İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Metin Belgin resitali: ‘Kontrabas’
Onun hırçın, akıldan kolay çıkmayan, tehdit edici, yankılanan sesini bilirdim. 1760’tan önce, genellikle viyolonsel bölümünü iki katına çıkarmak için kullanıldığını da… Kulaklarım, onca yaylı çalgı arasında, o derin mi derin sesi hemen alır, algılar. Koyu renkli kalın ses tonu, müzik yapıtına perspektif kazandırır, hatta müziğin temelini oluşturur. Caz topluluklarında ritmi belirler, yürütür.
Meğer, böyle değilmiş kazın ayağı! Hiç böyle değilmiş. Geçenlerde, İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı “Kontrabas-Das Kontrabass”ı izledikten sonra, Allah sizi inandırsın başımı iki elimin arasına alıp; “Vay be” dedim, “meğer neymiş!”
“Kontrabas”, 1949 doğumlu yazar Patrick Süskind’ın bir romanı. Romanın oyunlaştırılmış hali 2007-2008 sezonu oyunu olarak İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda oynanmakta. İzledim. İzlerken, Patrick Süskind’ın çağdaş Alman edebiyatının önemli bir yazarı olduğu konusunda kuşkum kalmadı. Süskind’ı “Koku-Bir Katilin Öyküsü (Das Parfüm) / Can Yayınları-1987” adlı romanıyla tanımıştım. Mükemmel betimlemeler, sürükleyici mi sürükleyici kurgulama yeteneği… “Kontrabas”ta, orkestraların birinde kontrbas çalan bir adamın hesaplaşmasını anlatıyordu ve Süskind’ın “Koku”dakilerinde de görülen takıntılı olma hali, “Kontrabas”ın ana karakterinde de aynen mevcuttu. Tek kişinin etrafına kümelendirdiği kişilik çözümlemeleri, bu eserinde de izleyiciyi etkiliyor; ağır felsefi temalar, çok katmanlı okumalara olanak tanıyan anlatı, Patrick Süskind’ın kaleminde heyecan verici bir popüler anlatı oluyordu.
Kendine işkenceci bir kontrbasçı
“Kontrabas”ı Metin Belgin sahneye koymuştu. Ön oyunda yatağında uyuyan, sonrasında kalkıp izleyiciyle konuşan yalnız bir adamdı kahramanımız. Yapayalnızdı. Yalnızdı, ama odada bir de görkemli boyutlarıyla kontrbas vardı. Kontrabas, ikinci bir kişi gibi sahnenin ortasında dinelmişti. Seyirci, monolog ilerledikçe, onun, yani kontrbasın odanın merkezinde bulunmakla da kalmadığını, yaşamın da merkezinde olduğunu şıpınişi anladı. Kontrbasçı, üzerinde kırmızı don, ropdöşambr, ayağında gri-lacivert-bordo kalın çizgili çorap, elinde sigara, pikabın ve CD çaların başındaki koltukta hafif hafif sallandı. Çalmakta olan Brahms’ın “İkinci Senfonisi”ne mırıldanarak eşlik etti. Tam da müziği solurken kendisine işkence yaparcasına pikabın iğnesini plaktan kaldırdı, kendisini sanki müziksizliğe tutsak etti.
Kontrbassız asla
Kontrbasçı “İkinci Senfoni”de kontrbas tınılarını bir bir gösterdi. O kontrbaslardan birini çaldığını öğrendik. “Bir orkestra şefsiz olabilir, ama kontrbassız asla” dedi. Konserlerde, opera-bale gösterilerinde çalarlarken şefle oyun da oynarlarmış. Hele şef konuksa… “…öyle bir atlarız ki kendi bile fark etmez. Bırakırız, o öndeki sopasını istediği gibi sallayadursun, biz işimize bakarız.” Kontrbasın orkestranın en önemli çalgısı olduğunu savladı. Kimi enstrümanlar olmadan da orkestra olabilir; ancak, bası olmayan orkestra olamazmış. Öyle dedi. “Orkestra (…) ancak ve ancak bir basın bulunduğu yerde başlar. (…) Bası çekin alın, Babil’deki dil kargaşasının dik âlâsı çıkar ortaya.” Böyle söyledi.
Enstrümanla özdeşleşmek
Kontrbasla özdeşleşmiştir adam. Bu özdeşleşme sonucu mu tam karşı kutbuna, bir mezzosopranoya âşık olmuştur, düşünmeye değer. Ancak onunla bütünleşebileceğini düşünür. Mezzosoprano Sarah hakkında hiçbir şey bilmese de, Sarah onun farkında olmasa da, odada gezinen bir hayalettir Sarah. Müziksel bir kıvılcım, evrensel bir tını olarak Sarah’ı yüceltir. Karşıtlıklarla var olabilir müzik, tınıların anlamındaki karşıtlıklar arasından döl verir. O halde? O halde yaşam, neden karşıtlıklar arasında döllenmesin?
Kontrbas çalmaya gönüllü başlanmazmış
“Konser bitti mi hepten tere batmış oluyorum, bir gömleği iki kere giyemiyorum. Bir operada ortalama iki litre sıvı kaybediyorum (…) Bazı meslektaşlar biliyorum, ormanda koşu yapıyorlar, halter çalışıyorlar. Ben yapmıyorum. Ama günün birinde orkestranın orta yerinde öyle bir serileceğim ki bir daha kendime gelemeyeceğim. Çünkü kontrbas çalmak sırf kuvvet meselesidir, müzikle ilgisi arkadan gelir. Bunun içindir ki çocuklar hayatta kontrbas çalamaz. Ben kendim de on yedi yaşımda başladım. Şimdi otuz beşimdeyim. Gönüllü olarak başlamış değilim. Daha çok, bakire bir kızın çocuğu olması gibi, rastlantıdan.” Böyle der. Esasen, kontrbas çalmaya gönüllü başlayana da rastlamamıştır. Kullanışlı bir çalgı değildir ki kontrbas, çalgıdan çok insan yaşamına engeldir ona göre. “Taşıyamazsınız, sürüklemeniz gerekir, bir düşerse parçalanır. Arabaya ancak ön sağ koltuğu sökerseniz sığar. O zaman da doldurmuş olur zaten arabayı. Evde hep etrafından dolaşmak zorunda kalırsınız. Öyle… Öyle salak salak durur ortada. (…) Misafiriniz varsa hiç durmaz, hemen ön plana çıkar. Artık herkes ondan başka bir şeyden söz etmez olur. Hele bir de sevdiğiniz biriyle birlikte olmak isterseniz, tam bir fiyaskoyla sonuçlanır bu isteğiniz. Sürekli denetler sizi. Eğlenirmiş gibidir sevişmenizle.” Şikâyetçidir.
Şikâyetçidir, ama kontrbasına da aşkla bağlıdır kontrbasçı.
Yaratıcı kadronun değerlendirilmesi
Oyunun ışık tasarımını Yakup Çartık yapmış. Yakup Çartık ışık tasarımı yaparsa nasıl yapar? Gene usta işi yapmış. Ethem Özbora, biçimden hareketle yola koyulmadan, teknikten yararlanmadan öze gitmeyi amaçlamış. Hale Kuntay’ın çevirisine kötü demeyeceğim, diyemeyeceğim, ama sormadan da duramıyorum. Oyunun adı neden Almancadaki gibi “kontrabas” da, Türkçe kullandığımız gibi “kontrbas” değil?
Metin Belgin illüzyon yapmıyor
“Kontrabas”ı Metin Belgin sahneye taşımış, kendi kendini yönetmiş ve oynamakta. İtalyanca kimi müzik deyimlerinin (“metzosoprano” olarak okunan mezzosoprano gibi) yanlış kullanılmasının dışında hem de mükemmel oynamakta. Tek kişilik oyunlarda, yönetmenin ve oyuncusunun sahnede temel bir çıkış noktası olur, bilirsiniz. Yazılı metnin, öykünün, olayın geçtiği zamanın, olayın geçtiği dönemin etkisi altında kalınır. Oysa, “Kontrabas”ta Metin Belgin öfkeyi ve kızgınlığı öne çıkartarak oyunu seyirciye aktarmayı başarmış. Anlattıklarını yaşarcasına, bir öykü anlatırcasına izleyiciye yansıtıyor. Gene de, sadece “narrator”lükle yetinirse oyunculuğunun alt düzeyde meddahlığa, üst düzeyde sıradan yorumculuğa ve sunuculuğa dönüşeceğinin bilincinde. Oyunu, modası geçmiş oyunculuk araçlarına asla teslim etmemiş. Tiyatronun yardımcı unsurları; ışık, efekt, aksesuar, sahne tasarımındaki aşırılık, ileri teknoloji kullanımı… İstememiş. Kendini sahne üstünde illüzyonist, oyunu da illüzyon gösterisi olarak kabullenmemiş.
Metin Belgin “Kontrabas”ta, tiyatroya olan saygısı içinde tiyatro yapıyor. Seyrederken doyulamayan bir gizem ve ona bağlı mutluluğu yaratmasını biliyor. Tiyatronun tüm disiplinlerini uygulayarak çıtayı kendisi için de, izleyen için de yüksekte tutuyor.
Benden söylemesi: Klasik müzikten ister hoşlanın ister hoşlanmayın, “Kontrabas”ı, mutlaka ama mutlaka izlemeniz gerekiyor.
(“Kontrabas”, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Oda Tiyatrosu Sahnesi’nde bu akşamın dışında 6, 7 8 ve 9 Şubat’ta Saat 20.00’de; 9 ve 10 Şubat’ta Saat 15.00’te oynanacak. Tiyatronun telefonu 0212 292 39 00. Siz gördükten sonra dilerseniz izlenimlerinizi bana yazarsınız. Değilse cuma günü gene bu sütunda buluşuruz, değil mi efendim?)
Anahtar Kelimeler: kontrabas, istanbul devlet tiyatrosu
0 Yorum