DÜNYAYI GÜZELLİK KURTARACAK ve KADINLAR: ÇAMAŞIRHANE.
Kirin, kanın, irinin, dünyanın bütün pisliğinin buluştuğu ve tertemiz olup yeniden dünyaya karıştığı Çamaşırhane.. Kadınlara özgü olduğu düşünülen bir mekan.. Koca bir dünyayı çitileyen, tokaçlayan, çivitleyen, kolalayan, yıkayan, parlatan, kurutan, ütüleyen kadınların birlikte sığınmak zorunda kaldıkları yerlerden biri. Ataerkil düzenin “kadın işi” olarak gördüğü çamaşırcılığı beraberce ifa ettikleri “mahrem” bir yer. Günümüzde yerini teknolojik aletler aracılığıyla yapılan bir mekana bıraksa da çamaşırhane, kadının yeryüzündeki durumunu göstermesi bakımından her zaman için önemli bir metafor.
Bu yazının konusu olan Çamaşırhane ise bir Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı.. Geçen sezonda da sahnelerde olan oyun, yeni sezonda yine karşımıza çıkarak, tiyatronun işlevini layıkıyla yerine getiren bir yapım olarak alkışı hak ediyor. Gerek iyi yazılmış metni, gerekse oyunun rejisindeki başarıya eşlik eden oyuncuların şevki ve metne inanmışlıkları sayesinde ortaya defalarca izleseniz de keyif ve ibret alabileceğiniz bir yapım çıkıyor. Oyunun yönetmeni ise Yunus Emre Bozdoğan. Oyunun kadrosunu oluşturan kadınlar ise şöyle: Ana (Gönül Orbey), Toinette (Elif Şeker Saka), Julienne (Meltem Keskin Bayur), Gervaise (Meliha Savaş), Louise (Başak Anat Özcan), Rosine (Gaye Filiz Alacacı), Judith (Süheyla Gürkan), Henriette (Özden Göküz), Emilie (Selma Bayraktargil), Gilberte (Kader İlhan), Mathilde (Nur Bulut/Betül Tirben), Rolande (İrem Ulusan) ve Yardımcı Kız (Tuğba Tazebaş) ve oyundaki tek erkek olan Gustave (Fuat Çiyiltepe). Oyunu izlerken, çamaşırhanede çalışan kadınları temsil eden oyuncu ekibi arasında sürekli olarak birlikte çalıştıklarını düşünebileceğiniz bir uyum yakalanmış. Oyuncuların kavrayış ve hissediş, buna mukabil rolle özdeşleşmeleri her birinde yüksek seviyede sağlanmış gözüküyor. Oyunun tek perde ve 90 dakika sürdüğünü belirtelim. Böyle bir oyun, iki perdeye ayrılacak olsa seyircinin oyunla kuracağı bağın sekteye uğraması ihtimali çok yüksek gibi görünüyor. O sebeple oyun 13 yaşından büyük seyircilere tavsiye edilmekte.
Oyunla ilgili olarak iki yazarlı bir metin olduğunu söyleyerek başlayalım. Dominique Durvin ve Helene Prevost tarafından 1986 yılında yazılmış. Dilimize ise Esen Çamurdan tarafından kazandırılmış. Oyun, 1914’te 1. Dünya Savaşı’nın ilan edildiği gün, günün erken saatlerinde başlayıp, akşama doğru biten bir saat aralığında sürüyor. Yer: Fransa. Çamaşırhanenin kapılarını çalmak üzere olan savaşın kabusu ile orada çalışan taşra kızlarının Paris rüyaları birbirine karışmış durumda. Oyun metni, henüz çocuk yaştaki kızlarla, değişik kuşaklara mensup kadınların hikayelerini kimi zaman “tirad” diyebileceğimiz düzeyde konuşmalarla birbirlerine anlattıkları, anlatırken çoğaldıkları, rahatladıkları ve kendilerini aktardıkları birer manifesto metni gibidir. Özellikle Rosine (Gaye Filiz Alacacı) karakterinin, henüz genç bir kız iken kadın simsarlarının eline düşüp Paris’in en zenginlerinin evlerindeki parkelerden bile daha değersiz sayıldığını anlattığı hikayesi insanın içine işleyip kalıyor.
Her iki yazarının da kadın olduklarından olsa gerek, kadınlığa özgü durumları ince ince tespit ettikleri, kimi zaman kaba saba, küfürlü ama nükteli bir dille de olsa bunları yansıttıkları bir metin yazdıkları görülüyor. Dışarıdan bakınca oyunun mesaj verme kaygısı yok gibi görünse de, metin kadınların konuşmaları sayesinde bir yandan kendileri hakkında bilgi verirken, diğer yandan da içinde yaşadıkları Fransız toplumuna ve onu da aşarak, bin yıllardır ataerkil düzen karşısında kadının durumuna işaret eden bir yelpazede açıldıkça açılıyor. Oyundaki tek erkek ise (Gustave: Fuat Çiyiltepe), oyunun sonunda felaket haberini kıstırılmış bu alanda umutsuzca hayatlarını idame ettirmek için çırpınan kadınlara getiren kişi olarak karşımıza çıkıyor. Kadınlar kendileri için önceden tasarlanmış olan hayatları yaşarken, üstüne bir de erkeklerinin gidip belki de hiçbir zaman geri dönmeyecekleri ölümcül bir savaş ilan edildiği noktada oyunun sona eriyor. Oyun boyunca tekrar edilen “Savaş çıkacak diyorlar” öngörüsü, oyunun sonunda gerçeklik kazanıyor.
Sahnede, seyirci olarak ilk gördüğümüz şey büyük sabun kalıplarına benzeyen ama aynı zamanda bin yıllardır sunak başında Ağlayan Kadınlar Lahdi’ni hatırlatan, beyaz mermerden büyük bir çamaşır yıkama teknesi. Ancak, bu tekne bize çamaşırhanede olduğumuzu çağrıştırmasına rağmen onu saran o yüksek, gri-mavi duvarlar hem bir hapishanede hem de bir katedralde ya da kilisede olabileceğimiz hissini verecek şekilde tasarlanmış. O devasa çamaşır teknesinin başında daha sonra İsa’nın son yemeğini hatırlatacak şekilde yerleşecek olan oyuncuları görüyoruz. Birileri kefaret ödeyecek belli ama kim/ler.. Kimin yerine ve neden? Ve savaş çıktığının ilanından sonra “son yemeğe katılan” her bir kadının İsa’nın Çilesine ortak olan Meryemler’e dönüştüğünü görebiliyoruz.
Böylece seyirci olarak geçmişten günümüze bir uzamda salınıp durmamız, yalın ama çok anlamlı göstergelerle sağlanmış oluyor.
Oyunun başladığını, su sesi ile yapılan işkenceleri anımsatan bir sesin karanlıkta bütün bir salonu doldurması ile anlıyoruz. Ancak, o keskin ve rahatsız edici su sesinin duyulduğu karanlık, bizi dramatik ve gergin bir sürece tanıklık etmek üzere hazırlıyor. Oyunda, arınma ve kirlenme teması, su göstergesi üzerinden süreklilik arz ediyor. Hatta ön sıralarda oturuyorsanız seyirci olarak sizin de payınıza sahneden sıçrayan sular düşüyor. Kimi zaman da kadınların kendi aralarında yaptıkları konuşmaların dışında geçen zamanları göstermek üzere su ve tokaç sesleri ise birer ara geçiş gibi kullanılıyor. Hırsla, kederle, bezgin ya da öfkeyle çamaşırlara tokaçlarını indiren kadınlar bize sözlerle anlatılabilecek olandan çok daha fazlasını anlatıyorlar. Antik Yunan kadın korolarını anımsatırcasına bir grup kadın sert, hüzünlü ve nizami hareketlerle sahneye çıkıp, oyunun sonuna kadar başında olacakları teknenin etrafına dağılıyorlar. Tekerlekli bir sandalyede oturmakta olan Ana’dan (Gönül Orbey) başlayarak hemen her yaşta kadının hatta kız çocuklarının oyunun kadrosunu oluşturduğunu görüyoruz. Binlerce yıldır kör bir noktada kaybolup gitmiş olan o alana, tiyatro sayesinde ışık tutulmuş, çamaşırhanenin makus talihine ay doğmuş oluyor. Böylece, sessizliğe mahkum edilen o yaslı koro kendisini ifade etmek için birkaç saat olsa da fırsat buluyor. Zengin ailelerinin evlerinden gelen sepet sepet çamaşır yıkanırken, büyük bir koronun parçasıymış gibi gözüken kadınlar, oyun ilerledikçe öznelliklerini ve özgünlüklerini ortaya koymaya başlıyorlar. O saate kadar kayda değer bulunmayan trajik hikayeleri giderek merak uyandırıyor. Kadınların kendi aralarındaki dalaşmalarına, kavgalarına, ağlamalarına, gülmelerine, kikirdemelerine, dedikodularına, sabun kokusu, su sesi, tokaç sesi, ütü buharı, kimi zaman da sahneye yansıtılan dev gölgeler eşlik ediyor. Oyundaki doğal seslerin yanı sıra kadınların ellerini göğüslerine koyarak yuğcular gibi ağladıkları, inledikleri sahneler oyunun atmosferinin sürekli tekinsiz ve gergin bir tonda kalmasını sağlıyor. Oyundaki neşeli, keyfekeder sahneler ise o tedirgin edici zamanın gelmesini sadece biraz öteleyebiliyor. Ancak, çoktan kurulmuş olan trajik saatin çalmasını engelleyemiyor.
Çamaşırhane’de farklı kişilik özelliklerine sahip, farklı yaşantılardan/geçmişlerden gelen, hayattan beklentileri birbirinden değişik bir grup kadının hikayesini dinliyoruz ve izliyoruz. Dinliyoruz, çünkü “öykü ve masal anlatıcılığı” da bu oyunda kullanılan tekniklerden. Özellikle oyunun sonunda Ana’dan dinlediğimiz “taş çorbası hikayesi” her yaştan insanı etkileyebilecek bir masal anlatma-dinleme sürecine dönüşüyor. Hikaye anlatıcılıklarının birinin diğerini takip ettiği bir izlekte, oyun kişilerinin yaşamlarından trajik kesitler kendileri ya da onları iyi tanıyanlar tarafından anlatılıyor. Araya giren kesintiler (su sesi, tokaç sesi, kimi zaman ninni, kimi zaman bir genç kızın şarkısı ya da ağıt formunda inlemeler) sebebi ile oyunda anlatılan konuların süreklilik gösterdiklerini ya da birbirilerini tamamladıklarını söylememiz güç. Ancak, her bir hikaye hem onu anlatanların hem de çamaşırhanedeki diğer kadınların kara yazgılarındaki ortaklığı gösteriyor. Bu yüzden her biri bağımsız birer hikaye gibi gözükmekle birlikte, hepsinin görünmeyen kötücül bir iradenin ya da sistemin kurbanları olduğu anlaşılıyor. Oyunun rengi, tadı tuzu diyebileceğimiz, Kamelyalı Kadın yansısı Gilberte (Kader İlhan) ile bütün bu olup bitene çomak sokmak isteyen tek kişi olan Saint Germenli, ateşli bir cumhuriyetçi olan Henriette (Özden Gököz) ile Rosine (Gaye Filiz Alacacı) arasındaki itişip kakışmalar da savaşın ilanı ile bir anda son buluyor. Enerjilerinin çoğunu birbirilerini yargılamak, suçlamak veya düzeltmek için harcayan kadınlar büyük saat çaldığında bütün önyargılarından arınıp birbirlerine destek olmak için harekete geçiyorlar. Ancak, iyi niyetli çabalarının boşa gittiğini ve her birinin boynu büyük bir şekilde çamaşırhaneyi terk etmek zorunda kaldıklarını görüyoruz. Yasak bir aşk yaşayıp hamile kalan gencecik kızın karnındaki doğmamış bebek de bir başka karabasan gibi çamaşırhanenin üzerine düşüyor. Çember, yazgının bu kadınlar karşısındaki sonsuz zaferi ile kapanıyor. Kulaklarımızda ise henüz 14-15 yaşlarındaki genç bir kızın gelecek güzel günleri hayal edip söylediği dupduru şarkısı kalıyor.
Çamaşırhane’nin yürek burkan kaderi ile başbaşa kaldığımız oyunun sonunda bir çözümsüzlük ve keder duygusu ile salondan ayrılacakken, Ana rolündeki Gönül Orbey’in kadınları dünyanın kirinden arındırmak için yaptığı inançlı çağrı ile çaresizlik yerini İSYAN duygusuna bırakıyor. Savaşa, yalana, dolana, talana, eşitsizliğe, adaletsizliğe, kadın düşmanlığına, sömürüye, hırsızlığa, çalınmış hayallere İSYAN. Yılgınlığa kapılmadan, dayanarak ve her türlü iblise direnerek. Velhasılı kelam, Çamaşırhane kısacık bir zaman diliminde bile izleyen herkesin bu kirlenmişliğe karşı yapabileceği bir şeyler olduğunu insana hatırlatan, sezonun en çok dikkat çeken yapımlarından biri.
Anahtar Kelimeler: çamaşırhane, ankara devlet tiyatrosu
0 Yorum