Tahsin Ertuğrul – İşlenmemiş bir mücevher sanki. Sahne için yaratılmış. İşlendiğinde gözler kamaştıracak. Başlar döndürecek. Ama kimselere ait olmayacak. Benim eserim sadece. (1) Deniz kıpırtsız, bulutlar yeryüzüne inmiş gibi.Baharın ilk günleri. ”İnsan denizin olmadığı yerde, umut adına martı olmalı” der ya, Nazım Hikmet. Oysa, denize akan yer altı suları gibi hüzün şimdilerde. Mevsim yorgunluğu mu, baharın isyancı tadı mı, bilemiyorum içimde çoğalıp duran. Lila rengi hüzünlere yenildiğimi ayrımsıyorum sadece. Konstantin Gavriloviç’in vurduğu martı kucağımda saatlerdir. Öyle kıpırtısız… Soğuk… Buz kesmiş.
Harold Mitchel ya da sadece ‘Mitch’ ışığı yakar.
Blanche- Bunu neden yaptın?
Mitch – Seni daha iyi ve net görebilmek için.
Blanche- Beni aşağılamak için yapmamışsındır, eminim.
Mitch – Hayır, sadece gerçekçi olmak için.
Blanche - Ben gerçekçilik istemiyorum. Ben sihir istiyorum! Evet, evet sihir! Ben onlara bunu vermek istiyorum, onlara bazı şeyleri olduğundan farklı gösteriyorum. Doğruyu söylemiyorum, doğru olması gerekeni söylüyorum. Eğer bu bir günahsa cezamı çekerim. Işığı yakma.
Mitch – Benim düşündüğümden daha yaşlı olman umurumda değil. Ama geri kalan…Tanrım! İdeallerinin çok eski moda olduğu hakkında yaptığın konuşmalar ve bütün yaz boyunca dağıttığın saçmalıklar. Artık on altı yaşında olmadığını biliyordum. Ancak senin namuslu biri olduğuna inanacak kadar saftım. (2)
Hakkı Behiç, Tahsin Ertuğrul, Agazzi, Hakkı, tıpkı Mitch gibi, Aziz Sarvan’ın büyük bir başarıyla yorumladığı, hayatıma anlam katmış, şu ya da bu nedenle beni derinden etkilemiş piyes kahramanlarıydı. Meselâ o Bizans elçisini hatırlıyorum şimdi. Çalışkur Apatmanı’nın Yöneticisi Emekli Paşa’yı. Hayır, “Sevgili Doktor”, “ Size Öyle Geliyorsa Öyledir”, “Bozuk Düzen”, “Dinmeyen Alkışlar”,” Para”, “Çin Kahvesi”nde sergilediği doruktaki oyunculuklarla Aziz Sarvan’dan bahsetmeliyim öncelikle.Her defasında rolüne yeni hayatlar biçen oyunculuk tarzı, bana hep bazı oyuncuların, hayatlarımıza iz bırakmak için sahnede oldukları gerçeğini düşündürmüştür nedense.Ele aldığı karakterin ruh çözümlemesini, duygusal sarsıntılarına varıncaya kadar büyük bir özenle ele alışıyla da başlıbaşına bir olgudur Aziz Sarvan.Örneğin “ Bozuk Düzen”, “Çin Kahvesi”, “Dinmeyen Alkışlar” , ”Sevgili Doktor”, “Hasır Şapka”, “ Kuş Operasyonu”, “Hakimiyet-i Milliye Aşevi”ndeki yalın, sahici, ve bir o kadar da şiirsel, sağduyulu yorumunu, üstün sahne hakimiyetiyle seyirciyi allak bullak edişini hatırlıyorum, şimdi.
”Bozuk Düzen” de, hayatında hemen her şeyin kırılıp döküldüğü Hakkı karakteriyle, adeta sınırsız bir hüzünle sıvanmış düşlemin okyanusuna taşımıştı bizleri. Zaman ötesi bir aktördü, hiç kuşkusuz. Çünkü her rol aldığı piyeste geniş bir perspektiften hayatı, insanı, en çapraşık hisleri, dünyayı anlatıyordu bizlere. Çizgisini, sanat anlayışını koruyarak. İzleyicisini duyarlıkla bilemeyi başarmıştı. Zamanlama ve dinamizm mükemmeliyetinin yanı sıra, tekstin iletisini en doğru ve estetik bir yorumla yansılama gücü, sahnede oluşturduğu duygu kodlarının kolay okunabilirliği, beden diliyle de seyircinin nabzını bir an olsun elinden bırakmayan aktörlerdendi Aziz Sarvan. Ortalamalar, vasat bir oyunculuk, sıradanlığa gönül indirme yoktu defterinde. Ustalığını konuşturmayı biliyor, rolünü aşıyordu her oyunda. Hakkı - Ne yapsam bir anlamı yokmuş gibi geliyor. Bütün gün ağlayabilmeye çalıştım. Onu bile beceremedim. Ne tuhaf, ben ağlamasını bilmiyorum galiba. Evimiz yıkıldığı gün de ağlayamamıştım. Seni hastaneye götürdükleri gün de. Babam öldüğü zaman da ağlayamadım. Bu sefer ağlayacağımı sanıyordum. Boğazım düğümlendi, içimde bir şeyler yanar gibi oldu. Yine de gözümden bir damla yaş gelmedi. (3)
“Ayışığında Şamata”, “Dönüşüm”, “Tiyatrodan Çıkış”, “ Bizans Düştü”, “Cengiz Han’ın Bisikleti”, “Metro Canavarı”, “Hürrem Sultan”, “Kuyruklu Yıldız Altında”, “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”, ”Çalıkuşu”, “İstanbul’un Gözleri Mahmur”, “İnsan Bahçesi”, “Öyle Bir Sevgi Ki”, “Evliya Çelebi” ve bütün o oyunlar... Yönettiği “Tartuffe”, “Karma Karışık”, “Ah Şu Gençler”, “Hadi Öldürsene Canikom”, ”Carrar Ana’nın Silahı”, ”Martı”, “Zenciler” de sanat hayatında önemli dönüm noktaları olmuştu. Arada televizyon dizileri... Evet, hep çok sevdi tiyatroyu. Tutkuyla sevdi. Hani nasıl derler, ölesiye sevdi. Keşke, demedi hiç. Pişman olmadı. Rolüyle hayatı tahterevalliye bindirmesini bildi.
Recep Bilginer’in 1987’de yazdığı satırlar, izlediğim, dinlediğim Aziz Sarvan’ın tiyatro anlayışıyla denk düşüyor, bana göre : “ Biraz sonra perde açılacak. Çevrenizdeki insanların benzeri, ama kişilikleri onlardan daha belirgin insanlar göreceksiniz sahnede. Bu insanların yaşadıkları olaylar dizisi, sizleri oturduğunuz koltuklardan alıp, başka bir dünyaya götürecek. Büyüleyici, duygu ve düşüncelerin çok yoğun yaşandığı bir dünyaya. İşte bu tiyatrodur." Aziz Sarvan Şehir Tiyatrosu Üsküdar Sahnesi’nde Dede Korkut Hikayeleri’nden derlenmiş çocuk oyununu izlediğinde, ilkokulda öğrencisiymiş. Nedeni, niçini yok çok etkilenmiş o oyundan. Artık her Çarşamba çocuk oyunlarını seyretmeye başlamış. Şuan bile tarifinde zorlandığı bir heyecanla üstelik. On dört yaşındayken, Ayşegül Devrim ve Toron Karacaoğlu’ndan “Sokrates’in Savunması”nı izlediğinde kararını vermiş aslında: ”Şehir Tiyatrosu oyuncusu olacağım. Toron Karacaoğlu ile bu sahneyi paylaşacağım.” Askerlik görevi esnasında yazdığı iki oyunu hem yönetmiş, hem de oynamış. Askerlik sonrası yarı amatör, yarı profesyonel çeşitli tiyatrolarda çalışmış Aziz Sarvan. Arkadaşlarıyla, Üsküdar Genç Oyuncular Topluluğu’nu kurmuş bu arada. Fransız Kültür Merkezi’nde tek kişilik oyunlar yapmış. Ama hep ve ille de Şehir Tiyatrosu varmış aklında. Sonunda Şehir Tiyatrosu’na başvurmuş. Oyuncu adaylarıyla yapılan ön görüşmeye Ali Taygun girmiş. “Tanıtım dosyamı sundum, yaptıklarımdan bahsettim. Ali Hoca, beni sessizce dinledikten sonra, ‘’Biz oyuncu adayı arıyoruz. Sen zaten oyuncusun. Yevmiyeli olarak çalışmaya var mısın?’ diye sordu. Hiç düşünmeden, ‘Elbette’, diye yanıtladım. ’Zaten beni kapıdan kovsanız, bacadan, pencereden girecek ve bu tiyatroda oynayacağım’ diye de ekledim. Ali Hoca bir an yüzüme bakıp ‘ Sen manyaksın oğlum,’ dedi. Ertesi sabah Ali Taygun’un telefonuyla, doğruca tiyatroya gittim. Engin Gürmen’in sahneye koyacağı “ Öyle Bir Sevgi Ki “ adlı oyunda Funda Postacı, Defne Halman, Can Doğan ile sahne alacağımı öğrendim. Yaşadığım mutluluğu, heyecanı tarif edemem size. Ayaklarım yerden kesilmişti sanki. Resmen uçuyordum. Bir sonraki gün provalara başlayacaktık. Binadan tam ayrılmıştım ki, Ali Taygun arkamdan seslendi: ‘Yarın bıyıklarını mutlaka kes provaya gelirken. Gencay Hanım bıyıktan hoşlanmıyor çünkü!”
1992’de yevmiyeli olarak İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu’na giren Aziz Sarvan 1993 yılında kadrolu olur. “İstanbul’un Gözleri Mahmur”, “Çalıkuşu”, “Metro Canavarı”, “Kuyruklu Yıldız Altında” oyunlarında rol almaya başlar peş peşe. Bazen sezonda beş farklı oyunda bulur kendini. Hele Pazar günleri. Önce çocuk oyunu, sonrasında matine ve suare. “ Pek çok oyunda rol almak, ustalarla çalışmak bir eğitimdi benim için. Kendimi aşmak için çabalıyordum. Bir gün, hiç unutmam Tomris İncer oyun sonrası kulise gelip,’ Aziz, gittikçe daha da ustalık kazanıyorsun,’ demişti. Hiç unutmam o anı....” “Büyüklerimizin sözleri bizim için çok değerliydi. Şimdi tiyatroya ‘biz zaten olduk’ havasında gelen’ kimi genç oyuncular var ne yazık ki. Hatta, üzülerek söylemeliyim, bazıları sezon oyunlarından bile habersiz, izlememişler. Oysa, oyun izleyerek, oyuncuları gözlemleyerek yetiştirirsiniz kendinizi bu meslekte.” “Disiplinli bir oyuncu olmaya çalıştım hep. Oyunculuk disiplini çok önemlidir benim için ve bu konuda asla ödün vermem. Yöneticilik yaptığım dönemde de, ders verdiğim okullarda da, Darülbedayi’nin her alanında da oyunculuk disiplinini çok önemsedim ve önemsemeye devam ediyorum.”
” Oyuncu canlandırdığı karakterin sonunu, yaşayacaklarını bilmiyormuş gibi oynamalı sahnede… Yoksa beklenen, varolması gereken o illüzyonu yaratamaz.”
“Kerem Yılmazer ile 1996 yılından, vefat ettiği 20 Kasım 2003 tarihine kadar hep birlikte oynadık. İlk oyunumuz ‘Kuyruklu Yıldız Altında’ydı. Sonrasında, ’Hürrem Sultan’, ’Kuş Operasyonu’, ‘Hâkimiyet-i Milliye Aşevi’, ’Bizans Düştü’ oyunlarında beraber çalıştık. Onu kaybettiğimizde, o sezon beraber oynadığımız oyuna devam etmek zorundaydık. Repliği geldiğinde ve oyun sonunda banttan sesi verildiğinde, ağlamamak için mücadele veriyorduk kendimizle. Tanıdığım en mükemmel insanlardan biriydi Kerem Yılmazer. Gerçek bir İstanbul beyefendisiydi.”
“Suna Pekuysal ile ‘Hasır Şapka’da beraber oynadık. Kelimenin tam anlamıyla bir hocaydı. İtiraf edeyim ki, kendisinden çok şey öğrendim. Evet, arada sevimli huysuzlukları vardı belki, ama dediğim gibi gerçek bir öğretmendi. Herkesin tonlamasına varıncaya kadar dikkat eder, gerektiğinde uyarır, en ince detayları bile açıklar, öğretirdi bize. Örneğin, Suna Abla’dan seyirciyi koklamayı öğrendim. Evet, seyirciyi koklamayı! Suna Pekuysal sahnede seyirciyi hisseder, seyircinin nabzını tutardı adeta. Es’lerini seyirciye göre verir, seyircinin tepkisine göre sesini yükseltir ya da alçaltır, zamanlamasını seyirciye göre ayarlar ve oyun boyunca her an seyirciyle bütünleşirdi. Onu seyrederken bile çok şey öğrendik biz.”
“Oyunculuk geçmişimde, ‘Dinmeyen Alkışlar, Cahide Sonku’ oyunu da benim için çok özeldir. Muhsin Hoca’yı sahnede canlandırmak çok zor ve heyecan vericiydi kuşkusuz. Hoca’nın ses tonunu ve devinimlerini, mimiklerini yakalamaya özen gösterdim. Ersan Uysal oyunu izledikten sonra, ‘Seni kim çalıştırdı?’ diye sordu. ‘Ağabey, kimse çalıştırmadı, ben duyduğumu, gördüğümü ve okuduklarımı birleştirmeye çabaladım sadece” dedim. Ersan Ağabey beğenmişti oyunumu.”
“Üsküdar’da bir matbaa firmasında çalışırken, Muhsin Hoca ile tanışma şansına erişmiştim. Sanırım 1974 yılıydı. Sabah saatleriydi, kartvizit bastırtmak istiyordu. İlk anda tanıyamamıştım kendisini. Örnek bir kartvizit uzattı. Aldım bir de baktım ki, ‘Ertuğrul Muhsin’ yazıyor kartta. Heyecandan elim ayağıma dolandı o an. ’Yarın sabah hazır olacak kartınız, efendim’ dedim titreyerek. Ertesi gün geldiğinde kartvizitlerini teslim ettim ve elini öptüm. Tiyatroyu çok sevdiğimi ve bütün oyunlara gittiğimi söyleyince ilgilendi benimle, ayaküstü biraz sohbet ettik. Nasıl desem, sanki o gün el verdi, yeni bir hayat biçti bana. Yolumu gösterdi.”
“Doğru, ‘Sevgili Doktor’, Şehir Tiyatroları’ndaki ilk Çehov oyunumdur. General, polis ve banka müdürünü canlandırıyordum o oyunda. Banka müdürü olarak farklı bir ses kullandım. Zor bir oyundu aslında, çünkü kısa zaman içinde çok farklı karakterlere girmek durumundaydım.”
“Sonra ‘Para’ geldi. Sahnede on bir oyuncuyduk ama ben tek başıma neredeyse seksen sayfa konuşuyordum. Tekst çok durağandı. Ve inanın, onca konuşmayı izleyiciye nasıl dinlettim, hala bilemiyorum.”
“Türkiye’de Jean Genet’in ‘Zenciler’ini ilk kez ben sahneye koydum. Nami Başer’in çevirisiyle sahneledim o oyunu. Bilirsiniz, Jean Genet anlaşılması, kavranması zor bir yazar ve ‘Zenciler’ oyunu da uzun ve en zor oyunlarından biridir aslında. Galatasaray Üniversitesi öğrencileri ile gerçekleştirmiştik‘ Zenciler’i. Keyifli bir çalışma olmuştu.”
“Ayrıca farklı tiyatro topluluklarında yönetmen olarak çalıştım. Örneğin,1993-94 yıllarında, İstanbul Tiyatrosu’nda Aziz Nesin’in ‘Biraz Gelir Misiniz?’ oyununu yönettim. Çok ilgi görmüştü bu oyun. Aziz Nesin, izlemeye gelmeden önce bir mektup yazmıştı bana. Hala saklıyorum o mektubu. Mektupta bana: ‘Bu oyunda bir hata yapmışım yazarken, ama size söylemeyeceğim. Bakalım bulabilecek misiniz?’ diye yazmıştı. Doğrusu ya, benim de tekstte kuşkulandığım bir replik vardı oyunu koyarken. O repliği değiştirmiştim. Oyunu izledikten sonra, yanına gidip ‘Hatayı bulmuş muyum hocam?’ diye sordum. Aziz Nesin ‘Bulmuşsun evlat, aferin’ dedi bana.”
Provalar…Oyunlar…Yeni projeler…Hep tiyatroyla geçen bütün o yıllar…
Tahsin Ertuğrul - Anlıyorum. Bakın kızım, şayet yükselmek istiyorsanız mahallenizi aşmalısınız. Tabii kendinizi de. Alınmayın sakın, mahallevari tavırlardan da vazgeçmeniz gerekiyor, tamamıyla. Ses tonu düzelecek. Duruş da düzelecek. Karın içerde, omuzlar dik. Yüksekten bakılacak etrafa. Halkın arasına fazla karışılmayacak. En önemlisi, mahalle arkadaşlarından uzaklaşılacak. Hem de çok çabuk. Sizi yere bağlayan ipleri koparıp atın ki, rahatça yükselesiniz. Kimse tutamasın, kimse erişemesin size. Ne demek istediğimi anlatabildim mi? (4)
Aziz Sarvan “Sokrates’in Savunması”nı izlerken, kararını vermişti aslında. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrosu Oyuncusu olacaktı. Ve Toron Karacaoğlu ile aynı sahneyi paylaşacaktı. Her iki dileğini de gerçekleştirdi. Sayısız başarıya imza attı. Her oyunda, sil baştan, yeni bir dünya yarattı…
Aziz Sarvan, çok küçük yaşta tiyatroya tutkuyla bağlanan ve aklını, yüreğini, bedenini bu tutkuya adamış, sanatını idealist bir kavrayışla icra eden başarılı bir tiyatrocu. Önüne koyduğu hedefleri tek tek gerçekleştirerek tiyatromuzda kendisine istisnai bir yer edinmeyi başaran Sarvan, oyunculuk geçmişinden bahsederken hâlâ heyecanlı ve altına imza attığı her başarının gözlerine yansıyan ışıltısı, O’nun mesleğine olan aşkını ifade ediyor. Sarvan, herşeyden evvel bir Darülbedayi’li ve tiyatrosunun hayatındaki yerini şöyle özetliyor:“Ben Darülbedayi’ye çok şey borçluyum. Beni bu noktaya getiren benim tiyatromdur.” O, aynı zamanda Darülbedayi’nin “alaylı” geleneğinin son temsilcilerinden biri: “Ben bir alaylıyım. Darülbedayi bizim yuvamızdır. Ancak, zaman değiştirdi çok şeyi. Giderek mekânlar farklılaştı ve kurum kültürü ortadan kalmaya başladı. Biz eskiden haftanın üç günü Harbiye’ye gider, çay içer muhabbet ederdik arkadaşlarımızla. Meselâ, Üsküdar sahnemize gider, gişedeki Nevin Abla ile, idareci Rafet Ağabey ile sohbet ederdik. Fiziksel koşullar çok değişti ve artık bu iletişim hali kayboldu. Daha önemlisi, insan yapısı çok değişti. Konservatuar mezunu genç arkadaşların çoğu kibirli bir hava ile geliyorlar ve insani ilişkileri bizimkinden çok farklı. Saygı ve sevgiye dayalı eski ilişkiler pek yok artık ve bunlar kulis adabını da kurum kültürünü de etkiliyor çok ciddi biçimde. Eskiden, kuliste ayaklarını sehpaya uzatarak oturan gençler yoktu büyüklerinin karşısında meselâ. Tabii, gençlerimizin içinde gerçekten çok saygılı, sevgi dolu ve samimi arkadaşlarımız da var elbette. Hâla bazılarıyla usta çırak ilişkisini kurabiliyoruz ve bu çok değerli çünkü tiyatromuzun alaylı geleneği ile tarihi bir ayrıcalıktır.” Gerçekten de Darülbedayi, tiyatrocuları için sadece mesleklerini icra ettikleri bir kurum değil, kendine özgü kültürü ve bu kültüre içkin gelenekleri ile bir yuva olagelmiştir. Bir asrı geride bırakmış, tiyatromuzun en eski ve en köklü yapısı olan Darülbedayi öncülerinin bu dev çınarı var etmek ve yaşatmak için her türlü zorluğa karşı direnen güçlü iradeleri, idealist duruşları, birikimleri, deneyimleri ve tiyatro coşkuları Sarvan’ın devraldığı en önemli miraslar. Alaylı kimliği, Darülbedayi’nin sadece oyunculuk anlayışını, eğitim sistemini değil; kurumsal kimliğini, disiplinini, işleyişini ve kültürel yapısını belirleyen ve Sarvan’ın altını çizdiği gibi, Darülbedayi’nin her alanında etkili olan bir olgu. Bugün bu geleneğin sönmeye yüz tutması tiyatro kültürümüzde bir önemli bir gedik açılmasına yol açarken, konservatuar eğitimini de sorgulanmasına neden oluyor. “Bugün ülkemizde 40 civarında konservatuar bulunuyor ve farklı ekollerde eğitim veriyorlar ancak çoğunlukla bir eğitim felsefelerinin olmayışı en önemli eksiklikleri olarak göze çarpıyor. Aynı zamanda birçok konservatuar Batılı anlamda konservatuar geleneğini de oluşturamadığı gibi, geleneksel tiyatromuzun zenginliği ve geleneksel eğitim anlayışımız olan meşkin (usta-çırak) usulünün de sonunu getiriyor. Sanat eğitimi; yaygın kullanımıyla temelde bir biçimleme, bilgi ve beceri kazandırma sürecidir ve hemen hemen bütün sanat dallarında bir usta-çırak ilişkisi söz konusudur. Bu süreç; belli bir sanat dalına ilgi duyan, bu alanda bir şeyler üretmek isteyen genç sanatçı adayının kendi alanında verimleriyle "usta" kabul edilen olgun bir sanatçının yanında, onun meslek yaşantısını paylaşması, onun biçimlemede uyguladığı yöntemleri gözlemlemesi, sorularına alabildiği ya da bulabildiği yanıtlarla mesleğin sırlarını öğrenmeye çalışmasıdır. Geleneksel eğitim anlayışımız olan usta-çırak ilişkisi özellikle tiyatroda önemli bir yere sahip olmuştur.” (5) Öte yandan, yine Sarvan’ın mekânsal değişim sonucu artık mümkün olamadığını söylediği ilişkilenme hali ve sohbetler de bu geleneğin en önemli veçhelerindendir. “Usta–çırak ilişkisini besleyen unsurlardan biri, toplumun her alanında organik bir şekilde gelişen sohbet geleneğidir. Tiyatro adabı ve tiyatroculuk mesleğinin her alanı ile ilgili bilgilenmeyi usta ya da tecrübe sahibi kişilerle yapılan sohbetler sonucu pekiştirmek mümkün olacaktır.” (6)
Sarvan, ödenekli tiyatro oyuncusu olmasının yanı sıra, kurum dışında da oyunlar yöneten, alternatif sahnelere aşina bir isim. Alternatif sahneler konusundaki gözlemleri temkinli bir iyimserlik taşıyor: “Bugün irili ufaklı çok sayıda tiyatro olması, önemli ve değerli bir durum tiyatromuz için. Alternatif tiyatroların varlığını çok önemsiyorum bu anlamda. Son yıllarda sayıları giderek artıyor; çoğu konservatuar mezunu ve kimileri gerçekten iyi oyunculardan oluşuyor. Ama sanki büyük bir pazar varmış gibi, herkesin herşeyi yapmaya çalıştığı, bir curcuna ortamı oluştu son birkaç yıldır. Kadıköy’de her sokakta iki tiyatro var neredeyse. Ama geniş kitlelere ulaşamıyorlar ve seyircileri daha çok yine tiyatro çevresinden insanlar bu tiyatroların. Körlerle sağırlar, birbirini ağarlar gibi bir durum oluşuyor ne yazık ki. Bu durumu aşmak için iyi oyun seçimi yapmak, iyi tekstler bulabilmek hayati önem taşıyor. Doğru bir metni, doğru reji ve doğru oyunculuklarla buluşturmak alternatif sahnelerin başarısını ve geleceğini belirleyecektir.” Tiyatronun gerçekte insan için, yani seyirci için var olan ve seyirci tarafından desteklenip beslenmedikçe yaşayamayacak bir sanat olduğuna vurgu yapıyor Sarvan: “Örneğin, kurum tiyatroları seyirci yetiştiren yapılardır aynı zamanda. Şehir Tiyatroları ve devlet tiyatroları olmasa bu kadar özel ve alternatif tiyatro da olamazdı. Alternatif tiyatrolar zaten oyuncularına bir şey kazandırmıyor maddi olarak. Kendi pratiğimden biliyorum bunu. Televizyon dizilerinden kazandığımız para olmasa kurum dışında tiyatro yapamam. Maddi olanaksızlıklarla boğuşan alternatif sahneler için de seyirciyi çekmenin farklı yöntemleri var. Örneğin, bugün en çok tutan oyunlar dizilerden tanınmış yüzlerin oynadığı oyunlar. Bizim küçüklüğümüzde bir oyunda izlediğimiz oyuncuları Radyo Tiyatrosu’ndan tanırdık, bugün ise dizilerden tanıyor seyirciler. Televizyonda gördükleri yüzleri sahnede görmeye geliyorlar ve bu önemli bir maddi katkı sunuyor tiyatrolara.” Esas olarak piyasa ekonomisinin rasyonel zemininin toplumda yerleştirilmesi olarak görülebilecek bu toplumsal değişim, her alanda olduğu gibi sanat alanında da kendisini dayatıyor. Sarvan bu gerçekliği işaret ederken, niteliği asla ikinci plana itmiyor. Bilakis, metinde ve sahnelemede niteliğin, nicelik üzerinde belirleyici etkisinin önemini ısrarla vurguluyor.
Öte yandan, sanatın niteliğine darbe vuran “sansür ve otosansür” girişimlerini ağır bir dille eleştiriyor Aziz Sarvan: “Sansür sanatta kabul edilemez çünkü sanat sadece özgür bir ortamda var olabilir. Aynı şekilde, otosansür de sanatı çok ciddi biçimde yaralayan bir olgu. Meselâ, Devlet Tiyatroları de tamamen yerli oyunlardan oluşan bir repertuarla açtı bu sezonu. Doğrudan bir baskı olmasa da, ülkenin genel atmosferi itibarıyla çok ciddi bir otosansür var bugün. Rejisörler de oyuncular da bir otokontrolle hareket ediyorlar. Otosansür sadece içeriği değil, estetiği de öldüren bir durum.” Albert Camus, şu sözleriyle teyit ediyor Sarvan’ı: “Sanatın tek amacı, hatta yaşamanın tek amacı, dünya yüzündeki her insanda bulunan sorumluluk ve özgürlük duygularının birleşimini artırmak olabilir. Sanat, hiçbir koşul altında, geçici bir süreliğine de olsa, o özgürlüğü azaltamaz veya bastıramaz.” (7) Günümüzde, sanatsal ifade özgürlüğüne yönelik müdahaleler devlet veya devlet-dışı aktörlerden kaynaklanabiliyor. Aynı aktörlerden kaynaklı müdahalelerin yol açtığı önemli bir olgu olan “otosansür” uygulaması, herhangi bir yaptırımla veya baskı ile karşılaşmak istemeyen sanatçıların kendi çalışmalarını özgürce ortaya koyamamasına ve kendilerine dayatılan sınırlar içerisinde kalarak çalışma yürütmeye zorlanmasına neden oluyor. Neo-liberalizmin tüm dünyada hakimiyetini ilân ettiği günümüzde, sistem hâlâ sanatta sansür ve otosansür uygulamalarıyla sanatçıları baskı altında tutmaya devam ederken, bu süreçten en çok etkilenen sanat kurumları oluyor. Ve bu durum, Sarvan’ın belirttiği gibi, sanatın hem içeriğini hem de estetiğini yok ederek sanatı sanat olmaktan ve hayatla özgürce buluşmaktan alıkoyuyor.
Aziz Sarvan, felsefe ile sanat arasındaki tarihsel diyalektiğin önemine inanan ve felsefeye çok değer veren bir sanatçı. Sanatı sadece “biçemden” ibaret gören ve tiyatroyu “eğlenceye” indirgeyen popülist algıya isyan ediyor: “Tiyatro, herşeyden önce sözüyle değerlidir. Reji yaparken tekst seçiminde evvela ilginç ve yeni olan metinleri tercih ediyorum. Ama en çok, metnin bir felsefi yanı olmasını istiyorum. Meselâ, Genet’in her repliği ayrı bir metin gibidir. Bugün bizde, belki de eğitim sisteminden kaynaklı olarak felsefi düşünme hali yok. Oysa, tiyatro metninin bir derdi olmalı, söyleyecek bir sözü olmalı her oyunun. Seyircide bir etki yaratmalı tiyatro. Tiyatroda değil sadece, müzikte, resimde, sanatın her dalında felsefe olmalı. İyi bir şair olmak için de iyi felsefe biliyor olmak lazım. Daha da ötesinde, insanların yaşamlarında felsefe olmalı. Antik Yunan’da felsefe boş yere yaşamın temeli olmamıştır.” Nitekim, “Antik Yunan'da politik düşünceyi felsefeden soyutlamak nasıl olası değilse, felsefe ile yakın bir kan bağı bulunan tiyatro sanatını da ayrı düşünmek olası değildir. Kabile toplumundan polis (kent-devlet) düzenine geçilmesinin ardından ortaya çıkan değişimler; örneğin, tanrılarla insanlar arası ilişkilerin dönüşümü, insan yapısı yasalarla tanışan yurttaşın yeni politik kurumlar karşısındaki konumu, kadınların toplumsal süne ilişkin değişiklikler, mitosların yeniden yorumlanması gibi konuları ele alan tragedyaların ortaya koyduğu çözümsüzlükler, beraberinde felsefenin doğuşunu getirmiştir. Platon ile başlayan ‘sistemli felsefe’, tragedyalar üzerinden tarih sahnesine inmiş ve zaman içinde tiyatronun her biçimiyle bütünleşmiştir.” (8) Sarvan’ın belirttiği gibi, felsefe tarihi boyunca, yaşamın temeline ve varlığın özüne dair sorunsallaştırmalarıyla, sanatın içeriği ve dokusuyla iç içe geçerek özdeşleşir. Sanat felsefecisi Ziss bu tarihselliği şöyle özetler: “Sanat yapıtları, felsefi temalara öyle doğrudan doğruya girmese de, özünde felsefi olmayan, belli bir felsefi anlam taşımayan ve belli bir toplumsal ideali dile getirmeyen tek bir sanat yapıtı yoktur. Felsefi yan, yapıtın dışında, sonradan eklenme değildir. Sanat, kendi özü gereğince, felsefidir. Çünkü oldum olası yaşamın anlamından söz eder, varoluşun temelini kavramakta insana yardımcı olur ve onun dünya görüşünü etkiler. Bir yapıtın felsefi derinliği büyük bir kesimiyle yaratıcısının dünyayı algılayışına bağlıdır. Sanatçının toplumsal, felsefi ve estetik görüşleri ne denli ilerici olursa, bizim de ondan büyük değerde ve felsefi kapsamlı sanatsal bireşimler beklemeye o denli hakkımız olur. Sanat, insanların ideallerine belli bir doğrultu kazandırdığı için bir dönemin felsefesinin yerini de tutabilir. Felsefi sistemler etkilerini çoğunlukla doğrudan bir yolla değil de sanat aracılığıyla gösterdikleri sürece bu olgu önemini koruyacaktır. Felsefi okulların fikirleri, sanat eserlerinde filizlenip boy verdiklerinde daha ömürlü olurlar. Politika, ahlâk, felsefe ve sanat, aralarındaki biçimsel ayrımlara karşın, bir ve aynı gerçekliğin farklı görüngülerini ve yanlarını kavrarlar. Bilim ve felsefe ile beslenen bir estetik bilgi olarak sanat, tarih boyunca toplumsal bilincin bu biçimleriyle karşılıklı etkileşim içinde olmuştur.” (9) Felsefeyi sanatının ve yaşamının vazgeçilmez bir unsuru olarak düşünen Aziz Sarvan, genç nesillere sanatta ve tiyatroda düşünselliğin önemini aktarmayı tarihsel bir görev olarak görüyor: “Oyunculuk çalıştırdığım öğrencilerime ilk sözüm şudur: Kimse kimseye bir şey öğretemez. Ben size öğrenmenin yollarını göstermeye çalışmak için buradayım. Gerçekte ustalık budur bence. Bir oyuncu çok okumaz, çok oyun izlemezse, yani aklını beslemez, ruhunu yoksun bırakırsa iyi bir oyuncu olamaz. Diksiyonu mükemmel olabilir, bedeni harika olabilir bir oyuncunun; ama iyi bir tiyatrocu olabilmek için aklını ve ruhunu da beslemelidir. Hayatında hiç şiir okumamış, felsefe bilmeyen bir insan oyunculuk yapamaz! Tiyatrocu felsefeye de, şiire de, politikaya da ilgi duymalıdır. Bugün bizim ülkemizde felsefeden fersah fersah uzaklaşıldı maalesef. Liselerde okutulan felsefe dersleri bile kaldırıldı, felsefi yayınlar yok denecek kadar azaldı. Cehalet, kara bir delik gibi yutuyor toplum, özellikle de gençliği. Televizyonda izlediği bazı zırvalıklara hayran olup ‘tiyatroya aşığım’ gibi saçma cümleler kurabilen gençler var bugün. Muhsin Ertuğrul için, ‘tiyatrosu var galiba onun ama nerede olduğunu bilmiyorum’ yanıtı veren ya da Kenan Evren’in bir yarışma programının sunucusu olduğunu düşünen bir konservatuar öğrencisinin tiyatro sahnesinde işi yoktur bence.” Sarvan, hem ülke genelinde salgın bir hastalık gibi hızla yayılan cehalet hem de bu cehaletin sanat dünyasına yansımaları ile ilgili tespitleriyle, maalesef gelecek için karanlık ancak son derece gerçekçi bir tablo çiziyor. O’nun tiyatro ile düşünsellik arasında kurduğu diyalektiği Zehra İpşiroğlu şöyle teyit ediyor: “Türkiye’de, tiyatroda düşünme ile yaratıcılığın çok sıkı bir bağlantısı olduğu genellikle gözardı edilir. Oysa düşünebilme yetisinin gelişebilmiş olması yaratıcılığın ilk adımıdır. Kuşkusuz bu, iyi düşünebilen herkesin yaratıcı olabileceği anlamına gelmez. Çünkü yaratıcılık aklın ötesinde bazı yetiler gerektirir. Ancak, düşünme yaratıcılığa değilse bile, yaratıcılık düşünmeye bağlıdır; başka bir deyişle, düşünmesini bilmeyen, yaptığının hesabını veremeyen sanatçı olamaz. Bizde birçok genç yeteneğin kısa süre kendini yinelemeye başlaması, gelişememesi, düşünebilme yetisinin gelişmemiş olmasına bağlıdır. Bu bakımdan eleştiri ve tiyatro, kuram ve uygulama birbirinden ayrılamaz bir bütünü oluştururlar ve “tiyatroda düşünsellik” çok belirleyici bir olgudur.” (10)
İçinden geçtiğimiz tarihsel koşulların sanata ve tiyatroya dair hazırladığı tüm olumsuzluklara rağmen, Sarvan umudunu ve direncini koruyor. Ancak koşulsuz bir retorik ya da içi boş bir sloganı kutsayarak yücelten ajitatif bir dille değil; gerçekçi ve akılcı bir söylemle: “Tiyatro elbette yok olmayacak ve hep yaşayacak! Bunu kimse engelleyemez. Ama önemli olan nasıl yaşayacağı tiyatronun? Gerçekten sözü olan, içeriği güçlü, felsefi kaygıları olan bir tiyatro mu olacak yoksa içi boşaltılmış bir tiyatro mu? Sözümüzü doğrudan mı söyleyeceğiz, dolaylı yollardan mı ifade edeceğiz? Tiyatro nereye evrilecek ve içini nasıl dolduracağız? Önemli olan bu!” Usta bir sanatçı olarak, tiyatronun felsefe ve bilgi ile bir ve bütün olduğu bilinciyle kendisini sürekli yenileyen ve durmaksızın üreten Aziz Sarvan, akıl, etik ve estetiği sanatıyla harmanlayarak, tiyatro tarihimizde istisnai bir yer ediniyor kendisine.
Kaynakça:
Anahtar Kelimeler: aziz sarvan, pınar çekirge, yavuz pak
0 Yorum