İnsan şablonlar içine doğuyor. Konuşmaya kadar geçen sessiz dönemde kişiliği oluşurken gözlemliyor. Bakışları, hareketleri, acıları, sevinçleri, hatta hisleri gözlemliyor. Ve bir nevi taklit yolu ile büyüyor. Anne ya da baba demesi için, kaç kez tekrar ettiğimizi, emeklemekten yürümeye geçene kadar kaç kez önünde geri geri yürüdüğümüzü düşünün…
Bugün toplumlar ülkeler arasında birbirini yok etmeye yönelik savaşlar da belki bu gözlemlerin sonucu… Bebekleri öldürmeye kadar varan nefret…
İnsan içine doğduğu toplumdaki davranış düşünce ve duyguları yük ediniyor. Önceden belirlenmiş çizgiler üzerinde büyüyor. Bakışları öğreniyor. Dili öğreniyor. Bir tür kötü yönlendirme ya da iyi yönlendirme…
Sürekli öfkenin, kinin, nefretin havada uçuştuğu bir atmosferde insan sevgiye nasıl yer açabilsin. Shakespear’ın, Macbeht, ya da 3.Richard tragedyalarından birinin sahnesindeymiş gibi günlük yaşamın sürdüğü yerlerde sevgiye nasıl güven gelsin. Ya ilk başta çölde serap bulmuş gibi kapılır gider insan, karşısına çıkan ilk kişinin kim olduğuna bile bakmadan, düşünmeden, sadece bu ortamından dışından biri oluşunu bile yeterli görerek… Ya da hiç kimseye güvenemez.
İnsan doğduğu coğrafyada yapılıyor. Bir takım şablonların içine doğuyor. Akrabalar. Duygular. Gelenek görenek…
Örneğin, kıskançlık, belli bir yaşa geldiğinde neredeyse tüm çocukların önüne çıkarılan dikenli bir bahçe. Hangi kültüre doğmuş olursak olalım. Karşımıza yarıştırılmak çıkıyor. Kimisi güzelliğimizi yarıştırıyor. Kimisi başarımızı. Kimisi kişiliğimizi… Ağırbaşlı, çekingen vs… Boyumuzdan, kilomuzdan, saçımızdan, dişimizden, etimizin renginden, kirpiğimize… Kaşımıza, kılımıza, yaşam sevincimize… Alım gücümüze… Her şeyimizle, bu yarış kulvarı, bu zorba kulvar devam ediyor, ettiriliyor ömrümüz boyunca…
Gene sevginin ne olduğunu düşünmeye bir türlü fırsat gelmiyor. Hepimizin kafasında ömrümüz boyunca bu şablonlar devam ediyor. Bilmediğimiz ağaçlar gibi aklımızın ermediği varoluş biçimlerini kabul edemiyoruz. Mutlaka zihnimizdekilerin birinden birine uyacak. Hım…
Büyük büyük ülkeleri yönetenlerin el kadar bebeklerin öldürülmesine sessiz kaldığı bugünlerde hep bu şablonları düşünüyorum. Özellikle bakışlarımızın tüm dünyayı içine alan kocaman olduğu minik birer gözlemci olduğumuz bebeklik, çocukluk günlerimizde başlayan şablonları… Sen değil o! Hep bir yarış kültürü. Yenmelisin, geçmelisin kazanmalısın, sen ondan daha yaratıcısın… sen ondan daha… Sen ondan daha… Sen ondan daha çok…
Peki tek başına sen kimsin? Yoksa senin tek başına biri oluşuna mı tahammül edemiyoruz? Kendi başına kendi rengini kendince bulmana… Niçin seni, sen yokmuşsun gibi senin yanında konuşarak ne kadar ağırbaşlı olduğunu, ne kadar çalışkan olduğunu… vs… vs… ne kadar güzel ya da yakışıklı olduğunu söylüyoruz?
Peki sen tek başına kaldığında bizim bu durmadan yücelten seslerimiz olmadan kendine nasıl değer vereceksin? Ya hep alkış beklersen?
İnsan bir kaydırağın içine doğuyor ve yolda bir kişilik geliştirmesi bekleniyor. Durum tam olarak bu. İnsan bir kızağın içinde doğuyor ve yolda bir kişilik geliştirmesi bekleniyor.
Dünyanın sevgi ile genişlemiş, doğanı buyur eden sedası nerede? Büyümek için bir yaprak bile yatak olabilir. Kişi kendi haline bırakılırsa… Sürekli oranı topla, buranı topla, çekidüzen ver… Her yerde karşımıza çıkan bu ince müdahaleler bebeklerin yüzlerinde patlayan bombalara dönüşüyor. Başkalarınca dikte edilen her şey. Sadece dil ile değil. Başkasına bakışla.
Dünyanın yegane güzelliği bebekler. Bebeklerin bakışlarının genişletmediği bir yer var mıdır? Bu dünyayı bize dar etmek isteyenler bu yüzden bebeklere saldırıyorlar. Bebek bakışları sevginin dupduru bir suyun üstünde güneşin ışıktan adımlarıyla ipilediği açılan bir gül gibi gülümseyişin bakışları… Kalbin sevinci, yaşam sevinci bebek bakışları… Bu yüzden bombaları o çiçeklere atıyorlar. Sevgiye, sevince tahammülleri yok. Sürekli şablonların, yarıştırılmaların, kıskançlıkların dikenleri çalıları arasında, öfke, kin, intikamla tıkalı gözeneklerinde, bünyelerinde iyiliğe yer kalmamış…
İnsan iyidir. Henüz bir şablona kalıba girmemiş yaşamın sonsuzluğunun gözleriyle bakan bebekler bugün bize yeniden bunu söyledi. Yok olamayacak bir şeyi. Bugün orada ölüm kalım mücadelesi veren insanlara yardım etmek için elimizden hiçbir şey gelmiyor. Depremmiş gibi bomba enkazlarından fotoğraflar düşüyor önümüze… Deprem olsa enkazdan kurtarmak için yardıma giderdik. İnsan eliyle yapılan, depremden de beter…
Elimizden bir şey gelmiyor. Yazarak acılarını hissettiğimizi söylemekten başka.
Yazının gücüne inanıyorum. Bir şişeye atılıp denize bırakılan mektup olsun bu yazdıklarım. Ümidinizi kaybetmeyin. Aşağıdaki şiir sizin için. Yaşam ölümden güçlüdür. Bebeklerin bakışları kazanacak. Son değil, başlangıç kazanacak. Umut kazanacak. Kazanmak, yenmek, yenilmek nedir bilmedikleri için, yarış zorbalığına girmedikleri, savaşın dilinden anlamadıkları için…
GÜVERCİN KÖPRÜSÜ
Bir köprüyü bayrak olarak açmalı biri
bir gün geçerken
bembeyaz bayrak
Durun.
Ve böylece güvercinler havalanır
Kahkahalardan
Çocuklara anlatmak
Her şeyin yoluna girdiğini
Uzun bir yol çünkü bir köprü gerek
Beyaz bayrak
Geçti, geçti, geçti der gibi
Kucaklayarak
Günlerin, gecelerin kanamasını
Arzu Kaya
Anahtar Kelimeler: şişede bir mektup
0 Yorum