İBŞT’de oyunculuğun önde olduğu bir oyun: İstanbul Efendisi
Oyun başlar. Tüm oyuncular: “Bu kış hanım İstanbul’a taşın da/Eğlenelim, zevk edelim Kalpakçılar başında/Güzeller var on üç on dört yaşında/ Eğlenelim, zevk edelim Kalpakçılar başında (Tamburi İsmet Ağa / Karcığar) şarkısıyla sahnedeki yerlerini alırlar. Şarkı biter, alkışlar… Çengi Afet (Sevil Akı) ile Arap Bacı Feraset’in (Özlem Türkad) tablosu açılır. Safi Çelebi (Arda Aydın) giriş yapar. Faytonda genç bir hanımla halayığını görmüştür. Afet “Güzel miydi” diye sorar, safi Çelebi, “Güzel de söz mü, bir peri kadar güzeldi” diye yanıtlar, sonra sahnenin yanındaki mikrofona yönelir Sadettin Kaynak’ın Segâh (Düyek) şarkısı “Leyla bir özge candır”ı “terennüm” etmeye başlar. Afet, kızın kim olduğunu bulur, kız “bütün emekçileri kulağından mıhlayan, esnafı falakaya yatıran İstanbul Kadısı Savleti Efendi’nin (Sezai Aydın) kızı Esma Hanım’dır (Derya Çetinel). Afet, Esma Hanım ile görüşeceğine söz verir, Safi Çelebi’yi yolcu eder. Yolcu ettikten sonra mikrofona gelir; “Ah! Bu gönül meseleleri bana pek dokunur” diyerek Yusuf Nalkesen’in Hicaz eseri “Bülbülün çilesi yanmakmış güle” şarkısını söyler. Menteş Ağa ya da diğer adıyla Böcekbaşı Mimi’li (Zafer Kırşan) tablo başlar. Menteş Ağa, Afet’in yanından ayrılır, gider kendisine mal etmek istediği halayığı arayan Ferhat Ağa’yı (Volkan Ayhan) Afet’in yanına getirir. Pazarlık sırasında hep birlikte Dügâh makamındaki “Aksaray’dan geçer İken çevirdiler yolumu” diye başlayan İstanbul türküsünü çığırmaya başlarlar. Derken İstanbul Efendisi’nin konağındaki tablo açılır, Dilâram (Sevinç Erbulak) mikrofona gelir, Sadettin Kaynak’ın Hicaz makamındaki eserine başlar: “Benim yârim gelişinden bellidir…” Ve kayıp tespihin aranması tablosu… Hane halkının sırayla mikrofon başına geçip Arif Sami Toker’in Hüzzam şarkısı “Talihin elinde oyuncak oldum” şarkısını birer birer okumaları ve birinci perdenin finalinde Savleti Efendi, “Hay Allah cezanı versin! Nücum ile uğraşmak senin ne haddine!” diye hayıflanırken, koronun Tatyos Efendi’nin Uşşak makamındaki şarkısı “Bu akşam gün batarken gel”i söylemesi…
İkinci perdenin ilk şarkısı Hüzzam makamında bir İstanbul türküsüdür efendim: “Arabaya taş koydum.” Sonrasında Muhsin Efendi’nin başladığı bir Tokat-Niksar türküsü: “Kalenin bedenleri.” Bu türküyü Yahudi bakkal Yuvan Usta (Cihan Kurtaran); “Siko horepse kukli mu” diye Stelyou Kazantzidis’in yanılmıyorsam 1958 yılında yazdığı Rumca sözlerle söyler. Ermeni terzi Agop Usta (Tuğrul Arsever) da şarkının Ermenicesiyle katılır ikiliye. Üçü birden final yaparlar: “Çiftetelli Turkiko, şinanay yavrum şinanay…” Konağın budala çocuğu İrfan (Çağlar Çorumlu) ile Dilâver (Emrah Özertem) yanağında beni olan “huddamlı” bir adam aramaktadırlar. İrfan mikrofona geçer: “Benliyi aldım kaçaktan”a başlar. Dede Efendi’nin karcığar şarkısı… Sonra, Savleti Efendi’nin esnafı falakaya yatırdığı tablo ve hep birlikte söylenilen Sadettin Kaynak’ın Muhayyer makamındaki şarkısı: “Çile bülbülüm çile…” Afet’li, Fidan’lı ve Safi’li tablo ve Tatyos Efendi’den Uşşak bir şarkı: “Gamzedeyim deva bulmam.” Ve final şarkısı Sadettin Kaynak’tan… Makamı hüzzam: “Gönlüm seher yeli gibi…”
Bütün bunları İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sahnelemekte olduğu Müsahipzade Celâl’in (1868-1959) “İstanbul Efendisi” başlıklı oyununun eleştirisine “girizgâh” olarak döktüm. Oyunu Engin Alkan sahneye taşımış. Konusu ve atmosferiyle, bu oyunun izleyiciyi günümüzde masal dünyasına falan götüremeyeceğini düşünmüş olacak ki, oyunu yukarıdaki birbirleriyle ve de oyun konusuyla uzaktan yakından hiç ilgisi olmayan Türk müziğinin popüler olmuş şarkılarıyla süslemiş. Engin Alkan’a gene de teşekkür borçluyum. Ya Burteçin Zoga’nın “Çılgın Dünya’sında (Lope di Vega)” olduğu gibi Don Floriano’ya, Don Valerio’ya, Pissano’ya, Dona Erifila’ya, Leonato’ya, Bellardo’ya, Laida’ya, Dona Fedra’ya, Liberto’ya, Tomas’a falan “Delisin… Delisin…”, “Yalan dünya”, “Ömrümün baharında”, “Fesuphanallah”, “Hür doğdum hür yaşarım”, “Bak bir varmış bir yokmuş” gibi ‘70’li yılların sıradan aranjmanlarını, ucuz pop şarkılarını; “Papatya gibisin beyaz ve İnce” gibi tangoları katsaymış! Yapmamış. Zamanında, bugünün Büyükşehir Belediye başkanlığına eş bir görevi sürdüren Savleti Efendi’nin kimliğinde, dönemin cinli-büyülü toplumsal yapısı içinde gelişen, romantik bir aşk öyküsünün dolambaçlı serüvenini kuru kuru anlatmayı yeğlememiş Engin Alkan. Gel gelelim, Lale Devri’nin hemen sonrasında yaşanan olaylar, dönemin İstanbul’unun gizemli ve ilginç dokusu içinde, renkli sahneler ve daha değişik, daha etkileyici bir müzikle izleyiciye aktarılamaz mıydı bilemiyorum. Eleştirel özelliği nedeniyle oynandığı her dönemde büyük ilgi görmüş bu oyun, dönemsel eleştiri ağırlıklı yönüyle ele alınamaz mıydı, karışmıyorum. Olayların tek bir konu etrafında ilerlediği oyunda, eski Osmanlı’nın gündelik yaşamı bir fon olarak kullanılacağına; gündelik ilişkileriyle, sosyal kurumlarıyla ve figürleriyle kurgu o sınırlar içerisinde boyutlandırılamaz mıydı, aldırmıyorum. Ne diyebilirim ki?! Engin Alkan böyle uygun görmüş, seyircinin hop oturup hop kalktığı bir reji yapmış. Ola ki gişesini de düşünmüş, neden ayıplayayım? Seyirciye, orkestra ve oyuncuların performansıyla müziğin dansla iç içe geçtiği görsel bir ziyafet hazırlamış. Engin Alkan’ın eleştiri konusunda fazla hassas ve kırılgan olduğunu bildiğimden, yönetimindeki “İstanbul Efendisi” ne kadar tiyatro ne kadar değil, tartışmak da istemiyorum. Konuya uygun özgün besteler kullansaydı, hiç değilse İstanbul türkülerinden bir buket yapsaydı da demiyorum. Yahudi bakkal Yuvan, neden “Siko horepse kukli mu” diye Rumca şarkı söyler, bilmek istemiyorum. Makyajın amacı oyuncunun karakterinin açığa vurulmasına yardım etmekse, “o ne mene makyajlar öyle” diye sormuyorum. Volkan Ayhan, Ferhat Ağa’yı neden efemine çiziyor diye merak etmiyorum. Bayan oyuncular köşkte geçen tabloda neden sakal takıyor, kafama takmıyor, “bana ne” deyip geçiyorum.
Gene de, sahne üzerinde ritim ve temponun tüm oyuncular tarafından gerçekleştirilmesini sağladığı için Engin Alkan’ı alkışlıyorum. Metin içinde ya da dışında akış hiç bozulmuyor, karşılıklı diyaloglarda tempo daima düzeyli kalıyor. Dilarâm ile Esma Hanım’ın fayton sefasındaki inceliği çok sevdiğimi açık yüreklilikle söylüyor, falaka tablosunda falakaya yatırma işleminin “Çile bülbülüm çile” eşliğinde ve vibrafonu andıran bir çalgıyla verilmesi buluşunu yürekten kutluyorum.
Başarılı dekor tasarımcısı Barış Dinçel’in çalışması bu kere pek eften püften kaçmış. Sahnenin genel atmosferi, seyirci ile oyuncu arasındaki bağı kuramıyor. Seyirci sahneyle bütünleşemiyor. Duygu Türkekul’un kostümleri genel anlamda iyi. Ama kostüm dekorun içinde eriyemiyor, dolayısıyla birbirini tamamlayarak yapılanamıyor. Murat İşçi, ışık tasarımını yaparken makyaj-ışık bağlantısını hiç dikkate almamış. Oyuncunun yüz hatlarının istenilen şekilde görünürlüğünü sağlayamamış. Makyaj-ışık dengesizliği hemen fark ediliyor. Genç koreograf Senem Oluz (oyunda ayrıca Raksan’ı oynuyor) dansı okumayı bilen, bedenin nasıl devindiğini gören, işiten, duyumsayan bir koreograf olarak dikkat çekiyor. Dansçılarına hareket içindeki ritmi duyumsamayı, üçboyutluluğu, anatomik olanaklarına ve çekim gücüyle olan ilişkisine karşı duyarlı olmayı, jestleri ve mimikleri tanımayı iyi belletmiş. Hüseyin Tuncel’in müzik düzenlemelerine kötü denilemez. Orkestra da iyi…
Oyunculuğa gelince: Sevinç Erbulak, coşkularını yönetme ve o coşkuyu izleyiciye okutma konusundaki becerisiyle beni gene kendisine hayran bırakıyor. Dilâram olarak da, içindeki sanatsal arzu ateşini koruyor, bu ateş karşılığında kendine denk düşen içsel özlemlerini açığa çıkarıyor. Kendisi de cariye olan, ama kıdeminden dolayı olsa gerek Afet’e yakın duran “Arap Bacı Kalfa” Feraset’te Özlem Türkad, özellikle büyü tablosundaki ardı ardına sıraladığı trüklerle “helal olsun”u gene hak ediyor. Sevil Akı, oyunculuğunu gerçekçilik üzerine kurarken, yapay birtakım fiziksel illüzyonları da ihmal etmiyor. Akı, oyununun komedi unsuruna olan etkisini bütünüyle fevkalade iyi planlamış, özel olarak kutlanmayı hak ediyor. Çağlar Çorumlu, fiziksel yapısının ögesi durumunda olan mimiklerini mükemmel kullanması, seslendirme olayındaki başarısıyla, yanıt atikliğiyle İrfan’ı yaratıyor. Fidan’da Çiğdem Gürel, üstbilinciyle bir çeşit etkileşim oluşturmayı bilmesiyle ilerisi için umut vaat ediyor. Derya Çetinel, duygularını sezgisel olarak oyunun temel hedefi boyunca sürüklüyor. Usta oyuncu Sezai Aydın, kendi yaratıcı doğasının gücünü bu kere de cömertçe sergiliyor. Zafer Kırşan, Volkan Ayhan, Hüseyin Tuncel, Arda Aydın, Emrah Özertem, Tuğrul Arsever, Cihan Kurtaran, Serkan Bacak, Murat Üzen, Selin Türkmen, Berna Adıgüzel, Senem Oluz, İrem Aslan diye sual ederseniz… Onlar, birer birer ve hep beraber olarak yönetmen ne istemişse o kadarını eksiksiz veriyor.
(5-9 Kasım tarihleri arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Kâğıthane Sadabad Sahnesi’nde – Telefon: 0212 321 73 95)
Anahtar Kelimeler: istanbul efendisi, istanbul şehir tiyatosu
0 Yorum