Tiyatro yaşamın neresinde?
“Çok yükseklere çıkarsan bulutların da üstüne… Yaşamın uçurumları görünmez olur…”
Tiyatro yaşamın üstünde mi, içinde mi altında mı? Her dönem sanki tiyatronun yaşamın neresinde olduğu değişiyor.
Yaşamı canlı tutan, her an harmanlayan, olaylarla, kahkahalarla, gözyaşlarıyla yaşamı alt üst eden bir sanat dalı tiyatro. Yaşamı yeniden yaşanılır kılan sıcaklık kıvamına getiren… Yaşamı yeniden gözenekleri açarak yenileyen, hali bildiren, düşündüren, sorgulatan, hareketin hüneri harekete geçirmek… Harekete geçiren… Canlanmış, harekete geçmiş sözcüklerle canlandıran…
Bir insan koridoru şu yaşam. Kimimiz öfkeden gözü dönmüş, kimimiz hırstan derisini inceltmiş, kimimiz acı dolu yaşadıklarından, kimimiz yoksullukla cebelleşiyor, kimimiz hastalıkla, kimimiz kayıp, kimimiz bir yere yetişmeye çalışıyor, kimimiz çok net, ne yaptığını biliyor. Hepimiz aynı insan koridorundan geçiyoruz. Hepimiz aynı güvercinleriz…
Tiyatro birbirimizden ayrılan yanlarımızı, buluşan yanlarımızı hareketin, müziğin, ışığın, anlamanın muazzam kıvamı ile bir araya getiriyor. Tiyatro doğumdan ölüme insanın hikâyesi ile ilgili… Yaşayıp giderken belki ölmek üzereyken bir selam; gemi uzakta, kimin karşılayacağını bilmediği bir selam… El sallanıyor havada… Acılı olan mı, kibirli olan mı? Kırmızı ırktan olan mı? Sarı ırktan olan mı? Bir yere yetişmeye çalışan mı? Aşık olan mı? Kaybolmuş olan mı? Kime gideceği önemli değil… Meyvelerini kimin yiyeceğini hangi ağaç umursar? Tiyatro sanatı böyle bir iyilik taşır özünde, insan olmakla ilgili; tüm bu kalabalıkta iyice birbirimize karışıp insan çıkan yanımızla ilgili…
Hastaneler, tren istasyonları, tiyatrolar… İnsan kalabalığının olduğu yerler… Göz kalabalığının…
Günümüzün tiyatrosunda seyirci sahneye baktığında nasıl bir sahne görmek ister? Her şeyin hızla değiştiği algıların her an mesaide olduğu bir çağda belki de olabildiğince boşluk…
Tıklım tıklım olan her şey yerine, hikâyede, dilde, dekor kostüm oyunculuk müzik ışık, her şeyde bir sadelik… Hayatın şiiri kayboldu sanki ve yerine koymamız gereken bu, sanatla. İnsanlara iyiliği güzelliği yeniden hatırlatacak ve bunu yaparken üst üste binmiş bireysel, toplumsal palazlanmış sorunların farkına vardıracak.
Tiyatroda estetik kavramı üzerine düşünürken, tüm kaba renkler çekiliyor. Bağıran, baskın, karışık, güçlü tüm renkler çekiliyor. Doğanın renkleri kahverengi tonları kalıyor. Gerçeğe bürünmüş kırık beyaz, gerçeğe bürünmüş kırık siyah ve aradaki pastel zayıf renkler… Işık mı yoksa renk mi olduğu konusunda tam da bir karara varamadığımız renkler…
Görüntüler, görsellik günlük yaşamımıza öyle çok girdi ki, mutfakta tencere boş olsa da telefonda bin bir türlü yiyeceğe sahibiz. “Bolluk yoksulluğu” bugünkü kapitalizmi tanımlayan. İmaj olarak var olması her şeyin. Her şey ulaşılabilirlik konumunda bolca ve her şey bir el hareketine bakıyor. Aramak, sipariş etmek… Belki tam da bu yüzden aradan çekilen eylem yüzünden, egoblastik yoksulluk yaşıyoruz. Megoblastik anemide, sonuçlar normal çıkar, dışarıdan basitçe yapılan bir kan testi ile çünkü lam ile lamel arasındaki kan hücreleri oldukça dolgun, olması gereken hacimde görünür. Ama periferik yayma yapıldığında içleri boştur. İşte bu egoblastik çağda da dışarıdan hepimiz kanlı canlı görünüyoruz sosyal medya imajlarımızla. Ama içeride derin yoksulluklar var. Ve kötü olan sorunu çözmek için gerekli olan eylemi, hareketi yitirdik. Teknoloji bugün her kesimden bambaşka düşünen insanları bile “tıpatıp birbirinin aynı” hale getirdi. Aynı eyleyen kafa (ya da eylemeyen) nasıl başka türlü düşünür? Eylemlerinin çeşitliliği azalıp doğadan uzaklaşan beden susunca düşünceler de susar. Alanlar sınırlı olmasa da beynimizde sınır koyduk yapabileceklerimize… Elimizdeki telefonların sınırsızlığı sanal bir gerçek gezinti hissi yarattı. Bundan kurtulmak isteyenlerimiz bu bağımlılık ve takıntı durumundan, dünyayı dolaşıyor ama ne yazık ki orada da yabancılık çekmiyor, bu kendine yabancılaşmış insana, çünkü oralarda da elinden telefon düşmeyen seyirci var.
Yaşam bunca dijitalleşirken, whatsapp grupları tiyatro kulislerinin yerini alırken, sahnede sahnelenen oyunun ancak bugünün kişisini yakalayarak söyleyebileceği bir şey olabilir. Çünkü sonsuz dikkat dağınıklığı var ve zaman algısı delikli peynir gibi, aşırı uyaran almak yüzünden…
Ne zaman yaşlı büyük büyük anneler bizi eteklerinin çevresine toplayıp masal, hikâye anlatmaya başladıysa, tiyatro oradan çıktı. Çıtır çıtır yanan ateşin başında, ışık ve müzik hazırdı. Sözcüklerin söyleniş biçimi, aradaki sessizlik, hayal gücümüzün duvarda dans etmesi için hatta bazen anlatan kişiyi bile devreden çıkaran, masalın geri kalanını zihnimizle tamamladığımız, ama ona, anlatan kişiye mutlaka ihtiyaç duyduğumuz, gerçeklik de elimizin altından kaçıp gitmesin diye… güzle olan da bu zaten. Gerçekten kopmadan bir hayal âleminde gezmenin keyfini yaşamak…
Sonra sonra hikâyeler, zihinleri, kalpleri, düşünceleri, hep birlikte harekete geçirdi. En başta hayal gücüyle canlandırma ve kaybolma vardı tiyatronun ışık yansıyan mağarasında… Sessizliğin de ses kadar dolu olduğu zamanlar…
İnsan eğer kaybettiği şeyi anımsatan şeyler görmezse neyi kaybettiğinin farkında olmaz. Bugün o güçlü anlatı geleneğini neredeyse anımsamıyoruz çünkü kesintisiz bir sohbet nadir… İşte tam olarak bu anlatının sağladığı şey tiyatro… İçerde ruhumuzda bir şeylerin üst baş değiştirmesi, başka katmanlar aralaması, bir yol kat ettiğin duyusunu yaşatması…
Yapay zekânın oyunlar yazmaya başladığı bir çağda tiyatro, belki de bizlere insan oluşumuzun güzelliğini hatırlatan tek yer olacak. Çünkü yanan mumun zamanı tiyatronun zamanı. Mum damlaları gibi sakin sakin bir söyleyiş biçimi, yalınlığı, anlamak için her şeyin can kulağıyla, kalbiyle inceldiği… Mumun üstüne damlalar yığıldıkça seyircinin içindeki katmanları çözen ve belki de o bebeklik günlerine kadar hepimizin en büyük ortaklığımızda buluştuğu o yegâne insanlık düzlemine kadar… Bir davul eşliğinde ateşin başında şaman dansından bir gölge geçer gibi aramızdan… Hepimizin birbirimize insanlığından tanış çıktığı…
0 Yorum