MAKALELER

Ay Ecesi - İstanbul Devlet Tiyatrosu

2012.10.21 00:00
| | |
8256

Arzen topraklarının sultanı Mehmene Bânu; ailesini henüz gencecik yaşta kaybetmiş ve aileden kendisine dayanak olabilecek tek kişi olan kardeşi Şirin’e aşırı derecede düşkün biridir...

 

Arzen topraklarının sultanı Mehmene Bânu; ailesini henüz gencecik yaşta kaybetmiş ve aileden kendisine dayanak olabilecek tek kişi olan kardeşi Şirin’e aşırı derecede düşkün biridir. Adaletiyle nam saldığı kadar sertliğiyle de ünlenen Mehmene Bânu, Şirin bir gün olur da yanından gider diye büyük bir korku taşımaktadır. Yalnızdır; her ne kadar el pençe duran vezirleri, önünde diz çöken milleti, bir emriyle savaşlar açan askerleri olsa da onlar Mehmene Bânu’ya değil Sultan’a tâbi insanlardır. Bunun farkındadır. Bu korkudan kaynaklı olarak, kardeşi Şirin kendisini terk etmesin diye ona kendi sarayının bahçesinde devâsa bir köşk yaptırır. Köşkün süsleme işi yörenin en usta nakkaşlarından biri olan Ferhat ustaya verilir. Bir gün kendisi için yapılan köşkü ziyaret etmek isteyen Şirin köşkü ve bahçesini gezerken Ferhat’la karşılaşır. O an ikisinde de büyük bir aşk hâsıl olur. Bu aşk öyle bir hâl alır ki birbirinden vazgeçemez duruma gelirler. Sultan Mehmene Bânu bu aşka karşı çıkar. Hem Ferhat, kız kardeşi Şirin’e denk değildir hem de Şirin’in kendisinden bu kadar erken yaşta kopmasına gönlü razı olmamaktadır. Ferhat’ı evvela zindana attırır. Ferhat’ın zindana atılmasından ötürü Şirin’in hastalanıp kendisini odaya kapattığını gören Sultan, Ferhat’a bir şart koşar. Kıtlık çeken Arzen ülkesi için Şahinkayası bölgesindeki dağı delip şehre su getirmesini ister. Bunu yapması durumunda sevgisine inanacağını ve kız kardeşi Şirin’i hak edeceğini söyler. Ferhat bu; aşkından gözü bir şeyleri görmemiş, zindanlarda mahkûm olmayı göze almıştır. Dağı delmeyi de kabul edecektir. Düşer dağlara. Vurur külüngünü kayalara. Uzun uğraşlar sonunda suyu çıkarır ve salar Ayzen’e. Bunu duyan Mehmene Bânu, yaşlı bir kadını bir tabak helvayla Ferhat’a gönderir. Yaşlı kadın; “Sen suyu deldin evladım ama Şirin hasretine dayanamayıp öldü.” der. Bunu duyan Ferhat, dağları deldiği külüngü kendi boynuna vurur ve orada can verir. Aynı yaşlı kadın Ferhat’ın dağı delerken öldüğü haberini Şirin’e getirince Şirin de bir hançerle kendi canına kıyar. 

 

 

Bu kısaca anlatmaya çalıştığım efsane Ferhat ile Şirin adındaki Türk halk öyküsüdür. Şiirsel bir tatla anlatılmaktadır. Bir benzeri de Hüsrev-ü Şirin adlı bir İran öyküsüdür. İran kaynaklarında daha farklı anlatılır. Hüsrev-ü Şirin’de; Mehmene Banu’nun da Ferhat’a aşık olmasından ötürü bu evliliğe karşı geldiği yer almaktadır. Bu aşkın detaylarına yer verilmemiştir. Ancak bu aşk efsanesi bizim topraklarımızda İran’da anlatılan haliyle pek rağbet görmemiştir. Bizim bildiğimiz yukarda aktarmaya çalıştığım halidir. Yani genel manada bizim bildiklerimiz; Mehmene Bânu’nun gaddarlığı ve acımasızlığı, Ferhat’ın Şirine, Şirin’in Ferhat’a deli divâne âşık olduğu, Ferhat’ın sevdiği uğruna dağları deldiği, birbirleri için can verdikleridir. 

 

 

Ya değilse?

Evet, ya değilse?.. Ya Mehmene Bânu aslında ülkesini bolluk ve zenginlik içerisinde yöneten, adaletle hükmeden, zeki ve duygusal ancak duygusallığını sultanlığından ötürü derinlere iten, belli olan tek zaafı kardeşine karşı aşırı düşkünlüğü olan bir sultansa? Ya Mehmene Bânu, Ferhat’ı tanımazdan önce kız kardeşini başka biriyle evlendirmek istemişse? Ya Şirin Ferhat’ı deliler gibi sevmişse ve fakat Ferhat Şirin’e zerrece aşk beslememişse? Ya Ferhat Şirin’i küçük bir dost, bir kardeş gibi sevmişse? Ya Mehmene Bânu Ferhat’a, Ferhat’ta Mehmene Bânu’ya bir görüşte âşık olup, aşkları uğrunda çileler çekip, buna rağmen yüreklerinde bir ömür taşımayı bilmişlerse? Hadi şimdi buyurun efsaneyi yeniden ve yeni haliyle dinleyelim. Belki de asıl haliyle…

 

 

Yazar Burçak Çöllü; bizim bildiğimiz Ferhat ile Şirin’i almış, yukarıda sorduğum bütün soruların cevaplarının içinde bulunduğu başka bir efsaneye dönüştürmüş. Daha insanî, daha duygusal, daha aşk dolu bir hale getirmiş. Çöllü’ye göre;  varsın herkes Ferhat’la Şirin’in birbirlerine deliler gibi âşık olduğunu, Mehmene Bânu’nun da zâlim bir sultan ve bir o kadar da hain bir abla olduğunu düşünsün. Ama sormamızı da istiyor; ya bu aşk öyküsü bize anlatıldığı gibi değilse? Yazar, aslında bir bakıma bu oyunla birlikte bütün anlatılanları ve kulağımıza fısıldananları da tekrar bir gözden geçirmemizi, olaylara, efsanelere, mitlere, söylencelere sorgulayıcı bir halde ve başka bir pencereden bakmamız gerektiğini salık veriyor. 

 

 

Çöllü’nün anlatısına göre Mehmene Bânu 15’inde, çocuk denecek yaşta, henüz çocukluğunu ve gençliğini bile yaşayamadan tahta çıkarılmış yapayalnız bir kız. Âşık olmak, duygusal davranmak, acımak, keyfe dalmak ve daha birçok şey yasaktır ona. Devlet yönettiği için, kendisine sunulan görevi lâyıkıyle yerine getirmekten başka bir ereği olmamalıdır. Oysa o bir insandır, bir ruhtur, bir gönüldür… 

Yazar derki Ferhat ile Şirin öyküsünün iç yüzü bizlere anlatıldığı gibi değildir. Birbirlerine âşık olanlar Ferhat ile Şirin değil; Ferhat ile Sultan Mehmene Bânu’dur. Şirin’in aşkı tek taraflıdır. Şirin daha rahat ve serbest olduğu, üzerinde devlet ağırlığı olmadığı için sık sık Ferhat’ın yanına gider, Ferhat ise kırılmasın diye bir “abi” gibi dinler onu. Bu sık görüşmeler saray erkânı ve halk arasında birbirlerine âşık olduklarına dair bir algı oluşturur. Aşk rivayeti, dilden dile dolanır. Bunu duyan Sultan, olayın iç yüzünü bilmeden Ferhat’ı zindana attırır. Çünkü aşkından dolayı gurur yapar, Ferhat’ın başka biriyle birlikte olması düşüncesine katlanamaz. Bu kişi aşırı derecede düşkün olduğu kardeşi Şirin bile olsa… Ancak aşkı, kendisini gün be gün yiyip bitirmektedir. Bununla kalmaz, devlet yönetimini de iyice boşlar. Halk arasında huzursuzluk baş gösterir. Derken akıl hocası ve Mehmene Bânu’nun Ferhat’a olan aşkını tek fark eden kişi olan Lala’da ölünce Mehmene Bânu tekrar sultan haline döner. Sultanlığını yapmasına engel olan durum; Ferhat’a duyduğu derin aşktır. Ferhat’ı zorlu bir göreve göndererek ondan ve aklı sıra ona olan aşkından kurtulmaya çalışır. Görev; Şahinkayası’ndan su getirmek. 

Benden bu kadar… Daha fazla detay vermeyeyim ki tat ve merak oyunda devam etsin.

Burçak Çöllü; hepimizin bildiği efsaneyi yeniden yazarken müthiş bir denge kurmuş. Oyunu, efsanelerin ağdalı diliyle değil de daha gündelik cümlelerle yazmış. Ancak şiirselliğini de ölçülü bir şekilde oyunun içerisine serpiştirmeyi ihmal etmemiş. Bu da oyunu daha izlenilir hale getirmiş. Kullandığı yalın dil, efsanelerin soğuk ve abartılı üslubunu kırmış, duyguların daha da hissedilmesini sağlamış. Efsaneyi farklı bir açıdan verirken, öte yandan olayların ya da duygu ve düşüncelerin nasıl kulaktan kulağa başka hallere büründüğünü vermeyi de ihmal etmemiş. Oyunun sonunda da bunu net bir şekilde sunmuş. Çöllü, Mehmene Bânu’nun tahta geçtikten sonra üstüne giydiği sultan haliyle içinde kalan çocuksu ve kadınsı ruhu birbirinden ayırmış. Bir yandan Hükümdar rolüyle net ve bazen acımasız kararlar veren Sultan Mehmene Bânu’yu aktarırken, çocukluk bahçesindeki çiçekleri özleyen, yalnızlıktan korkan, kimi zaman acziyet içinde olan, aşkı ve sevdayı tanımak isteyen, bulduğu zamanda yüreğinde fırtınalar kopan, geceleri ve rüyasında ağlayıp inleyen Ay Ecesi lâkaplı duygusal Mehmene Banu’yu da çoğu zaman vicdani bir ses olarak vermiş. Bildiğimiz bir efsaneyi alt üst etmiş. Bize aslında bir olayın altının üstünden daha farklı olabileceğini söylemiş.  Velhâsıl harikûlâde bir oyun yazmış. Tiyatroya katkısından ötürü selam olsun…

Mustafa Avkıran – Övül Avkıran çifti yaptıkları ortak rejiyle bu güzel eserin hakkını misliyle telsim etmişler. Elbette her oyunda, bütün parçaları devralan ayrı ayrı sanatkârlar vardır ancak hepimiz biliriz ki arka plânda yönetmenin arzusu, hayâli, gözü ve zekâsı vardır. Avkıran çifti, oyunun her karesini, her ayrıntısını santim santim düşünüp büyük titizlikle işlemişler. Işık, dekor, ritimsel dokular ve bütün unsurlar oyunun bütünlüğü içinde yerli yerinde ve manidar bir halde duruyor. Oyunda müzik olarak en güçlü sese sahip enstrümanlar kullanılmış; insan sesleri… Hemen hemen her sahneye uygun bir şekilde yerleştirilen, oyuncuların ritmik bir şekilde çıkardıkları el, kol çırpmaları ve ses perdelerinin gücünü ortaya koyan nidalarla bezenmiş bir müzik var oyunda.  Koral halde okunan türkü tadındaki ezgiler de artısı. Bu tarz, oyundan duyulan hazzı arttırmış. Oyunda yer yer absürt haller de mevcut. Maalesef bazı tiyatrocular absürt tiyatroyu düzensiz ve oyunda ne için yapıldığı belli olmayan bir yersizlikle eşdeğer tutuyor. Oysa absürt ögeler, metnin ve verilmek istenen mesajın derûnunda yatan şeylerin altını daha net bir şekilde çizmek maksadıyla kullanılır. Yani gerçeğin en belirgin ve gösterilmek istenen halidir. Övül çifti, bu oyunda absürtlüğü en doğru haliyle kullanmış. Özellikle esnaftan ve halk kesiminden kişilerin bulunduğu sahnelerde bu kullanımı bariz bir şekilde görüyoruz. Oyunda beni etkileyen durumlardan biri ise Mehmene Bânu’nun henüz tahta çıkmadan önceki halini canlandıran kişiyle, Sultan olduktan sonraki halini canlandıran kişinin oyun süresince aynı anda sahnede bulunmasıydı. Mehmene Bânu’nun Sultan olmadan önceki duygularından yansımaları kolay bir yoldan dış ses olarak vermektense Mehmene Bânu’nun henüz Ay Ecesi olarak çağrıldığı zamanlardaki halini iplerden oluşan incecik bir perdenin arkasında bırakmış. Bizler, kendisini derinden sarsan bir olayda bile dışarıdan baktığımızda ağır ve kararlı olan sultanı görürken aynı anda içinde fırtınalar kopan çocuksu Ay Ecesi’ni de başka bir tutum içinde iplerin arkasından izleyebiliyoruz. Bu da seyircinin her duyguyu aynı anda ve birçok açıdan daha derin bir şekilde hissetmesini sağlamış. Övül çiftinin rejisini izlemekten zevk aldığımı söylerken Garajİstanbul’daki teatral etkinliklere yeniden eskisi kadar ehemmiyet vermelerini de rica etmeden geçemeyeceğim. 

Ay Ecesi’nin 20 kişilik geniş oyuncu kadrosunda, çığırtkan ve Lala rolleriyle Kubilay Karslıoğlu gibi bir ustanın kusuruz oyunculuğunu izlemek bir şans. Çığırtkan karakterinde kıvrak bedeniyle sünepe bir hal takınırken Lala karakteriyle tam tezat bir role bürünüyor. İkisini de aynı ustalıkla sergiliyor.

Mehmene Bânu rolüyle Gözde Çığacı; rahatsız edici ve çok tekrar eden bir halde eteğini sürekli kaldırıp indirmesinin haricinde her duyguyu bizlere sunuyor. Güçlü görünmeye çalışan bir âcizi sunarken de mağrur bir sultanı verirken de duyguyu seyirciye aktarabilme konusunda başarılıydı. Özellikle aşkından ne yapacağını bilemez halde çırpınması etkileyiciydi. Sesiyle iyi oynaması da oyuncunun artı bir özelliği.  

Tuba Karabey ismini, The Club’un “Retro” ve İstanbul DT’nin “Michelangelo” oyunlarında da “Ay Ecesi”nde de izlerken müthiş zevk aldım. Küçücük bedenine rağmen sahnede devleşen oyunculardan. Rollerini sahnelerken sahiciliği benimsemiş ve bunu da başarılı bir şekilde yapıyor. Sahnelerde daha sık görmeyi arzuluyorum.  

Oyunun diğer oyuncuları Dolunay Pircioğlu, Uygar Özçelik, Erdem Yılmaz, Cansu Saka, Erkan Yılmaz, Gözde Kaya, Çağıl Tekten, Gizem Ancı, Ayşe Gülerman, Onur Şirin, Adil Can Demirel, Emre Sungur, Melih Şengider, Ebru Demirdöven, Selda Şahin, Kutay Şahin, Özgür Şahin; hepsi rollerinde başarılı isimlerdi. Gerek karakterlerini yansıtmada gerekse koral eserleri seslendirmede performanslarını hep diri tuttular. 

Dekor – Kostüm tasarımı Şirin Dağtekin Yenen’e ait. Dekorda çok sade bir platform, sağda – solda oturaklar ve sahnenin arkasındaki yüksek plâtformun hemen önünde ince iplerden perdeler bulunmakta. Bunların haricinde herhangi bir dekor unsuru veya eşya yok. Bu haliyle bile kâh bir tahtı, kâh bir uçurumu veya kimi zaman da bir pazar yerini gözümüzün önüne sunuyor. Tabi ki burada rejinin ve oyuncuların becerisini yabana atmamak gerek. 

Yüksel Aymaz ismi zaten hepimizin malûmu… Işık tasarımında bir dâhi. Rejiye mükemmel sahneler yaratmış. Sadece rejiye değil seyirciye de muazzam seyirlik pozlar sunmuş. 

Şakir Gürzumar; 2009’dan bu yana İstanbul Devlet Tiyatrosu müdürlüğü görevini yürütüyor. Her sezon repertuara mutlaka yeni oyunlar ekliyor. Yeni yönetmenlerle yeni yazarlarla çalışmaya gayret ediyor. Özellikle son iki sezon, daha çok genç ve yerli yazarlara imkân tanıyor. Burçak Çöllü’de onlardan biri. İstanbul DT’nin sadece Ekim ayı programında bile 4’ü yeni olmak üzere 8 yerli yazarın oyunu var. Bunlardan biri de Temmuz 2012’de kaybettiğimiz, tiyatromuz için büyük bir değer olan Güngör Dilmen’in “Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını” isimli oyun. Gürzumar, göreve geldikten sonra oyunculuğunu ve sanatçı yönünü unutup birden bire büyük idareci (!) havalarına giren müdürlerden ya da genel sanat yönetmenlerinden olmadı. Oyunları illa galalarda izleyeceğim gibisinden bir kaygıya da düşmüyor. Sıradan bir günde herhangi bir DT sahnesinde onu görebilirsiniz. Hatta aynı oyunu birkaç defa izlediğini dahi biliyorum. Bu tavrı, oyuncular için de büyük bir moral kaynağı oluyor. Ayrıca oluşabilecek sorunlara anında müdahaleyi de sağlıyor. Kendisi, sanata tam manasıyla “hizmet” veren bir sanatçı ve idareci. Hem bu tutumundan ötürü hem de yerli yazarlara ve gençlere ehemmiyet verip fırsat tanımasından ötürü Gürzumar’ı naçizane kutluyorum.

İstanbul DT, eski hantal ve memur zihniyetli yapısından yavaş yavaş kurtulup, yeni oyunlarla seyirciyi heyecanlandıracak bir yapıya ulaşıyor. Umarım bu olumlu gidişat artarak devam eder. Bu, seyirci açısından büyük bir kazanç olacaktır. Hem belki bu sayede tiyatroyu bilmeyen fakat ne yazık ki tiyatro hakkında ahkâm kesenlerin tiyatroya dil uzatmalarının önü bir nebze de olsa kesilmiş olur. 

Anahtar Kelimeler: ay ecesi, İstdt, istanbul devlet tiyatrosu



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir