MAKALELER

Sessizliğin Ritmi

2023.11.06 00:00
| | |
2089

Hiçbir şeyin yerinde durmadığı her an her şeyin değiştiği bir dünyaya doğru eviriliyoruz.


 

Hiçbir şeyin yerinde durmadığı her an her şeyin değiştiği bir dünyaya doğru eviriliyoruz. Bizim düşüncelerimiz ve duygularımız yerinde duruyor mu peki? Bizlerde her an bir değişim dönüşüm içindeyiz. 

Sahnede salt devinimi gördüğümüz bir alan digital art. Teknolojinin gelişmesi ile insanın ruhuna çöken gecenin gündüzün, kimliklerin birbirine karıştığı sınırları belli olan bir sessizlik yansıtılmış sanki ışık vuran tuvallerde… Sergi geriye kalanla ilgili, artanla, ikincil olanla… Zaten sanatçının da belirttiği bir yapı bozum… Yapay zekânın ve çeşitli digital progamların bir sonucu…

Rönesans Rüyaları Refik Anadol sergisinden bende kalan “sancı” oldu. Sessiz bir sancı. Ne yapacağını bilemeyen, bocalayan, bir çıkış arayan insanın sessiz sancısı, çığlığı, ağıdı…

Yoklukla, yoksunlukla değil varlıkla, kalabalıkla baş edemeyen insanın…

Rönesans’ın ölçü, biçim, hümanizm, insanın kendi potansiyelini aşma konusundaki üstün çabasının, tüm yetkinliğinin, bir bulamaca, yerle bir olmaya, tufana, kaosa dönüşmesi… Sanki birinin bunu göstermesi gerekiyordu ki yeni bir Rönesans başlayabilsin. 

Pandemiden sonra yeni bir Rönesans başlayacağını sezmiştim. Çünkü yaşadığımız şey salgın hastalık anlamında ortaçağ karanlığından farksızdı.

Sonra depremler, savaşlar derken başlaması gecikmiş bir yeni Rönesans oldu… Birinin eskisine bir nokta koyması gerekliydi… Karanlığı daha iyi algılayabilmemiz için. Sanki

Anadol bunu yaptı.

Sahnede şiir vardı her an kendini yenileyen başka bir şeye dönüştüren, bağımlısı olduğumuz bir akış.

Gözyaşı, kan, ter, lav, ahtapot… Eserin çağrıştırdıkları… Görsel çağın en iyi anlatım yolu yıkımı görmemizi sağlamak. 

Gözlerimizin bağımlı olduğu akıllı telefonlarımızdaki tüm görüntülerin birbirine karışıp bir musluktan bir eriyik olarak karma bir boya olarak aktığı anı hareketle resmetmiş Anadol.  Milyarlarca görsele maruz kalarak, doğadan uzaklaşmış, gerçek yaşamdan uzaklaşmış seyircisinin kirlenmiş bakışlarını sağaltma işlevine sahip oluyor sanki Rönesans Rüyaları… Hepimizin göz havuzunda biriken, gözümüzün karanlık odasında biriken gereksiz zerzevat burada, görüntü geri dönüşümünde öğütülerek çiçeklere dönüşüyor… Akan sulara, zararsız görsel şölen sunan lavlara, sezgileri güçlü rüyaya yatmış ahtapotlara dönüşüyor. 

İçerde çırpınan, çerçeve sahneyi aşarak seyircisine ulaşmaya çalışan canlı bir şey var. ne olduğunu bilmiyoruz; seziyoruz. Belki de bu bilgi çağında bu güzel… Anlamsızlık, bilmemek, bütünsellik, bölünmemişlik…

Sergi hakkında yazdıklarımın sürekli değişmesinin nedeni de aynı kalmayan devinim ve görüntü. Heraklitos’un “her şey akar” sözü hayat bulmuş. Evet, her şey akar, biri bilgisayarın düğmesine basınca. Çağımız böyle. Akış artık akıllı telefonlarda.

Serginin rüya olan kısmı yukarıda sözünü ettiğim sessizlik. Rüyada her şey sessizdir. Bağırmalar konuşmalar bile. Kişinin karanlıkta kurduğu uyku sahnesinde renklenir her şey. Bir devinimdir ses bile. İnsanın kendi kendini seyretme şansına sahip olduğu tek yer rüyalardır. Sezme, hissetme, bilinçaltı, bilinçdışı varlığına en çok yaklaştığı, çocukluk, gençlik yaşlılık, olmadık gerçeklik… Sınırsız bir hayal devinimi içinde bütünsel algıladığı tek yer. Serginin rüya kısmı bu sessiz hareketlilik, devinim. Sanki rüyamızın ritmini yakalamış Anadol. 

Kullanılan müziğin etkisi ile dünyanın başlangıcını izliyoruz sanki… Başlangıçtaki oluş halini. Ortaya çıkmaya çalışan bir şey var. Yardım isteyen, çığlık atan… Elini sezdiğimiz, yüzünü sezdiğimiz, tüm görüntülerin arkasında… Doğmak isteyen bebek. Ve bu da işte serginin Rönesans kısmı. İnsan kendi yetkinliğine inancını yitirdi. Yeniden hayatını ele almaya ve hiçbir şeyin imkânsız olmadığı duygusunu yaşamaya ihtiyacı var. Gelişigüzel, yüzeyel, paranın her türlü değerin yerine geçtiği, doğanın harap bitap düştüğü, mevsimlerin Rönesans tabloları gibi birbirine karıştığı, depremlere dayanıksız sallapati binaların yaşatması gereken kişileri öldürdüğü, insan eliyle yapılan depremlerin yani savaşların altında kalındığı bu güçsüzlük, edilgenlik, çaresizlik, ümitsizlik atmosferinde bir dönüşüme, harekete dikkat çekiyor. Sıkışan her şey bir müddet sonra patlar. Ağızsız, dilsiz, sözsüz bırakılan… Dipten gelen dalgalara benziyor, tomurcuğun açma telaşına benziyor. 

Şiir Arapça kökenli bir sözcük. Sezgi demek. İnsan düşüncelerine, duygularına ket vurabilir. Ama sezgilerine, anlama algılama biçimine asla… o bir oluş biçimidir. Burada şiirin tasarım süreci, sessizlik süreci şairin içinde gelişen aşamaları, dönüşümleri vardı sanki… Tam oldu derken başka bir şeye dönüşen ve hiçbir zaman tam olarak bir bitmiş halinden söz edemeyeceğimiz… 

Dünyadaki hareketliliğin estetik bir uğultusu… Yağmur yağmadan önceki gökyüzü hareketliliği… Sözsüz, insansız tiyatro…

Tiyatro sözcükler olmadan önce de vardı. 

Işık müzik sessizlik doğa insan ve değişim hareket tiyatronun temeli…

Efes Kültür Yolu Festivali kapsamında İzmir iktisat Kongre Merkezi’nde açılan digitalart sergisi de günümüzün tiyatrosu üzerine düşündürttü. Bu sergideki eserlerde de bir baktığınız şey ikinci kez aynı şey olmuyor. Sürekli bir akış içinde değişen desenler ışık, karanlık, müzik tiyatral atmosfer yaratıyor. Geçmişte değişen doğa karşısında çeşitli tepkilerle tiyatronun temellerini atan insan şimdi sürekli akan bir digital âlemin içinde… Hiçbir zaman tam olarak yakalayamadığı bu yüzden ne zamanda ne mekânda bir devamlılık duygusu yakalayamayan… Oturduğu ev sürekli kaçışan, düşünceleri sürekli dağılan, 

Buhardan bir varoluş bugünkü insanı tanımlayan. Kendine inancını ve dolayısı ile hayata etkisini yitirmiş. Her ile hiç arasında bir sarkaçta… Kibrin mızrağı, alçakgönüllülüğün çırası… Kendini bir bütünlük içinde hissedemeyen… Hep eğreti insan söz konusu. Her an her şey olabilire alışmış. Bu yüzden de yerleşmeyi bir tek akışın kendisi olmakla bulabilmiş gezgin ruhlu insan… 

Sizce günümüzün felsefi sorusu nedir? Her devrin filozofları çeşitli sorular bulmuşlar ve bu sorularla düşünceleri geliştirebilmişler. Peki ya bugünün sorusu? 
Sanki günümüzün felsefi sorusu niçin ideasızlaştık, duyarsızlaştık? Gibi geliyor bana… Daniil Harms’ın sürekli pencereden atlayan bir kadını anlattığı bir kısa öyküsü vardır. Bir müddet sonra bakmaktan gına geldi, der öyküdeki karakter… Belki günümüz için söz konusu olan duyarsızlaşma böyle bir şeydir

İnsanın bu dünyadaki yaşayışını içinde bulunduğumuz dönemle kavrayamadığımız sürece güncel yorumlarıyla klasikler dışında yaptığımız oyunlar hayata değmez. 
 Deprem hastalık savaş durmadan yaşamı yıpratan tanıklıklar yaşadıkça nasıl yerinde duran bir sahne olsun. Oyunlar da değişiyor. Belki de oyunların değişiminin başlangıcı bugün ışığın, müziğin, görselin daha etkin kullanıldığı digital sanat bugün. Sözcükler birer fotoğrafa, görsel fona dönüşmekten kurtulup yeniden güçlerine kavuşuncaya kadar. 
Refik Anadol sergisinde karşılaştığımız şey digital olmasına rağmen plastik bir his vermiyor. Doğmaya çalışan var. Renkli kumlar altında canlı bir şey… Ahtapot sezgisi… Yardım isteyen insanlık belki de… Fotoğraflarla, görüntülerle dondurulmuş hayatlarımızın çığlığı, ağıdı gibi…

Müzik doğuşla ilgili. Okyanus, lav… Bitimsiz bir şey bağımlılık yapıyor. Büyüleyici; görsel düşünme gücü gelişmiş kişiler için… 

Kim bilir belki Rönesans kendi mükemmelliği ile baş edemedi. Bugün kusursuz sanat eserleri, yapıtları, mimarisi yanında minicik kalan, güçsüz kalan insanın belki de sanal da olsa böyle bir yapı bozumuna ihtiyacı vardı. Aşılmaz olanı aşmaya…

Bu sergilerde, yeni tiyatronun sahanlığını, dekorunu, atmosferini gördük. Oturup oyun yazma zamanı. Ya da ayağa kalkıp…  SESSİZLİK dediğimiz kısımların oyun yazarken, görselini gördük. 

Not: Sık sık tekrara düşen bu yazı, söz konusu eserin ritmine uygun olarak yazılmıştır

Anahtar Kelimeler: Sessizliğin Ritmi



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir