1890 İngiltere doğumlu olan polisiye roman, kısa öykü yazarı ve şair Agatha Christie küçük yaşlarda babasını kaybettiği için annesiyle beraber bir çocukluk geçirmiştir. 1914 senesinde Kraliyet Hava Kuvvetlerinden Archibald Christie ile evlenip Fransa’ya yerleşmiştir. Disleksi olmasına rağmen okuma alışkanlığını hiç bırakmamıştır ve polisiye türünde kitaplar okuyup daha iyilerini yazma arzusuyla aynı türden kitaplar yazmaya başlamıştır. Kariyerine 80’e yakın roman ve kısa hikâye katan Agatha Christie, ilk polisiye romanı olan “The Mysterious Affair Style (Ölüm Sessiz Geldi)” kitabını 1920 yılında yayımlamıştır. Meşhur kahramanı olan “Hercule Poirot” bu romanında hayat bulmuştur. Birçok eserinde bu kahramanı kullanmıştır. 1930 yılında bir diğer meşhur karakteri “Miss Jane Marple” olan kadın karakteri “The Murder at The Vicarage (Ölüm Çığlığı)” isimli romanında hayat bulmuştur. Romanlarında hayat bulan bu iki karakter, televizyon dizileri ve filmlerde de canlandırılmıştır. Agatha Christie, takma ad olarak kullandığı “Mary Westmacott” ismiyle de aşk romanları yayımlamıştır. 1971 senesinde “Britanya İmparatorluğu Kadın Komutanı” nişanıyla onurlandırılan Christie, 1976 yılında hayata gözlerini yummuştur. Bir kadın olarak neden özellikle cinayet ve polisiye romanları tercih ettiği hep bir merak ve araştırma konusu olmuştur. Romanları ve hikâyelerinin en büyük başarısı, okurken çok basit ve yalın bir dille yazmış olmasına rağmen kurgularını çok sağlam yapmış ve gizemlerini zekice yerleştirmiş olmasında yatmaktadır. Bu da romanlardaki olayların ve örgünün unutulmasını engellediği gibi okuru da sürükleyici bir hikâyenin içine çekmektedir.
Ak’la Kara Üretmeye Devam Ediyor…
Tiyatro Ak’la Kara, bu sezon Agatha Christie’nin en popüler ve sürükleyici romanlarından biri olan On Küçük Zenci’yi tiyatronun kurucu ortaklarından olan Savaş Özdural’ın çevirisi ve başarılı uyarlaması ile bu sezon sahneye taşıdı. Roman, yazarın en çok satan kitaplardan biri. Bilinirliği bağlamında da en popüler eserlerinden. Lise yıllarımda kitabı okuduğumda, suça karışmış ama adaletin pençesinden bir şekilde kurtulmuş insanların iç hesaplaşmaları, buna rağmen vicdan azaplarını hafifletmek maksadıyla bu suçlara bile kendilerince uydurdukları mazeretler beni derinden etkilemişti. Ana hikâyenin içinde küçük hikâyelerin varlığı da ayrıca cezbetmişti.
Bay Una Nancy Owen, 1938 yılında bir ada (Zenci adası) satın alır. Adanın sahibi, birbirini tanımayan on kişiyi sanki arkadaşları, akrabaları ve bir tanıdıkları davet ediyormuşçasına adaya mektupla davet eder. On kişiden bazıları yolda birbiriyle tanışma fırsatı bulur. Bay ve Bayan Rogers, davetlilerden iki gün önce adaya giderek eve çeki düzen verirler. Davetliler araçtan indikleri yerden tekneyle alınarak adaya geçirilir ve adada ada sahibinin hizmetlisi olarak gelen Bay ve Bayan Rogers tarafından karşılanırlar. Herkes odasına yerleşince evi inceleme isteği duyarak etrafa göz gezdirirler; çünkü kimse tam olarak neden orada olduğunu, bu davetin hangi maksatla tertip edildiğini net bir biçimde bilmemektedir. Ve herkesin dikkatini evin en görünen yerlerinden birinde asılı duran duvardaki şiir çeker: “On küçük zenci yemeğe gitti…” diye başlayıp, her birinin akıbeti ile ilgili dizeler içeren bir şiirdir bu. Ve davetliler de tam on kişidir.
On Büyük Adamdan Hangisi Suçsuz!!!
Duvardaki şiirde on küçük zenciyle, belki de on büyük adamla ilgili gizemli ipuçları vardır. Oradakiler, ilk etapta bunun farkında varmadan bulundukları ortamın tadını çıkarmaya çalışır. Genel konulardan konuşurlar. Herkes birbirini ve neden burada olduklarını merak eder. Bir anda gramofondan bir ses işitilir. Gramofondaki ses, odada bulunan on kişiyle ilgili çarpıcı iddialarda bulunur. Herkes şaşkınca birbirine bakar. Odada soğuk rüzgârlar eser, sessizlik ve tedirginlik başlar. Bazıları kendisine isnat edilen suçları nasıl işlediklerini, olayların nasıl vuku bulduğunu anlatmaya koyulur ve fakat kimse kendini suçlu olarak görmez. Türlü bahane ve açıklamaya sığınırlar. Bir müddet sonra neden orada olduğunu anlamış gibidirler. Geriye dönmek ve adadan kurtulmak isterler ancak artık çok geçtir. Hesaplaşma vakti gelip çatmıştır.
Yönetmen Burak Karaman, derli toplu bir mizansenle birlikte, heyecanı tıpkı yazarın ivmesine uygun bir biçimde adım adım tırmandırmış. Gerginliğin ve merakın dozunu çok iyi ayarlamış. İlgiyi arttırmak maksadıyla oyunun temposunu aniden yükseltme sakilliğine veya sürüncemeye bırakmak gibi bir hataya düşmemiş. Her şeyi ayarında bırakmış, aşırı hıza da girmemiş uzatmalara da gitmemiş. Bu da oyunun belli bir ritimde ve dinamizmde yükselmesini ve nihayete ermesini sağlamış. Tek olumsuz yorumum; ayının bulunduğu sahne, oyunun gerçekçi yanını sarsmış ve açıkçası komik olmuş.
Behlüldane Tor, Devlet Tiyatrolarında yaptığı ve artık kendisinin çizgisi hâline gelen standardından farklı bir dekor yapmış ki bence bu oyun için gösterdiği esneklik iyi olmuş. Zira Devlet Tiyatrolarında ağırlıklı olarak tercih ettiği metal aksamları ve renk bakımından da gri ve tonlarını bu oyuna da uygulamış olsaydı polisiye-cinayet öyküsü için çok basit kaçardı. Onun tarzını bilmeyenlerde “akla ilk geleni uygulamış” izlenimini uyandırırdı. Gerçekçi bir bakış açısıyla lüks bir evi yansıtması ve döneme uygun tercihlerde bulunması yerindelik arz etmiş. Aynı şekilde Akın Tezer Tunalı da bir yandan dönemi ve bölgeyi bir yandan da oyundaki karakterlerin fiziklerini ve kişiliklerini göz önünde bulundurarak başarılı kostümler tasarlamış.
Bir Usta İsim: Ediz Hun…
Ediz Hun, Oya İnci, Ali İl, Pelin Turancı, Fatih Gülnar, Hakan Akın, Özdemir Çiftçioğlu, Cengiz Eşiyok, Ilgın Angın, Ozan Altuntaş isimleri oyunun başarılı oyuncuları. Her biri rollerinin hakkını vererek ciddi bir renk oluyorlar. Renk kavramını bilerek kullandım zira oyundaki her karakter birbirinden çok farklı. Her birinin mesleği de yaşantısı da kişiliği de çok başka özellikler taşıyor. Oyuncular canlandırdıkları rollere ilişkin buldukları nüanslarla karakterlerini sahneye koyuyorlar. Gelgelelim, Ediz Hun’u ayrı bir başlıkta yazmamak mümkün değil. Kendisi övgüde dahi bulunsak hadsizlik edeceğimiz veya eksik kalacağımız kadar büyük bir sinema oyuncusu. Yeşilçam’ın unutulmaz ve efsane aktörlerden biri. Ancak itiraf edeyim ki tiyatroda bu denli muazzam bir oyunculuk sergileyeceğini aklımın ucundan bile geçirmezdim. Büyük bir önyargı ile gittim oyuna. Bu düşüncemde yalnız olmadığımdan da emindim fakat benim gibi önyargı ile izleyen herkesi mahcup, bir taraftan da memnun edecek nitelikte bir performans ortaya koydu. Tabi ki bu önyargılarımızın haklı bir nedeni var. Televizyon ve sinema dünyasından tiyatroya geçen oyuncular, genelde sahnede ellerini kollarını nereye koyacaklarını bilemezler, heyecanlarını kontrol edemezler, replik atlarlar, söze erken girerler, soluk kontrolünde sorun yaşarlar, ya abartılı hareketlerde bulunurlar ya da sahne üstünde adeta modellik yaparlar. Ediz Hun ise 79 yaşında ilk defa tiyatroda rol alıyor olmasına rağmen çok doğal oynuyor. Bu kusurların bir tanesini bile göstermiyor. Mimikleri, bakışları, dönüşleri, konuşmaları hepsi gayet içten. Oynadığı karakteri baştan sonra kadar öyle bir getiriyor ki adım adım olgunlaştırıyor, hiçbir sapma yaşatmıyor ve o karaktere dair en ufak bir ipucu vermiyor. Oyunu baştan sona kadar çok güzel taşıyor. Bir de selâmda ve sonrasında seyircilerin arasında da o kadar mütevazı davranıyor ki şimdilerin birçok oyuncusuna ders verebilecek nitelikte gönülleri bir kez daha kazanıyor. “Dolu başak, boş başak…” misalinin can bulmuş hâli adeta. Umarım bundan sonra başka oyunlarda da kendisini izleme şansımız olur.
Tiyatro Ak’la Kara, tiyatromuza Kadıköy Bahariye Caddesinde şık bir mekân kazandırmanın yanı sıra, yılmadan her sezon yeni yeni oyunları ve adaptasyonları tiyatro seyircisine sunmaya devam ediyor. Her sene tam bir repertuvar tiyatrosu gibi birbirinden farklı oyunları hem kendi sahnelerinde hem de Türkiye’nin farklı yerlerinde seyircilerle buluşturuyor. On Küçük Zenci de bu oyunlardan biri olarak, yılın izlenebilecek oyunları arasında yerini alıyor.
Anahtar Kelimeler: on küçük zenci, Tiyatro Ak’la Kara, tiyatro akla kara
0 Yorum