Tiyatro nedir? Bir yaprağı kaldırırsınız ve altından bir yaşam görünür. İzole olmaya bağlı oluşan bir doğallık...
Tiyatro nedir? Bir yaprağı kaldırırsınız ve altından bir yaşam görünür. İzole olmaya bağlı oluşan bir doğallık, ilginçlik ve farklılık yüzünden, bu tür bir oyun, günlük yaşam ritminde ilerlese bile seyir keyfi oluşturur; izlenmeye değerdir. Böyle değilse elbette ki tiyatronun, her şeyden önce güçlü bir hikaye, iyi bir kurgu, yani yaşamda alışılmışın dışında bir uzam oluşturması gerekir. Her gün gittiği yoldan başka bir yere sapan birinin yaşadığı bir anlık sarsılma, şaşkınlık ve bu sayede edindiği algısal yıkanma benzeri başka bir şey sunmalıdır. Seyirciye oyun deneyimi yaşatması gerekir. Ya da yolları çatallanan bir bahçe gibi düşündürtmelidir... Düşünsel ve ruhsal dünyamızda bir şeyleri harekete geçirmelidir. Başka türlü, orada geçirdiğimiz zaman yerine, kendi ayakkabılarımızın içinde olmak daha iyi bir fikirdir, kendi yolumuzdan yürümenin lezzetini zaten duymaya devam etmek...
Oyundan aklımda kalanlar; neden aynı eğitim düzeyinde olmalarına rağmen, düşünen, akıllı olan, okuyan, bilgili olan erkek? Neden en çağdaş ilişkilerde bile kadın düşünsel anlamda geride, erkek yol gösterici? Bir evlilik yaşantısı içinde kendini gerçekleştiremeyen kadın acı çekiyor; erkekten daha çok yaşayan o oysa. Erkekse düşünceleri ile bir hayalet gibi yaşamayı seçmiş. Buna rağmen akıllı olduğu için kadına baskı kuran da o... Erkeğin kurallarının belirleyici olduğu bir evlilik yaşantısı... Erkek üzerinden, oyunun sorguladığı bir yandan şu; devinim içindeki yaşamı savunurken, düşünsel olarak katı kurallarla yaşayan birine dönüşüyor ve bir şekilde yaşamı savunurken, yaşama ket vuran biri haline geliyorsunuz... Mağrur Fil Ölüleri lafı da buradan geliyor olsa gerek... Oyunun sonunda kadının yaşarlığına erkeğin izin vermesi, (çocuk isteğini kabul etmesi) ile mutlu son gerçekleşiyor.
Derdini ideoloji üzerine kuran oyunların temel çıkmazı; çatışmanın güçsüzlüğü;
Dönem oyunları neden klişe? Neden günümüze değmiyorlar? Gerçekten de geçmişin günümüz için söyleyecek bir şeyi yoksa niçin karşımıza çıkarılıp duruyor? Daha doğrusu söyledikleri klişe ise... Oyundaki en güçlü çatışma çamaşır makinesini getiren hamallarla, kadın ve adam dışındaki başka dünyaların kesişmesi ile sağlanmış. Onca ağırlığın altındaki hamalın kadının kararsızlığı yüzünden yaşadığı zorluk, bir anlığına, aradaki onca uçurumu özetleyiverdi; burjuvazinin zevki proletaryanın belini büker...
Diyaloglar iç aksiyon ya da dış aksiyon fark etmez, eyleme hizmet etmiyorsa işlevsiz. Burada da çok güçlü bir iç aksiyon olduğunu söyleyemeyiz. Ya da o iç aksiyon bayatlamış bir konu üzerinden olduğu için güçlü değil.
Oyundaki en güzel şey, aşkı hissettirebilmesi idi. Bu bir çok oyunda görmediğimiz bir şey. Gerçekten de sahnede aşkı hissettirebilmek büyük başarı. İzlenesi, örnek alınası, yayılması beklenesi bir sevgi. Hani Atilla İlhan diyor ya "Ben sana mecburum bilemezsin..." öyle bir sevgi gördük. Oyunculuk harika. Dekor sıcacık. Işık, müzik, sahne estetiği, özenle düşünülmüş, yapılmış. Sondaki radyo haberleri dönem atmosferini yansıtmaya oldukça güçlü ve de keyifli bir katkıda bulunmuş.
Günümüzün tiyatrosunun derdi bence bu güne değmek olmalı. Seyirci etkileşimi olmalı. Çünkü hiçbir devirde şimdimizden bu kadar uzak kalmadık... Bize neler olduğunu hep beraber hissetmek istiyoruz. Hep beraber çıkmaza girmiş yaşantılarımız için bir çözüm arıyoruz. "Tiyatro tüm bunlar olurken sen nerdeydin?" Denilecek şeyler yaşanmaması için... Tiyatronun, "ben hep buradaydım... Hayatın içindeydim," demesi için...
0 Yorum