Nasrettin Hoca’yı çok severim. Çünkü bütün fıkralarını dinlediğimde gözümde bir sahne canlanır. Sanırım onun fıkralarından uyarladığım, 2019 yılında sahnelediğimiz “Ya Tutarsa” adlı tiyatro oyunu da bu sevginin bir sonucu idi.
Nasrettin Hoca devam eden bir imge bizde. Hem tiyatro oyuncuları arasında hem de sinemada Nasrettin Hoca benzeri birçok örnek hemen aklımıza gelecektir. Ton ton, sevgi dolu, nüktedan… İyi ki devam etmiş bu imge.
Nasrettin Hoca çalışmam sırasında ortaya çıkan en çok sevdiğim özelliği masumiyeti oldu. Çocuksu bir bakışı var Hoca’nın. Bindiği dalı kesen, “tarifi bende” diye bağıran, “içinde ben de vardım” “ye kürküm ye”, “bana inanmıyorsun da eşeğe mi inanıyorsun?” , “ya tutarsa” diyen… Hep bir çocuk… İşte bu koca insanın hepimizin sevgisine nail olmasını sağlayan şey, hangi kültürden olursak olalım hepimizi, değişmez ortak özelliğimizden yakalaması; çocukluğumuzdan… Çünkü çocukluk bir ülke gibidir. Orada herkes aynı dili konuşur. Bu ışıklı bahçede imkânsız diye bir şey yoktur. Bu yüzden göle maya da çalınır, ipe un da serilir… Karısı ile suskunluk oyunu oynadığı için bütün ev soyuluncaya kadar, hatta karısının boynundaki kolyeler, kolundaki bilezikler dahi çalınıncaya kadar sesini çıkarmayan Nasrettin Hoca çocuksudur.
Onu her fıkrasında daha çok severiz. Aynı zamanda bir o kadar da gerçekçidir Nasrettin Hoca. Kedi ciğeri yemiş mi yememiş mi anlamak için kediyi tartarak, “kedi aynı kediyse, peki ciğer nerde” diyen odur. “Kazanının öldüğüne inanıyorsun da doğurduğuna niye inanmıyorsun?” diyen odur. İşte tam da bu gerçekçi tarafı yüzünden diğer fıkralarındaki fantastik öğeler daha çok güç kazanır. Akla ve pratik zekâya dayanan bu gerçekçi zemin sayesinde her seferinde bizi şaşırtmayı başarır. Nasrettin Hoca hep hayret duygusu verir. Çocukların filozofu gibidir.
Nasrettin Hoca’nın mantığı filozofların mantığıdır… Aynı zamanda sanatçının düşünme biçimi… “Göle Maya” fıkrasını buna örnek gösterebiliriz. Aslında en umut verici fıkrasıdır. Mantık şu: Eğer imkânsız bir şeyle karşılaşıyorsak göle maya çalmalıyız. İmkânsızın çözümü imkânsızdır belki de… Böylece olmazı görüp sınırlarımız içinde bir çözüm arama gerçekliğini sunması bir yana, çözüm için imkansız da olsa harekete geçmeyi sağlamış olur. Onun bu eylemi genelde sanata özelde tiyatroya yakındır. Bilimin çaresizliği karşısında sanatın yaptığı bu. Aklın dışında da var olmaya devam eden sonsuz deneyimi, seçeneği hatırlatmak… Kıstırılmışlık duygusundan (bu fıkrada gülmenin genişliği ile) kurtarmak… Sınırları genişletmek, harekete geçirmek… Yeni bir formül arayışı düşündürtmek… Yok-u göstererek var etmek. Oyun bittiğinde ortada hareketlerin izlerinden ve aklımızda kalan, kulağımızda taşınan repliklerden başka bir şey kalmaz… Ama etkisi göle maya çalmak kadar bir iz bırakır. Tiyatro insana sınırlarını göstererek oluşu içindeki koşullarından filizlenecek imkânları düşündürür, araştırtır, harekete geçirtir; “göl maya tutmuyor görmüyor musun işte boşuna eylenme olmazın peşinde olana bak!” Ciaron, karamsar kitaplarını okuyan insanların, kötümserliğe kapılmak yerine, tam tersine bir etkiyle hayata daha çok bağlandıklarını, umutla dolduklarından söz eder bir kitabında. Belki de Nasrettin Hoca’nın bu fıkra ile yaptığı da budur. Olmazı üstlenerek olura yol açmak… Karanlığı üstlenerek, ışığa, yol açan Ciaron gibi.
Hoca bir akşam su çekmek için kuyuya gider. Kuyunun kapağını açınca bir de ne görsün, kuyunun içinde koskoca ay. “Eyvah, ay kuyuya düşmüş, hanım koş çengeli getir, ay kuyuya düşmüş!” diye seslenir. Karısı koşar çengeli getirir. Hoca çengeli kuyuya atar, sallar sallar tutturamaz. Nihayet çengel taşa takılır. Hoca kuvvetle çekerken çengel kopar, kendisi de sırtüstü yere düşer. Göğe bakar ki ay gökyüzünde. “Oh, çok şükür, düştük ama ayı da kuyudan çıkardık!” der.
Nasrettin Hoca’nın hepsi birbirinden güzel, duru, yalın, varoluşçu, hazırcevap, pratik zekâya dayalı birçok fıkrası arasından sanırım en sevdiğim fıkrası bu. Özelde yazma serüvenimizi, genelde tüm sanat serüvenini simge anlatısı gibi... İnsanın önce kendisinin kanması, masumiyet, sonra ona inanan birilerinin olması, ikna ve hakikatin ortaya çıkması… Bir yandan yaşam devinimimizi, bir yandan da tiyatro sanatını felsefi derinlik içinde açıklar gibi. Bizim nasıl ve nereden baktığımıza bağlı olarak değişen gerçeklik. En baştan hep olduğu gibi ortada duran bir hakikat aslında dünyanın iyilikten oluşan belkemiği gibi. Onu eğip büken anlam yükleyen insan… İnsanın ancak oyun yolu ile bir devinim sağlayabileceğini gösteriyor bu fıkra… Ayın kuyuya düşmüş olduğuna inanmak çocuksu bir oyunun başlangıcı. Kendini kandırmaya varsa da ayağının altındaki dalı kesse de buna inanmayı göze alıyor. Tıpkı oyuncununkine, çocuğunkine benzer bir cesaretle… Bir inanç biçimi olduğu için aşk ile örneklersek… Bazen biri birini sever. Bir türlü ikna edemezsin onun kendisini sevmediğine… Sadece baktığı yönü değiştirmesi gerekir böyle olmadığını görmesi için. Ay kuyuya gerçekten düşmüş gibidir. Ta ki çengel taşa takılıp ona gerçeği gösterene kadar… Düşmüştür. Düşünce ay yine göktedir. Bu düşüş aslında bir yükseliştir. Tiyatronun seyircisine yaptığı budur. İkna, inandırma, gerçeğe yolculuk. Kandığı bir kabuğu kaldırarak diğer kanmışlıklarını sorgulamasını sağlar tiyatro. Kandırılabilirliğini oyun yolu ile yoklatır. Elinde bir maşa ile insan ruhundaki sönmüş közlerin altında kalmış, küllenmiş oyun ateşini karıştırır. Gerçeğin katmanları aralanır kat kat… Kabuk kalkar… Nasrettin Hoca’nın da fıkraları ile bize sağladığı bu. Anında bir yolculuk. Hiçbir yere gitmeden olduğumuz yerde… Dünyanın merkezi ayağımızın altıdır; tiyatronun merkezi insandır… Anlamak yoluyla durmadan kendine ve dünyaya dönen insan…
Çok yaşa sen Nasrettin Hoca…
Anahtar Kelimeler: nasrettin hoca, tiyatro
0 Yorum