MAKALELER

Romeo Ve Juliet - İstanbul Şehir Tiyatrosu

2011.03.22 00:00
| | |
6025

Hiç unutmuyorum, 2007–2008 tiyatro sezonuna Romanya’nın Târgovişte kentinde Shakespeare’in (1564–1616) "Romeo ve Juliet'ini Kemal Başar (1963) yorumuyla izleyerek girmiştim...

İKİ BÜYÜK KENTTE İKİ AYRI TÜRK JULIET: “ECE ÖZDİKİCİ VE DENİZ ÖZDOĞAN”
 
Hiç unutmuyorum, 2007–2008 tiyatro sezonuna Romanya’nın Târgovişte kentinde Shakespeare’in (1564–1616) “Romeo ve Juliet”ini Kemal Başar (1963) yorumuyla izleyerek girmiştim. Shakespeare’in öyküyü bir aşk söylencesine dönüştürerek (1591), temel bir aşk imgesi yarattığını, ana tema olarak aldığı aşkı ilk kez tragedya içinde işleyerek, ilk İngiliz aşk tragedyasını ortaya çıkarmış olduğunu biliyordum, ama Kemal Başar’ın yorumuyla sarsılmıştım. “Romeo Juliet”, 2010–2011 sezonunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı olarak sahnelenmeye başladı, oyunu bir de “yerli yapım” olarak görmek istedim, ama olmadı. Taaa bugünlere geldim, nihayet gittim izledim. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı “Romeo ve Juliet”i izledikten hemen bir gün sonra bu kere Roma’ya yolum düşmez mi? Roma’da da “Romeo ve Giulietta”yı Teatro Eliseo yapımı olarak ve Valerio Binasco (1965) yönetiminde izledim.
 
Oyunu İstanbul’da da Kemal Başar yönetmiş, gene Murat Gülmez’in dekor tasarımını, Can Atilla’nın müziklerini kullanmıştı. Verona’nın önde gelen iki ailesi Montegue’ler ile Capulet’ler arasında süregelen “ezeli ve ebedi düşmanlığını”; Prens Escalus’un, kentte güçlükle sağladığı barışı bozacak eylemleri ağır cezalandırma kararı alışını; bir Montague olan Romeo’nun, arkadaşı Mercutio’yla birlikte Capulet’lerin verdiği bir maskeli baloya Rosaline’i görmek üzere gidişlerini, ancak, Romeo’nun orada Capulet’lerin kızı olan ve Prens Paris’le evlendirilmek istenilen Juliet ile karşılaşmalarını anlatan bölüm/leri Hugo Wolff’ün mükemmel koreografisine sırtını dayayarak “komprime” olarak verişine öncelikli olarak bir kez daha hayran oldum. Wolff bu kere de, bedensel anlatımı yöneltmiş, denetlemiş ve gösterimi bütünlüğe dönüştürmüştü. Özellikle “tango” tablosundaki her hareketin, sıradan deneyimden ne kadar uzak olursa olsun, yine de sıradan deneyimle bağıntılı olduğunu bana kanıtlamasını bu kere de çok sevdim. Özdemir Nutku’nun çevirisine laf eden eleştirmeni, içimden duvara çivilemek istedim.


 
Türk sinema izleyicisinin Cristina Comencini’nin “Yüreğimdeki Canavar-2005”ında “Baba”, Ferzan Özpetek’in “Mükemmel Bir Gün-2008”inde “Elio Fioravanti” rollerinden anımsayacağını sandığım Valerio Binasco ise Kemal Başar’ın yolunu denemediğinden Verona’nın önde gelen iki ailesi Montegue’ler ile Capulet’ler arasında süregelen “ezeli ve ebedi düşmanlığını”; Prens Escalus’un, kentte güçlükle sağladığı barışı bozacak eylemleri ağır cezalandırma kararı alışını; bir Montague olan Romeo’nun, arkadaşı Mercutio’yla birlikte Capulet’lerin verdiği bir maskeli baloya Rosaline’i görmek üzere gidişlerini, ancak, Romeo’nun orada Capulet’lerin kızı olan ve Prens Paris’le evlendirilmek istenilen Juliet ile karşılaşmalarını tam otuz dakikada anlatmış. Diğer taraftan, zamanı otuz-kırk yıl öncemize çekmiş, bir anlamda güncel kılmış.
 
İzmir Devlet Tiyatrosu’ndan Murat Gülmez, Kemal Başar’ın “Romeo Juliet”inin sahne tasarımını hazırlarken özde belirli bir biçimi değil, bir kavramı belleklere ulaştırma çabasına girişmiş. Montegue’leri ve Capulet’leri simgeleyen soffittoda birer çembere tutturulmuş halatlar, yerine göre “çok şey olan” ince kırmızı perdeler, çözüme giderken yeni bir söz, yeni bir söylem biçimi yaratmış. Juliet’in uyku ilacı içtiği tabloda, sahnenin her iki yanındaki büyük panolara gerdiği lasteks kumaşı kullanışı ustalık elbette işi. Murat Gülmez’in dekoru düş gücünü zorlayan, duygu birikimlerini dışa vurabilen, dramatik yoğunluğun belirlenmesinde Kemal Başar’a yardımcı olabilen bir çalışma. Kısmen de olsa yenilikçi, işlevsel ve yaratıcı.


 
Teatro Eliseo yapımında Carlo De Marino ise, güncellenen zamana uygun olarak Shakespeareyen fon önünde plastik hasır iskemleler, sustalı bıçak, el feneri, metal yuvarlak bar masası, bir üçlü, bir de tekli koltukla sahne düzenini tasarlamış; Sandra Cardini 30–40 yıl öncesinin kostümlerini çizmiş; oyun içinde pilli radyo/teyp, gözlük, çakmak kullanılmış. Kahramanlar belli bir çağın moralitesinden bağımsız olarak materyalist formüllere dökülerek inşa edilmiş. Sahne komünal-dini kökenine yabancılaştırılmış, seyirci nesnellik ile burun buruna bırakılmış. O halde kılıçlarla yapılan düellolar neyi anlatmakta? Belki yeni bir dinamizm istemiş Binasco, ama dinamik özü yeniden keşfedecekse, oyunun sadece gösteri niteliğinde kalmaması gerekmez mi? Seyirci sadece izleyen değil, yaratıcı sürece ortaklık eden değil mi? Sağ yan sahnenin açık bırakılmasıyla antre yapacak oyuncu-sahne amiri hazırlıklarının seyirci tarafından izlenmesi gerekli mi? Black-out’un gitar eşliğinde bir aşk şarkısıyla atlatılmasıysa iyi fikir.
 
İstanbul’daki oyunun giysi tasarımını yapan Canan Göknil, döneminden ve bugünden simgesel özellikler taşıyan kostümler yaratmış ve bu yaratı, yönetmenin ve koreografın özel yorum amacına hizmet etmekte. Tarihsel ve sosyal süreci çok iyi incelediği anlaşılan Göknil, hayal gücünün ürünlerini sadece sembolik düzeyde değil, aynı zamanda teknik düzeyde de yansıtmış. Roma’da, Cardini’nin giysilerineyse Pasquale Mari’nin ışığı hiç yardımcı olmamış. Mari, ışığın tiyatronun canı olduğunu bilmez mi? Bilmem! Bilir herhalde. Bilir de tasarımı, ne dekorun ne de kostümlerin iyilik perisi olmamış. Sahnelemenin ruhunu oluşturamamış. Carlo de Marino’nun sıradan dekoruna atmosfer, renk, derinlik kazandıramamış.
 
İstanbul’da ışık düzenini kuran Murat Özdemir, sahnenin bölümlenen her alanına birbiriyle bağlantılı ışıklar ayarlamış. Kostüm-Işık bağlantısını da iyi kurmuş Özdemir. Kullandığı renk filtreleri ağırlığı beyaz olan kostümleri, kostümlerin desenlerini güçlendiriyor, belirginleştiriyor.
 
Ülkemizin önde gelen bestecilerinden Can Atilla’nın kimi zaman tek amacı bir durumu tanıtmak olan, kimi zamansa birkaç notanın eylemi belirlediği akustik dekora dönüşen, müzikal bir motifle atmosfer yaratan müziğininse hiç kuşkum yok ki oyuna destek veren ana unsurlardan biri durumunda olduğunu belirtmeden edemem. Ammaaa… Semih Bayraktar ile Özüm Arkan tarafından seslendirilen ve oyun öncesi/arası hoparlörlerden verilen müzikleri sevmediğimi ve oyuna da hiç yakıştıramadığımı söylemeden geçemem. Diğer taraftan, Roma’da Arturo Annecchino’nun özgün müziğini pek beğenip sevdiğimi açık yüreklilikle itiraf ederim.


 
Kemal Başar rejisinde, bir yandan Shakespeare’in romantik konuyu trajik havaya bulayışını pek güzel kavradığını izleyiciye aktarırken, diğer taraftan da şiirsel bir ortam geliştirmiş. Yapıta derinlik ve olgunluk katmış, konuya özgü Rönesans özelliklerini kenara bırakmış. Tabloların sıralanışını ve oyun kişilerini titiz mi titiz bir simetri, denge ve uyum ile sağlamlaştırdığı da gözden kaçmıyor. Romeo ile Juliet’in ateş artışlarını, çocuksu davranışlarını verişindeki ustalıksa bence görülmeye, alkışlanmaya değer. İkilinin “tüy” ile oynayışları, coşkulu sevişme tablosu… Sevilenin sevgi tarafından korunması, sevginin sevileni yeniden yaratması, nefret nesnesinin yok oluşu…
 
Valerio Binasco ise, oyunun metnine sadık kalmış ancak öyküyü güncel zamanda, 30–40 yıl öncesine sarmış. Karakterler daha çılgın, hikâye daha fantastik ve aşk daha tutkulu. Bunun dışında da iki ailenin babalarını çok karizmatik çizmiş, ama şiirsellikten hayli uzak bir yorum getirmiş. Belki de oyunun zamanını 30–40 yıl öncemize çekmesinde yorumundaki sertliğin rolü büyük. Öyle ya, 30–40 yıl önceki aşk kavramını “kuştüyü” ile simgelemek mümkün mü? O da Romeo’nun Juliet’in odasına gelmesini ona göre yorumlamış. İki âşık, odanın kapısından ünlü balkona kadar yerde yuvarlanarak geliyor, sonra Romeo, Juliet’in üstüne çıkıyor.
 
Kemal Başar’ı ille de eleştir derseniz, balo tablosunda Hizmetçi’nin elindeki tepsiye Tybalt’ın vurmasıyla kadehler etrafa saçılırken neden bir damla içki yere dökülmez; şarap şişesi neden boştur; dolayısıyla örneğin Tybalt ile Capulet’in bardaklarına koydukları azıcık içkiler nasıl olur da iç iç hiç bitmez diye sorarım, başka da soracak bir şey bulamam.
 
Binasco’nun da birinci perdenin başında Capulet konuşurken diğer oyuncuların kendisini markelemesini önleyemediğini, Juliet’in eteklerini kaldırarak aşağıda duran Romeo’ya orasını gösterdiği tabloyu çok uzun tuttuğunu, çeviriyi de yapanlardan biri olarak Shakespeare dilinin ciddi anlamda kamburunu çıkardığını, Dadı’nın kendi tablosuyla hiç ilgisi olmayan iki yastık ve battaniyeyi durduk yere yerden kaldırarak divanın üstüne koymasının ne mene bir aksiyon olduğunu anlayamadığımı söylemek isterim. Binasco’nun olay dizisindeki karşıtlı hareketler. Simetrik çizmemesi bence hata… Eserde olamazcasına “naive” olması gereken dramatik illüzyon ise hiç de “naive” değil. Perspektif zorlanmamış ve dolayısıyla orta mekân zayıflatılmamış.
 
Evet… Oyunculara gelince, İstanbul’daki usta oyuncular Levent Yılmaz’ı (Rahip) vasat, Hikmet Körmükçü’yü (Dadı) gereksiz abartılı, Müge Akyamaç’ı (Lady Capulet) son derece isteksiz bulduğumu itiraf etmeliyim. Can Doğan’ın (Verona Prensi) anlamın ve dilin anlatımbilimsel kuramına bu denli boş vermesine şaştım kaldım. Selçuk Soğukçay’ın (Capulet) bedeni ve ruhunun alt-partisyondan partisyona geçen karma ve süzme süreci birbirinden fevkalade uzak. Caner Çandarlı Mercutio), hemen tepki vermeye hazır oyunculuğuyla gene dikkat çekmekte, üstün derecede sezgili ve yetenekli olduğunu gene kanıtlıyor, ama Ersin Umulu (Tybalt), Selçuk Yüksel (Paris), Nevzat Çankara (Montegut), Nurdan Gür (Lady Montegue) karakterlerini aklın ve duygunun uyumlu beraberliğinde gerçekleştiremiyorlar. Mehmet Bulduk (Uşak), istenileni verirken, Hüsnü Demiralay (Rahip John) dikkatten kaçıyor. Kubilay Penbeklioğlu (Benvolio) oyunculuk sınırlarını hiç mi hiç zorlamıyor.
 
Roma’da, Simone Luglio’nun (Rahip Giovanni), Lisa Galantini’nin (Lady Capulet), Gianpiero Rappa’nın (Verona Prensi) yönetmen ne verdiyse aldıklarını ve başarıyla uyguladıklarını söyleyeceğim. Roberto Turchetta’yı (Paris) işaret ve dayanak noktaları üzerinde eklemlediği ve bedenini de katarak elde ettiği yönlendirici devinduyumsal ve duygulanımsal şemayı gerçekten kutlamak gerek. Bu şemanın oluşmasında yönetmenin payını hesaplamamış olmam elbette olası değil, ama doğrusu kutlamadan da edemem.
 
Nicoletta Robello (Lady Montegue), gövdesini kontrol altında tutamıyor. Antonio Zavatteri’nin (Capulet) sesindeki gerilim tınılarına, telaffuzuna, tonlamasına zarar vermekte. Fabrizio Contri (Montegue) vasat. Philippo Dino (Rahip Lorenzo) gövdesi ile ruhu ve iç aksiyonu ile dışa dönük hareketleri arasındaki uyumla dikkat çekmekte. Andrea di Casa (Mercutio) ile Fulvio Pepe (Benvolio)’nin karakterleriyle özdeşleşmeleri mükemmel.
 
Mercutio karakteriyse oyundaki en önemli karakterlerden biri bence. Yoğun trajedinin içindeki başlıca komedi unsuru Mercutio. Ölürken söylediği, zamanın İngiltere’si ve halkın inanışları hakkında yararlı bilgiler veren repliğinde de çok iyi. Gianmaria Martıni, can verdiği Tybalt ile içsel bağ kurmayı başarmış. Bu bağı doğrudan, sezgisel ve doğal bir biçimde oluşturmasıysa bence gerçekten övgüye değer. Milvia Marigliano’nun “sitcom”lardan sevilen iyi bir oyuncu olduğunu biliyorum, ama Dadı’da komedi oyunculuğuna yaraşır bir biçimde konular arasındaki bağlantıyı kendince kurup, uygun yeğlemeleri yapamıyor. Elde ettiği komik gerçeklerin altındaki dramatik yan olmadığı gibi, trükleri “gıcık” etkisi yaratıyor.
 
Mert Turak, Romeo’yu fiziksel olarak yaşama geçirirken, karakterin içsel yüzeylerini sadece gözleri, yüz ifadesi, sesi ile değil, oyun boyunca gövdesiyle de verebiliyor, tamam da, fiziksel olduğunca ruhsal yaşam duyusunu da içinde yarattığı ve yaşattığı Romeo’ya neden geçiremediği anlaşılamıyor.
 
Ece Özdikiici, canlı mı canlı fiziksel ve olabildiğince psikolojik yönelimlerinden ender rastlanılan bir Juliet yaratıyor. Karakteri nasıl biçimlendireceğini, biçimlendirebilmesi için nasıl çaba göstermesi gerektiğini, nereye yoğunlaşacağını çok iyi biliyor. Yeri geliyor, sanki karanlıktaymışçasına gözleriyle oynuyor. İstek, çaba ve elde etme… Özdikici’de evvel Allah hepsi bulunuyor.
 
Roma’da Valerio Binasco yönetiminde ilk kez er meydanına çıkan Riccardo Scamarcio vallahi sanki sahnede tiyatro oyunu değil, Deniz Özdoğan ile masa tenisi oynuyor gibi! Özdoğan ile karşılıklı replikleri bir oraya bir buraya gitmekte. Aynen servis atılırcasına... Biri repliği top gibi elinin ayasına alıyor, dosdoğru yukarıya atıyor, topu asla vücuduyla engellemiyor, vuruyor. Diğeri karşılıyor. Berikinden bir “smatch”. Ötekinin “forhand”leri (düz vuruşları) ilginç de, yekdiğerinin “backhand”lerine (kesik vuruş) ne demeli? Mert Turak’ı Scamarcio’yla kıyaslamaya kıyamam, ama Scamarcio (da) iyi.
 
 Deniz Özdoğan ise, tıpkı Ece Özdikici gibi oyunun “içine kattığı“ oyunculuk tekniğinin mührünü taşıyor. Ve o mühür, dağlıyor onu. Aynen Özdikici gibi! İkisinin de bedenleri, dramatik metin de dâhil olmak üzere gösterime damgasını vurmakta. İkisi de: “İşte oyuncu bu,” dedirtiyor. Aralarında fark yok mu derseniz başarı farklılıklarından söz edebilirim. Her ikisi de, aslında olabildiğince zor bir işi başarıyor, dişiliklerini hiç kullanmadan, cinselliği hiç duyumsatmadan Juliet’e hayat veriyor, doğru yorumluyorlar. Güzellikleri ve uyumları plastik vücut estetiklerine fevkalade uygun...
 
Deniz Özdoğan’ın harekete, sese dayalı, anlatımbilimsel çalışması ilginç. Performansını çok sınırlı özellikler halinde alışıldığı üzere parçalamamış. Parçalamamış ve böylece anlamın bütünlüğünü gözden düşürmemiş. Düşürmediği için de sahnenin bütününe ve bir parçası olduğu sahne düzenine kendini çok kaptırmaksızın jestüeline, yer değiştirmesine, konuşma biçimine kendince tutturduğu ritme göre anlam yüklüyor.
 
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı “Romeo ve Julıet” de ve Teatro Eliseo yapımı “Romeo e Giulietta” da sahneye koyan Kemal Başar ve Valerio Binasco, sadece sahnenin tanrılarıyla tiyatronun gizemini bağdaştırmalarıyla bile alkışlanmayı hak ediyorlar. Bu oyunun, sadece Romeo ve Juliet ile değil, büyüğünden küçüğüne bütün karakterlerin sahne üzerinde iyi işlenmesiyle anlam kazandığı doğrudur, benimse bazı karakterlerin her iki oyunda da kötü değil, eksik işlendiği hususunda eleştirilerim çoktur, ama bu “çok”ların benim her iki oyuna da alkış tutma hakkımı elimden almaya hakları yoktur.
 
En azından Ece Özdikici ve Deniz Özdoğru gibi iki “gözbebeği” daha gözlerimin içine oturmuştur.
 
Her ikisi de yüreğimin bir köşesinde, pamuklara sarmalanarak yerlerini bulmuştur.

Anahtar Kelimeler: romeo ve juliet



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir