Tiyatro Stüdyosu'ndan Oyunculuk "Şölen"i...
On dokuz yıllık geleneğini sürdürerek yine bugüne dek ülkemizde hiç sahnelenmemiş bir oyun olan “Şölen” le 20. Yaş’ını kutluyor Tiyatro Stüdyosu… Bu sayede de İrlandalı yazar Moira Buffini ile ülkemiz seyircisini tanıştırmış oluyor…
Şölene Dönüşen Bir “Dinner” / Akşam Yemeği…
İlk kez 2003 Yılında İngiltere’de West End’de oynandığında En İyi Komedi Dalı’nda Olivier Ödülü’ ne aday olan Şölen / Dinner, Moira Buffini’nin yazarlık özelliği olarak nitelendirebileceğimiz bir şekilde, güldürürken acıtan bir oyun. Elbette bu güldürü Yönetmen Ahmet Levendoğlu’nun da hedeflediği gibi, yoz bir televizyon komiği değil, yer yer güldüren bir kara mizah… Dünyanın karanlık geleceği içinde yozlaşan insanoğluna umutsuz bir bakış açısıyla yaklaşıyor oyun…
İntikam, Soğuk Yenen Bir Yemektir…
Ev sahibesi Paige (Zuhal Olcay), kocasına karşı nefretle sevgi arasında gidip gelen bir kadındır. Varlıklı bir çevrenin içinde tatminsiz hale gelen küçük burjuvanın anlamsızlaşan yaşamının bir parçasıdır Paige ve kırgın, bıkkın, öfkeli bir bireydir… Öfkesi, boş işlerle uğraştığı halde mükemmel bir şekilde reklamını yapan ve kendini çok önemli biri olarak görüp Paige’i aşağılayan kocasına değildir sadece, tüm çevresine ve hayatına karşıdır… Mutsuz bir ilişkinin hesaplaşma gecesinin ilginç tanıkları olmasını isteyerek şık bir akşam yemeği planlar Paige, ilginç davetlileri bir araya toplamak için de geçerli bir bahanesi vardır; kocası Lars'ın "ıÜüİnancın Ötesinde" adlı son kitabını kutlamak... İntikam gecesi için özenle seçtiği konuklar arasında kocası Lars’ın (Payidar Tüfekçioğlu) gençlik yıllarından beri kendisine hayranlık duyan eski sevgilisi ressam Wynne (Funda İlhan), eski karısını akıl hastanesine kapatıp, Sian (Ayça Bingöl) adlı bir seks objesiyle evlenen Hall (Özgür Yalım) ve her sahnenin sessiz tanığı olup finale damgasını vuran Garson (Güçlü Yalçıner) bulunmaktadır… Gecenin sürpriz tanığı ise, orta sınıfın sürprizlere kapalı planlı yaşamlarının yemek odasına aniden giren genç kamyoncu Mike rolündeki Gökçer Genç’tir ve karakterleri kendi gerçekleriyle yüzleştirerek olay dizisini yönlendiren de o olur … Mike, başlangıçta bu sınıfın tekdüze, sıkıcı yaşamları için aykırı bir renktir, aynı zamanda da kendilerinden farklı olana duydukları merak, onları tekdüzeliğin dışına çıkartan bir heyecan nedenidir, tabii bu sınıfsal farklılık yaşamlarına müdahale etmediği sürece! İşte bu noktada merak etmesine ederler, ama bir o kadar da korkmaya başlarlar sınıf farklılıklarından! Mike burada oyunun gerçekçi yüzüdür, çünkü yaşamda hiçbir var oluş nedeni olmadığını düşünen Paige’in geçinmek için ne yaptığını sorarak onu kaçmaya çalıştığı gerçeklerle yüzleştirir. Aynı şekilde, çok satan listelerini zorlayan önemli bir yazar olduğunu sanan Lars’a, birkaç muhasebeci tutup bütün işlerini onlara yaptırtabileceğini söyler… Boş laf dışında, bu dünyayı ayakta tutacak hiçbir şey üretmeyen, sadece maddi-manevi tüketen bu kesimi gerçeklerle yüzleştiren kamyoncu Mike, aslında onların unutmaya çalıştıkları geçmişleridir… Asil geçinseler de, aslında hepsi tıpkı Mike gibi halk tipi bir kökenden gelmektedirler. Sonradan görmeliklerinin yüzlerine vurulması, üstlerindeki yaldızların kazınarak gerçek yüzlerinin ortaya çıkmasını sağlar. Bu masada kimse birbirinden üstün değildir, tıpkı yaşamda hiçbir insanın bir diğerinden üstün olmadığı gibi…
İlkçağ Çorbasına Dönen Yaşamlarımıza Acı Bir Çığlıkla Damgasını Vuran Istakozlar…
Paige, gecenin beklenmedik yönelişiyle intikamını alıyor mu, yoksa yaptığı acı planın kurbanı mı oluyor bunun yorumunu izleyenlere bırakmak istiyorum, ama şu bir gerçek ki oyun, sınıfsal farklılıklar arasındaki kapatılamayacak uçurumları ve kentsoylu yaşamın insanoğlunu sürüklediği tüketim çılgınlığı sonucunda gelen boşluk hissini acı bir ironiyle insanın yüzüne vuruyor. Sofradaki yedi kişinin gecesi bir anda cehenneme dönüşür, çünkü yozlaşan, çürüyen, yapay sevgi gösterilerinin ardında nefrete dönüşen insan ilişkileri, aramızda kol gezen acımasızlık, değer tanımazlık, saldırganlık, tahammülsüzlük ve her şeye, herkese karşı giderek büyüyen önlenemez bir öfke günümüz insanını kıskıvrak yakalamıştır. Acımasızca tüketilen doğa nedeniyle yok oluşa doğru hızla sürüklenen dünya da bu karabasanın sonuçlarından biridir. Her şeyi bir kemirgen gibi hızla tükettiğimiz için geriye kalan sevgi kırıntılarını da çöpe süpürüp, sadeleşmek, minimal yaşamak modasının arkasına sığınarak git gide yalnızlaşmaya mahkumuz...
Bu acımasız şölenin menüsü; aperatif, başlangıç, ana yemek ve tatlı olmak üzere dört sahneye bölüyor oyunu… Sıradışı menüde, “İlkçağ Çorbası”, “Istakozun Sonuncu Faslı”, Dondurulmuş Atık”, “Peynir Tahtası” gibi Paige'in speciali diyebileceğimiz yiyecekler var. Hepsi Paige'in ironik intikam planının birer parçası... Örneğin İlkçağ Çorbası, daha çok bakteri üretmesi için üç hafta boyunca bahçede bekletilerek sofraya sunuluyor, ıstakoz ise masaya çiğ olarak getiriliyor, yemeğin bu aşamasında Paige konuklarına iki seçenek sunuyor; isteyen ıstakozunu mutfağa götürüp kaynar suya atarak pişirtebilir, onu kurtarmak isteyenlerse tuzlu suya atabilir. Wynne, vejetaryen olduğu için bu vahşete şiddetle karşı çıkıyor, konukların bazıları da vahşetin ortağı olmamak adına gidip ıstakozları tuzlu suya atıyorlar ve canlıların hayatını bağışlayarak vicdanlarını rahatlattıklarına inanıyorlar. Çabuk tüketimin simgesi TV sunucusu Sian gibileri ise bulundukları sofranın tadını çıkartmayı tercih ediyorlar... İlk perdenin finalinde Paige'in insanı tüketim gerçeğiyle yüzleştiren ıstakozu yemek ve yememek üzerine olan sözleri oyunun en çarpıcı ve etkileyici sahnesi kuşkusuz... Tüketim çağının kurbanı olan insanoğlu, ıstakozun canı için aç kalmaya mı gönüllü olur, yoksa çığlığına kulak tıkamaya mı dersiniz?
"Yüzümüzün ölüme dönük olduğunu bildiğimizden yaşamaya gönüllüyüz..."
İngilizce'ye mükemmel hakimiyetiyle bu oyunun güzel çevirisini yapan ve yöneten Ahmet Levendoğlu, ilişkilerdeki yozlaşmayı ve günümüzde insanların yalnız kalmaktan korkmayıp birbirlerini çok kolay gözden çıkarttıklarını vurgulamak adına çok yoğun küfür kullanmış oyunda... Yorum düşünsel yönden başarıya ulaşsa da, dil-tavır yönünden ülkemiz seyircisi için biraz yabancılaştığını düşünüyorum. Hele ki, Lars'ı oynayan Payidar Tüfekçioğlu'nun, sesine çok aşina olduğumuz bir dublaj sanatçısı olduğu düşünülürse oyun dil yönünden adeta dublaj yapılmış izlenimi veriyor diyebilirim. Seçkin geçinen küçük burjuvanın yaşam şekline ve hayat felsefesine yönelik bir gönderme niteliği de taşıyan oyun, aslında tüm sınıfsal farlılıkları bir noktada yok ediyor, çünkü hepimizin ortak noktası; tüketim dünyasının esiri olmamız ve gözümüzü kör eden tüketme hırsıyla yaşadığımız dünyayı hızla yok ederek ayaklarımızın altındaki sehpayı kendi kendimize çekmemizdir. Üstelik en acı tarafı, bunu son derece bilinçli bir şuursuzlukla yapıyor olmamızdır. Oyunda tüm insanlığa yönelik bir eleştiri yapılıyor olsa da keşke oyun İrlandalı / İngiliz soğukluğundan kurtarılarak biraz daha toplumumuza uyarlansaydı diye düşüüyorum. Çünkü metin, tüketim odaklı orta sınıf ahlakı eleştirisi yönünden günümüz Türkiye toplumuna uyarlanmaya elverişli.
Birbirleriyle fütursuzca konuşan bu insanlar kaybedecek bir şeyleri olmadığını düşünmektedirler, sevdikleri onları gözden çıkartsa da hayat devam edecektir, çünkü günümüz insanı için önemli olan tek şey birey olmaktır bu hayatta, sevgisiz, yalnız ama güçlü bir birey... Bu devirde güç odaklı yaşamın özü de varlık olmuştur, ama manevi değil, maddi varlık... Tıpkı Lars'ın kitabının özünün dayandığı felsefe gibi; "Acı geride bırakılabilir, önemli olan güçtür!"... Dünyanın ayakta kalabilmesi için hiçbir şey üretmeden sadece tüketen, ama mal varlığıyla gücü elinde tutan insanların boşluğu, hiçliği, kimseye belli etmeseler de aslında kendilerini değersiz hissetmeleri ve bu duygularını insanları acıtarak tatmin etmeleri Paige karakteri özelinde çok başarılı bir biçimde anlatılıyor. Paige, hayatının anlamsızlığının farkında ve onu anlamsız kılan her şeye karşı öfke duyuyor... Aslında kocasını seviyor, ama onu kaybetmek üzere olduğunu, üstelik kocasının da bu durumdan ötürü hiç üzüntü ve pişmanlık duymayacağını bildiği için kendini yok etme pahasına intikam isteğiyle dopdolu, bunun için seçtiği şahitlerse aslında en az Paige kadar hiçlik duygusunun birer parçasıdırlar. Boşluk hissinden sıyrılmak ve cesaretlerini toplamak için içkiye ihtiyaçları vardır, özellikle de Paige, bu yüzleşme gecesi için daha da çok cesarete ihtiyaç duymaktadır. İlerleyen saatlerde sofrada daha çok içki tüketildikçe, maskeler düşer, egolardan sıyrılan gerçek kişiliklerin özündeki çirkinlikler açığa çıkar, bu nedenle Paige oyun boyunca konuklarının içkisiz kalmamalarını sağlamakta, gerek acımasız sözleri, gerekse sinir bozucu menüsüyle onları daha da rezilleşmeleri için kışkırtmaktadır.
Yokoluşa Doğru Sürüklenen Dünya mı İnsanı Yok Edecek, Yoksa İnsan mı Dünyayı?
Behlüldane Tor'un gösterişli dekoru ile Funda Çebi'nin her rejide beğeniyle seyre daldığımız modaya uygun kostümleri birleşince, oyunda yansıtılan bu varlıklı kesimin zengin, ama mutsuz ve tatminsiz yaşamının altı çiziliyor... Sofra odaklı çatışmanın iniş çıkışlarını belirleyen sağlı sollu giriş-çıkışlar aksiyonu canlandırıyor. Modern tiyatro yöntemlerinin etkisiyle son yıllarda sahnelerimizde görmeye alıştığımız fiziksel ve psikolojik şiddet ögesi bu oyunla da gündeme geliyor ve Antik Yunan tragedyalarındaki cinayeti gizleme çabasının aksine, tam da bir tragedya gizemi içinde sahnede cinayet işleniyor... İşte burada, seçkin bir çevrede hiçlik duygusunun insanı cellat konumuna mı, yoksa kurban konumuna mı getirdiği sorgulanıyor.
Ahmet Levendoğlu'nun rejisinde en yaratıcı bulduğum fikir, yemek sofrası odaklı oyun alanının bir döner platform üzerine oturtulmuş olması. Biraz fazla laf kalabalığı nedeniyle yer yer durağanlaşan aksiyon, sofradaki döner hareket sayesinde ayakta kalıyor. Döner platform, birbirinden farklı sınıfsal yükler taşıyan bu ilginç karakterlerin tüm oyunculuk hallerini dikkatle seyredebilme olanağı sunuyor seyirciye. Funda İlhan'ın rolüne adapte olamamış izlenimi vermesi dışında başta Zuhal Olcay olmak üzere tüm oyuncular başarılı. İzmir turnesine izlediğim oyunun kendi sahnesinde tek perde olarak oynandığı halde, İzmir'de iki perde oynanmasının nedenini doğrusu merak ettim. Olay dizisinin sofra bütünlüğü içinde olup bitmesi nedeniyle oyunun perde arasına ihtiyacı yok bence, bu değişiklik İzmir seyircisinin dikkatini uyanık tutmak için düşünüldüyse, bu üzücü önyargıyı kırmak kentimin seyircisine düşer elbette. Ne İzmir halkının, ne de Tiyatro Stüdyosu'nun hakkını yemek istemem, sonuçta Tiyatro Stüdyosu, kurulduğu 1990 yılından bu yana tüm oyunlarını İzmir seyircisiyle buluşturmakta ve seçkin oyunlarının gördüğü ilgiyle bu kentte emeğinin geri dönüşünü almaktadır. İlk İzmir turnesinde izleyemeyenler için, 27 Mart İzmir Tiyatro Günleri' nde "Şölen" i yeniden aramızda görmek isteğimizi Tiyatro Stüdyosu ekibine buradan duyuralım... Sahnelerimizde yeni yılda da nice güzel temsiller görmek dileğiyle iyi seyirler...
Anahtar Kelimeler: şölen, tiyatro studyosu
0 Yorum