SAVAŞLAR ÖLÜLER GÖMÜLÜNCE KAZANILIRIN OYUNU: "ÖLÜLERİ GÖMÜN"
İstanbul Devlet Tiyatrosu, 17. İstanbul Tiyatro Festivali'ne katıldığı Irwin Shaw'un (1913-1984) savaş karşıtı oyunu “Ölüleri Gömün-Bury the Dead)”ü 2010-2011 tiyatro sezonunda da sahnelemeyi sürdürmekte.
Altı oyun yazdıktan sonra bu işin pek kendisine göre olmadığına karar veren Shaw'un, oyun yazarlığı konusundaki tüm çekincelerine karşın, “Ölüleri Gömün” doğrusu cesur yaklaşımı, etkili dili ve dahası güncelliğini yitirmemiş olmasıyla hayli dikkat çekmekte. Oyun kitapçığında Şakir Gürzumar'ın “Süper güç hâkimiyetinin, bölgesel savaş ihtimallerinin, iç savaşların her an gölgesini hissettiren bir coğrafyada yaşayan bizler için 'Ölüleri Gömün' gündemimizin tam da ekseninde oturan ürkütücü, düşündürücü ve kışkırtıcı bir oyun. Ama tüm bu karanlık atmosfer içinde bireyin gücüne inanmayı sürdüren bir umut vaadi de” sözleriyle tanımladığı oyunun başında yer alan “Yarın başlayacak savaşın ikinci yılı...” ibaresi de tüm savaşlara, savaşçı niyetlere yapılmış açık ve evrensel bir gönderme.
"Ölüleri Gömün”, ilk kez 1936'da New York'ta sahnelenmiş. Oyunda “Sürüp giden savaşların herhangi birinde vurulan askerler gömülmeyi reddederek mezarlarından doğrulsalar ve savaşı durdurmaya kalksalar neler olurdu?” ya da “Ya kocalarını, sevgililerini, babalarını ve oğullarını kaybedenler ne duyumsardı” gibi pek çok zor soru ve kolay(!) yanıtını içeriyor.
Cephede ölen altı asker, arkadaşları tarafından gömülür, ama rahip dualarını edip topraklar üzerlerine atıldıktan az sonra bir anda topraktan çıkar ve gömülmeyi kabul etmezler. Bundan sonra konu akar. Altı askerin gömülmeyi kabul etmemesi, generaller tarafından önlenmeye çalışılır, devlet tarafından basına bu konuda haber yapılma izni verilmez. İzin verilirse borsa düşecek, halk galeyana gelecektir. Tüm çabalar sonuç vermez ve altı asker gömülmemekte direnir. Bu kere, generaller, askerlerin anne, kardeş, yavuklu ya da eşlerinden onları gömülmeye ikna etmeleri için yardım ister ve altı asker ve gelen yakınları arasında geçen diyaloglarla oyun doruğa doğru yönelir. Bu diyalogların en vurucusu, bence Martha Webster ile kocası arasında geçendir ve Martha'nın tiradı muhteşemdir.
Şöyle der Martha: “Bir şey söyle... Bir şey söyle... Orada öyle durma, tüylerim ürperiyor, sen orada öyle durdukça, o görünüşünle. Canlı olduğun zaman yeterince kötüydü, benimle konuşmazdın, bana daima yolunda bir engelmişim gibi bakardın. Başını sallama biliyorum. Mutlu olduğun tek şey cumartesi akşamları o üç-beş serseriyle birlikte içtiğin biralardan ibaretti. Mutluydun o zamanlar, ama kendi evinde mutlu değildin, benim yanımda mutlu değildin. Söylemesen de bunu biliyorum. Her neyse ben de mutlu değildim. Güneşin yılda üç kez bile vurmadığı kahrolası üç oda içinde yaşamak, hamamböceklerinin duvarlarda piknik yaptığını seyretmek. Mutlu! Haftada 18 dolar 50 sent. Elinden gelen! 18.50! Tereyağının tadını unuttum. 18 dolar 50 sent! Süt tozu, yılda bir kez bir çift ayakkabı, çürümüş et! Tanrım, nasıl da nefret ederim çürümüş etten! 18.50! Her şeyden korkarsın, ev sahibinden, gaz şirketinden, acaba bu ay hamile kaldım mı diye ödün kopar! Niye bir bebek doğurmamam gereksin? Kim söylüyor bir bebek doğurmamam gerektiğini? Niye? 18 dolar elli sent! Bebek yok! Bir evde çocuk olmalı, ama o ev dolu bir buzdolabına sahip temiz bir ev olmalı! Niye benim çocuk doğurmamam gereksin? Diğer insanlar doğuruyor, şimdi bile, savaş zamanında diğer insanlar çocuk doğuruyor. Onlar takvimden kopardıkları her yaprakla birlikte ciltlerinin biraz daha kırıştığını hissetmek zorunda kalmıyorlar. Sağlıklı ambulanslarda, güzel hastanelere gidip, bebeklerini renkli çarşaflar arasında doğuruyorlar! Onlarda tanrının sevdiği ne var ki, tanrı onlar için bebek doğurmayı bu kadar kolay kılıyor? 18 dolar 50 sentle hiçbir şey söylemeden yaşıyor, sonra seni öldürdükleri zaman ayağa kalkıyorsun. Seni ahmak seni! Gitmek zorunda kaldın ve beni bütün bunlarla baş başa bıraktın! Savaşın benimle ne ilgisi var ki, geceleri tek kelime etmeden oturmak zorunda olayım? Savaşın seninle ne ilgisi var ki gitmek zorunda kaldın.”
"Ölüleri Gömün”ü, Coşkun Büktel son derece akıcı bir sahne diliyle dilimize kazandırmış. Cenk Taşkan'ın yüksek yoğunluktaki müziği, bir anlamda ilk andan itibaren felaket bir “saldırı” olarak algılansa da, hiç kuşkum yok Behlüldane Tor'un dekor tasarımına destek vermiş. Behlüldane Tor, küçücük sahnenin fevkalade kısıtlı olanakları içinde bu kere de bir “harika” yaratmış. Yakup Çartık'ın ışık tasarımı, gene Yakup Çartık tasarımı gibi. “Bermutat” kusursuz. Nalân Alaylı'nın kostümlerine laf eden çarpılır.
Piyadeler'i canlandıran Burak Yıldız, Mehmet Onur Büyüktopçu, Serkan Özcan, Alper Salık, Fatih Koşkan, Gökhan Türkal, Can Güvenç, Akın Altın adları burada teker teker anılacak kadar disiplinli ve ciddi bir çalışma içinde. Yasemin Yalçınkaya, Cansu Dağdelen, Ahmet Taşdemir, Birol Engeler, Ersin Umut Güler görevlerini “bihakkın” yerine getirmekteler. Ebru Kaymakçı ve Seda Çavdar'ı ilk gördüğüm yerde özel olarak kutlayacağım. Hele Seda Çavdar'ı “Hallelujah”daki olağanüstü ses gösterisi için “eleştirmen amca” olarak alnından öpeceğim. Editör'de Erdinç Tok, Yazıcı'da Alper Saylık, Çavuş'ta Ömer Hüsnü Turat, 2. Piyade'de Cengiz Daner'i hiç mi hiç kırmak istemiyorum, ama oyunculuğun olmazsa olmazlarından biri sayılan “gerekçelendirme”, yani oynarken ikinci bir eylem gerçekleştirme işini savsaklamaktalar. Gerçekleştirdikleri eyleme neden yaratmaları gerek. Gerekçelendirmeyi satırların arasında değil, kendi içlerinde arayıp bulmaları gerek. Gerekçe olarak yarattıklarından heyecan duymaları gerek. Gerekçelendirmeyi, sahnede oldukları süre içinde kafalarının içinde sürdürmeleri gerek. Gerekçelendirmelerini “anlık” ve “içsel” olarak iki kategoriye ayırmaları gerek. Sonra… Neyse!
Haham'da Ediz Baysal, 1. Piyade'de Ali Fuat Çimen, 3. Piyade'de Emre Emin Aravi fiziksel açıdan olabildiğinde iyiler, çizgiyi iyi yakalamışlar. Rahip'te ve Muhabir'de Ali Ersin Yenar, Doktor'da Erdal Bilingen kötü değiller, ama nedense yaratıcılıklarının yollarını ve yöntemlerini zorlamıyorlar. Gömülecek Erler'de Ekrem Tuna Öztunç, Murat Barış Kavrukkoca, Umut Tabak, Cenk Demirel, Can Baykan, Ozan Özcan verileni eksiksiz yapmaktalar. Elizabeth Dean'de Berrin Arısoy Akhasanoğlu, Bess Schelling'de Hilal Özbay, Julia Blake'de Pelin Gülmez tüm coşkusal tutkuların denenmişliğin bileşimi olduğunu biliyorlar. İçlerinde bir de Joan Burke'de Yasemin Atasu ile Martha Webster'de Gözde Okur var ki, bu ikisi coşkusal tutkuların denenmişliğin bileşimi olduğunu bildikleri kadar, yanılmıyorsam coşkusal tutkuların çeşitli ve birbirinden farklı duyguların, deneyimlerin, durumların toplamından oluştuğu konusunda da kendilerini eğitmişler.
Yüzbaşı'da Civan Canova, oyunun konusunda gelişen bağlantıları kendince başarıyla kurup, uygun yeğlemeleri mükemmelen yapıyor. Elde ettiği komik gerçeklerin altındaki dramatik yanı, izleyiciye ustaca aktarıyor. 1. General'de usta oyuncu Musa Uzunlar rolü hafife alıp ve karakteri vasat, hatta vasat altı bir çizgide çizerken, Salih Dündar Müftüoğlu en küçük bir içtensizliğin, geri kalanı yıkıma uğratacağı ve oyunu bulanıklaştırabileceğinin bilincinde 2. General'e can veriyor.
Şakir Gürzumar, sahneye koyucu olarak oyuncuları beslemiş, canlandırmış, yüreklendirmiş, doyurmuş. Bütün bunları kotarırken, oyuncuların olmazsa olmazı olan, örneğin sahne tasarımındaki tahtayı, tabancayı, boyayı, merdiveni, makineliyi, çiviyi, ışığı; ne bileyim daha aklınıza ne gelirse, yani tüm maddi çevreyi hiç mi hiç cansız (inorganik) olarak görmemiş.
"Ölüleri Gömün”, İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından iyi ki 2010-2011 sezonuna seçilmiş.
Anahtar Kelimeler: ölüleri gömün, istanbul devlet tiyatrosu
0 Yorum