öğrenebileceğimi kavramıştım. Ya da hissettim diyelim. Okuma olayımın gelişmesindeyse Çorum Lisesi’nde çok zengin bir kütüphanenin olması büyük şansım oldu. Tüm klasikleri okumam böyle gerçekleşti. Özellikle Gogol, Gorki, Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Gonçarov, Puşkin gibi büyük Rus yazarları ilk öğretmenlerim oldular.
Yayımlanan ilk denemeniz neydi?
Ben ilkin gülmece öyküleri yazarak başladım yazarlık yaşamıma. İlk yazdığım öykü İHTİYAÇ FABRİKASI adında bir küçük denemeydi. Bir ilkokul öğrencisinin babasından çeşitli nedenler öne sürerek para istemesini anlatıyordu. Defter-kalem için para. Silgi için para. Hatta Kızılay’a yardım için para.
Ve baba da öykünün finalinde “Ben ihtiyaç fabrikası mıyım? Yeter artık!” diye tepki veriyordu. Sanıyorum ÇORUM HABER adındaki yerel bir gazeteydi yayımlayan organ.
Yavaş yavaş politika, siyasetle tanışmanız… Demokratlı ve İsmet Paşa’lı yıllar..; hatırladıklarınız? Örneğin 27 Mayıs.
Babam öğretmendi. Muhalifti her zaman. Demokratların iktidar olması için kavga vermişti. Çünkü Demokratlar özgürlük vaat ediyorlardı. Ama sözlerini tutmadılar. Hatta işi daha da azıttılar. Karşı görüşlere dayanamama ve yok etme ileri aşamalara varmıştı. Bu nedenle de CHP ve İsmet Paşa’nın iktidara gelmesi için mücadele vermeye başlamıştı babam.
Kuşkusuz karşılığını da alıyordu iktidardan. Sürekli sürgündeydi…
Ben de lise öğrencisiydim ve bu mücadeleye katıldım. 27 Mayıs’tan önce evimize çarpı işareti bile konmuştu. Allahtan 27 Mayıs Devrimi oldu da zarar görmeden kurtulduk. Sonrasında yeni Anayasanın kabulüyle de sol düşünceyle tanıştım. Ankara’da öğrencilik yıllarımda öğrendim sosyalizmi. Nazım’ın, Sabahattin Ali’nin ve birçok yazarın, düşünürün, felsefecinin yasakları da kalkmıştı…
Türkiye İşçi Partisi de Meclise 15 milletvekiliyle girmişti… Mücadelesi mücadelemdi… Resmen partili olmadım ancak yandaşıydım… Yani Ankara’daki öğrencilik yıllarım toplumcu fikirleri kavramamda ve bilinçlenmemde gerekli ortamı yarattı bana…
Ve şimdiki uğraşınız olan tiyatro sanatıyla tanışmanız…
Gerçek bir tiyatro oyununu 27 Mayıs Devrimi’nden sonra Çorum’da izledim ilk kez. Devlet Tiyatroları “Koçyiğit Köroğlu” oyunuyla gelmişti kente. Oyunu o kadar beğenmiştim ki günlerce etkisinden kurtulamadım. Etkileyiciydi çünkü bire bir yapılıyordu karşımda…
Oyun yazarı olmaya karar verişiniz…
Gerçi gülmece öyküleri yazıyordum o günlerde ve yayımlanıyordu dergilerde. Ancak Aziz Nesin’i aşmam mümkün görünmüyordu. Sonunda da oyun yazarı olmaya karar verdim. Kaldı ki oyun yazarlarımızın oyunlarına ulaşmaya/izlemeye başladığımda da bu kararımda ne kadar haklı olduğumu daha iyi anladım.
Üniversite yılları… Niçin Kütüphanecilik Bölümü?
Ben aslında Hacettepe Üniversitesi’nin Tıp Fakültesi’ni kazanmıştım iki arkadaşımla birlikte.
O zamanki puanımı unutmam; 129. Diğer arkadaşlarım da 128 ve 127 puan almışlardı.
Bize üç silahşörler derdi ailelerimiz. Biri “Ben müzisyen olacağım. Bu kadar uzun eğitime gerek yok!” deyip girmedi. Diğer arkadaşım da “Ben de iş adamı olacağım” deyip girmedi.
Ben zaten yazar olacaktım. Zaten üçümüzün de yüksek öğrenim görmekteki asıl amacımız askerliğimizi yedek subay olarak yapmaktı. Ve Tıp öğreniminin uzunluğu bizi korkutmuştu. Kütüphanecilik Bölümü’ne girmemin de kitaplara olan sevgimden kaynaklandığını söyleyebilirim. Hem de 4 yılda tamamlanacaktı eğitimim ve ben yazarlığımı daha profesyonel koşullarda sürdürebilecektim…
Siz Türk Tiyatrosu’nun 60’lı – 70’li “Altın Yılları”nı yaşadınız. O yılların TürkTiyatrosu’nu biraz anlatır mısınız?
Yüksek öğrenim ve sonrası yaşamım Ankara’da geçti. Ankara Sanat Tiyatrosu, Devlet Tiyatroları, sonradan Ankara Birlik Sahnesi mekanım oldu hep. Turneye gelen Dostlar Tiyatrosu da tiyatroyu daha iyi öğrenmemde etken oldu. Özellikle Ankara Sanat Tiyatrosu benim okulumdu. Ankara’da bu tiyatrolarda izlediğim oyunlarla öğrendim oyun yazarlığını diyebilirim…
Oyun yazmaya başlamanız; ilk oyununuz
Bundan kırk yıl önce yazmaya başladım oyunlarımı. İlk oyunum ‘Kördövüşü’ İstanbul’da Üsküdar Oyuncuları’nda sahnelendi (Yönetmen: Ergun Köknar). Ardından ‘Öğretmen’ Ankara Devlet Tiyatrosu’nda başladı (Yönetmen: Haşim Hekimoğlu)…
Yasaklanan oyununuz… Oyunlarınız?
Yasaklanan ilk oyunum ‘Öğretmen’ oldu… 13. kez oynanacakken… 12 Mart dönemiydi. Türkiye’nin bugünlerinin hazırlandığı günlerdi. İnsanların evlerindeki kitapları yakmak zorunda bırakıldıkları bir kara dönemdi. Sonrasında tam on dört yıl oyunlarım engellendi, sahnelenmedi. Memuriyetim sürüyordu ama yasaklı bir yazardım artık. On dört yıl yalnızca bir oyunum değil, oyun yazarlığım da yasaklanmıştı yani…
Ve yine bir 12 rakamı… 12 Eylül… “Sakıncalı” lar sınıfına dahil olmanız…
12 Eylül’de İstanbul’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nin yöneticisiydim. Oradaki bir yolsuzluğun üstüne gittiğimde solcu olduğum hatırlanıldı ve Yozgat’nın Çekerek ilçesine sürgün edildim. Ve ardından da sakıncalı olarak işsiz kalmam sağlandı. Bir gün bir telefonla arandım Mamak Askeri Cezaevi’nden. Bu cezaevi tüm Dünyada işkence nedeniyle konuşulan bir yerdi. Benim mahkumlara tiyatro konusunda yardım etmemi istiyordu bir Albay. Rejisör olmadığımı ama yapabileceğim bir katkı olursa memnun olacağımı söyledim. Gelip beni aldılar. Bir üst düzey subay bana “Her türlü belgeyi vereceğiz size. TRT için bir dizi yazar mısınız? Siz dürüst bir insansınız. Para kazanmanızı istiyoruz.” dedi. “TRT benim yazdığım diziye olumlu bakmaz. Çünkü ben farklı bakıyorum yaşananlara. Bu nedenle yapamam” dedim. Reddettim yani. Hep övünürüm bununla. Bunun üzerine mahkumlara bir oyun önermem istenildi benden. Ben de Turgut Özakman’ın Duvarların Ötesi oyununu önerdim. Rejisör bulmalarını da sağladım. Oyunun galası yapılacaktı. AKM önünden bir otobüs kaldırıyorlardı. Birçok gazeteci, eleştirmen gelmiş doluşmuştu otobüse. Fakat oyunun yasaklandığı ve galanın da iptal edildiği duyuruldu gelenlere. İnanılmaz bir şeydi. Çünkü Turgut Özakman o zamanlar Devlet Tiyatroları Genel Müdürü’ydü. Kendi genel müdürünün oyununu bile yasaklayacak bir aymazlık. 12 Mart böyle bir şeydi işte.
“Herkes kendince yaşadı 1980’de 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan geceyi. O gecenin sonrasında, bu ülkede hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, olmadı da... Dünyanın neresinde olursa olsun, adına ‘darbe’ dediğimiz kırılmalar, hep aynı sonucu verir: Savrulan hayatlar, sarsılan değerler, yitenler, yitirenler... (...) Ateşin düştüğü yerler dışında, kim anımsıyor ki o günleri? Sanat ve sanatçı dışında hiç kimse...” - ‘Gece Kulübü’ Üzerine... Haluk Işık
Ve ülkemiz aydınlarının/yazarlarının çektikleri… Nazım’dan Sabahattin Ali’ye, Ruhi Su’ya, Aziz Nesin’e…Turan Dursun’dan Uğur Mumcu’ya… Daha birçok aydınımızın çektikleri…
Bizim ülkemizde aydınlar, yazarlar, ilericiler, sosyalistler, devrimci düşünceye sahip herkes bütün dönemlerde baskı görmüşlerdir. Kim bilir belki de bu nedenle dirençli ve büyük yazarlar, aydınlar ortaya çıkmıştır…
Sanki büyük yazar olmanın ön koşulu bu baskıyı görmekten geçiyor… Yani her olumsuzluk bir olumluluğu getiriyor. Kim bilir egemenlerin bu baskısı olmasaydı Nazım, Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve benzerleri olmayacaktı.
“Cücenoğlu her şeyden önce bir mizah ustasıdır. Onun mizahında, Gogol’den Aziz Nesin’e evrensel değere sahip bütün mizah ustalarında olduğu gibi, insan zaaflarının altının çizilmesi ve toplumsal sakatlıkların gösterilmesi hedeflenmiştir.” Ataol Behramoğlu
Oyuncularımızdan Celile Toyon sizi “Ben bir Tunceryen oyuncuyum. Sürekli yazan, yazdıklarını tüm dünyaya –Nedense Türkiye hariç?- kabul ettiren tek Türk Tiyatro yazarı” olarak tanımlamış. Yurtdışında daha mı çok tanınıyorsunuz?
Öyle, evet. Örneğin başta Rusya olmak üzere eski sosyalist ülkelerde yaygın olarak oynanıyor oyunlarım. Sonra Balkanlarda… Orta Avrupa ve bazı batı ülkelerinde. Örneğin Belçika’da başladı bir oyunum. Sözgelimi Azerbaycan’da (Bakü) geçtiğimiz ay bir Uluslararası Tiyatro Konferansı yapıldı. Bu ülkede tanınan bir yazar olduğum için özel olarak davet etmişlerdi. (Dört oyunum oynandı/oynanıyor Azerbaycan’da) İngiltere’den ABD’ye, Kanada’dan, Çin’e, Kore’den Rusya’ya, Gürcistan’dan Finlandiya’ya 30 ülke tiyatrocuları, rejisörleri katıldılar bu etkinliğe. Ve Azeriler beni “Çağdaş Dünya Tiyatrosunun en büyük oyun yazarı” olarak sundular.
Sanıyorum pek yakında tüm Dünya ülkeleri başlayacak oyunlarımı oynamaya. Zaten Almanya ve benzeri birçok batı ülkesinde repertuarlara girmeye başladı oyunlarım. Kitap olarak da yayımlanıyor birçok ülkede. Ülkemde bu kadar tanındığımı sanmıyorum. Geçen gün bir eleştirmen bana “Türkçe mi oynanıyor oyunlarınız başka ülkelerde?” diye sordu. Birçok kişi farkında değil hala bir gerçeğin. Bu durum üzücü değil mi sizce? Örneğin 60. yılda 60 yeni oyun fantezisinde Dünya tiyatro repertuarlarına girmiş ve ülkemizde hiç sahnelenmemiş 5 oyunumdan biri bile sahnelenmedi Türkiye’de. Bu üzüntüm olmuştur. Gerekçe de Adana Devlet Tiyatrosu’nda bir oyunumun sahnelenmekte oluşuydu. Yani bir oyunun sahnelenmekteyse ikincisi olmaz! Böyle bir mantık olur mu? Sayısal sınırlamada ancak oyunun/oyunların değeri ölçüt olarak alınmak zorundadır. Sınırlama iyi oyun metinleri için asla geçerli olmamalıdır. Başarılı her oyun aynı anda repertuarlarda yer almalıdır. Diğer yaklaşım haksızlıktır, insafsızlıktır, yazarın şevkini kırmaktır.
“Hiç kuşkum yok ki, yazılı kültür sürecini bir davranış biçimi olarak hiç mi hiç yaşayamadan, pat diye sözlü kültürden görsel kültüre geçmiş garip ülkemin zavallı insanlarına oyunlarıyla yol gösterme “misyon”unu üstlenmiş enderlerimizdendir Tuncer Cücenoğlu. Oyunlarında gerçek mi yoksa düş ürünü mü olduğunun ayırtına sonradan varacağınız bir olayı olabildiğince kısa, ama özünü sanki burguyla oyarak anlatır. Anlattığı öykünün kısa ya da uzun oluşu, anlatımının yalın bir olay örgüsüne sahip olmasını asla engellemez. Onun için önemli olan, bir olayın oyuncunun sahnedeki devinimi aracılığıyla tek ve yoğun etki uyandırmasından başka bir şey değildir. Tuncer Cücenoğlu, oyunyazarlığını erdemin, güzelliğin, sanatın, bilimin anlamlı birlikteliğinde yürütür.” Üstün Akmen
"Kadın Sığınağı” adlı oyununuzda, sığınma evindeki on bir kadının hikayesi var. Kadına şiddetin kınandığı şu günlerde bir türkücümüz sahneden küçük bir kız çocuğuna “orospu” diye sesleniyor. Daha dün yine bir töre cinayetinde kocasından ayrılıp eve dönen kadın, erkek kardeşi tarafından kurşunlanıp dere yatağına atıldı.
Bu töre dediğimiz cinayetler azgelişmişlikle ilgili, sistemin yanlışlığından kaynaklanan trajik durumlardır. Az gelişmişliğin en şiddetli yansımalarıdır. Kadın Sığınağı’nda bu konuyu işledim. Yararlı da oldu… Ses getirecektir bu oyun da Dünyada. Çünkü kadın sorunu yalnızca bizim ülkemizle ilgili değil.
Siz üretken bir oyun yazarısınız. Dile kolay 24 oyun kazandırdınız Türk ve Dünya tiyatrosuna. Bir oyunun son haline gelene kadarki aşamalarını özetler misiniz? Yazdığınız oyun ne zaman oynanacak hale gelir?
Belli bir ustalığa ulaştığım için yazdığım oyunları kısa bir süre bekletip yeniden gözden geçirdikten sonra hazır hale getirebiliyorum. İşi kavradım yani. Kaldı ki değerlendirme düzeyi yüksek birkaç dostuma da yeni oyunlarımı okutup görüşlerini alırım.
Yaptığım söyleşilerde genellikle oyuncu(lar) ve yönetmen(ler) “oyun yazarımız az” diye şikayet ederler. Ülkemizde oyun yazarı az mı?
Kendi yazarlığımı ve oyunlarımı bunun dışında tutarak yanıtlamam doğru olur bu soruyu.
Ulusal bağlamda başarılı olmuş Güngör Dilmen, Orhan Asena, Haldun Taner, Melih Cevdet Anday, Turgut Özakman ve benzerlerinin dünyaya önerebileceğimiz oyunu/oyunları var mı diye sorgulayarak yanıtlamalıyız bu soruyu bence… Yani bu irdelemeyi duygusallıkla yapmamalıyız. Çünkü ulusal bağlamda oyun yazarlarımız zaten var. Bunu başardı Cumhuriyet dönemi. Ama asıl sorun evrensel bağlamdadır. Ki yanıtı da bellidir.
Belki birkaç ulusal yazarımızın birkaç oyun metni bunun dışında kalacaktır.
Yazar’la oyun yazarı arasında belirli kesin çizgiler var mı? Her yazar oyun yazabilir mi? Örneğin Nazım Hikmet’in oyun yazarlığını beğenmeyenler var…
Oyun yazarlığının kriterleri var mı? Bu konuda genç yazarlara neler tavsiye edersiniz?
Nazım Hikmet benim en çok beğendiğim üç Türk edebiyat adamından biridir. Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’le birlikte. (Kaldı ki Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Attila İlhan ve benzeri birçok önemli yazara sahip bir ülkeyiz.) Ancak belki de Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük şairi olan Nazım’ın oyun yazarlığı zayıftır. Bu görüşüm diğer iki dev için de geçerlidir… Nedeni şudur: Başarılı ve kalıcı oyun metinlerinin ölçütler bağlamında eksiksiz olması gerekir. Bu yoktur hiç birinde. Ölçütler bellidir… Sağlam hikaye, karakterler ve evrensel tema… Bunlardan birinin eksikliği bile o eseri evrensel olmaktan alıkoyar… Bunu bilen ve sağlayan her yazar tabii ki oyun da yazabilir… Ancak örneğin “Adam büyük bir şair… Müthiş bir şiirselliği var dilinin… Çok iyi oyunlar yazar” demekle olmaz bu iş. Çünkü şiir tiyatro değildir. Şiir şiirdir, tiyatro da tiyatro. Ters bir örnek vermem gerekirse örneğin ben oyun yazarıyım. Roman yazabilir miyim? Eğer roman yazma bağlamında bilgilenmişsem tabii ki yazabilirim. Ama bu esaslı bir bilgilenme olmazsa sonuç alınabilir mi? Ben yazdım demekle olmaz bu işler… Sen yazarsın demekle de olmaz, olmuyor… Hele hele birilerinin hevesiyle, itelenmesiyle de hiç olmuyor… Bir iki oyunu sahnelenmiş bir arkadaşımız, adı gerekli değil, bir TV söyleşisinde söyle demişti, hiç unutmam. “İyi bir tatil yapabilmek için yazdım bu oyunu. Tatil parası için.” Tatil parası çıkartmak için oyun yazmaya kalkarsan tabii ki ulusal bağlamda kalırsın. İnanılır gibi değil, değil mi? Sayısız örnekler var… Oyun yazarlığı ciddi ve zor bir iştir yani. Bilmem anlatabiliyor muyum? Genç oyun yazarı adaylarına tavsiyem kalıcı oyunları iyi öğrenmeleri, oyun yazarlığının nasıl yapılması gerektiği konusunda bilgilenmeleridir. Unutmasınlar ki yazarlıkta ön koşul taklit etmektir. Gerçekten birikimli ve yaratıcısıysan ancak böylece en üst düzeye çıkabilen, ilerde kendi özgün anlatımını da ortaya koyabilen kalıcı eserler üretebilirsin. Şunu da asla unutmasınlar: “Biz Türkiyeli yazarlarız. Kendi hikayelerimizi anlatırız. Yer ve adları yabancılaştırarak evrenselleşemeyiz. Kalıcı yapıtların olmazsa olmaz ölçütlerini uygulamalıyız eserlerimizde. Ve de kesinlikle Dünyaya ve insanlık tarihine doğru bakmalıyız.”
Çok teşekkür ederim Sayın Cücenoğlu. 40 ıncı yılınızı içtenlikle kutluyor ve başarılarınızın sürmesini diliyorum.
Bu güzel söyleşi için ben teşekkür ederim.
Ödülleri:
Tobav (2), Türk Kadınlar Birliği (l), Ankara Sanat Kurumu (2), Abdi Ipekçi (l), İsmet Küntay (l), Avni Dilligil (2) Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (l), Kasaid (l), Lions (3), Kültür Bakanlığı (l), Yugoslavya (l), Hollanda İnsan Hakları Ödülü (l)
Oyunları:
Boyacı, Kadıncıklar, Öğretmen, Helikopter, Neyzen, Çığ (Lawina), Yeşil Gece, Dosya, Kördöğüşü, Çıkmaz Sokak, Biga 1920, Kumarbazlar, Yıldırım Kemal, Matruşka, Ziyaretçi, Şapka, Kızılırmak, Sabahattin Ali, Tiyatrocular, Ah Bir Yoksul Olsam, Che Guevara, Mustafam Kemalim, Kadın Sığınağı
Ben bir oyun yazarıyım.
Yayıldıkça oyunlarım Dünya tiyatrolarına,
Farklı dillerde değişik coğrafyalarda perde açtıkça,
Sevinirim burukluklarla,
Kimilerince kendi ülkemde hala yok sayılsam bile!
Ben bir oyun yazarıyım.
Kısacası tastamam kırk yıldır,
Arsızlıkla sürdürdüm yazmayı ve sürdüreceğim yaşadıkça,
Cahillerin küçümsemelerine ve engellemelerine rağmen,
Çünkü köpekler serbest bırakılmış, taşlar toplanmış,
Yeteneksizler baş tacı olmuş ülkemde,
Ve ne yazık ki cüceleri yüceltmeye çalışanlar suyun başında!
İşte birçok olumsuzluğa rağmen ben,
Bıkmadan, usanmadan, yılmadan yazarım!
Temel iletinin ne olduğunu da iyi bilirim,
“Hakça bir düzen kurulmadan bu Dünyada,
Sömürü bitmeden yani, savaşlar ve zulüm asla bitmez!”
Bunu bilir, bunu söylerim hep,
Çünkü ben bir oyun yazarıyım!
ADEM DURSUN
Aralık 2010
[email protected]
Anahtar Kelimeler: tuncer cücenoğlu
0 Yorum