MAKALELER

Bir Valize Ne Sığar ki - Ankara Sanat Tiyatrosu

2018.04.02 00:00
| | |
8390

İlk anda dikkatimi çeken tüm oyuncuların mükemmel bir şekilde uyum sağlamış oldukları "dil" oldu.

İlk anda dikkatimi çeken tüm oyuncuların mükemmel bir şekilde uyum sağlamış oldukları “dil” oldu. Oyun ilk anlarından itibaren öncelikle bu sayede seyirciyi içine çekiyor. Atmosfer yaratmada oldukça başarılı. Bir anda denizle gökyüzünün birleştiği yağmurlu havalarda olduğu gibi (oyun bir su sesi ile de başlıyor) bütünleşiyor sahne ile seyirci düzlemi… Bir bavul açılıyor ve önümüze bir hikâye saçılıyor: Mübadele: Akarsuların yönünü değiştirmek gibi eğreti bir şeye sebep olmak, uzun yıllarca kuşaktan kuşağa sancısı çekilecek yanlışları dallandırıp budaklandırıyor. Geçmişte verilen bir kararın sonuçları nasıl da yüz yılın eteğinden akıp giderken koca çığlar gibi düşüyor üstümüze… Mübadelenin buruk hikâyesini yer yer rembetiko eşliğinde acı, yer yer komik öğelerle bezeyerek tatlı, ana kanavadaki hüzün yatağından da çıkmayarak ustaca anlatıyor AST. 
Aslında hikâye klasik ve bilinenin dışında anlatılan hiçbir şey yok. Ancak anlatıştaki ustalık ve temiz sahne estetiği ile hala güncelliğini koruyan bir konu yani “mecburi göç” birleşince, seyircinin ilgisini canlı tutmayı başaran bir eser çıkmış ortaya.  


Biz kimiz? Kültürünü aldığımız yere mi ait ’iz, yoksa dini yahut etnik kökenimizin bağlı olduğu yere mi? Elbette ki “bir bebek, ona bakanın mı, yoksa onu büyütenin mi’ sorusundan bambaşka bir boyutta mübadele konusu; çünkü doğduğumuz andan itibaren, din, dil, ırk gibi elimizde olmayan, seçemediğimiz seçenekler yüzünden bambaşka topraklardaki insanlarla bir sayılamayız… Yine de oyun içinde, bir taraftan diğer tarafa gönderilen bebek, böyle bir çağrışım yaptı. Mübadele ile yaşanan, bireysel ölçekte böyle bir aile değişimine benziyor olabilir… Toplumsal ölçekte ülke değişimi. Her iki taraf için de yıkıcı bir ayrılık, buruk bir kavuşma… 


Mary’nin komik bir karakter oluşu, oyuncunun başarılı oyunculuğu ile daha da parlamış… Çok samimi bütün oyuncular. Oyun içinde hikâye anlatımı için kukla gösterisi ve tiyatro gösterisi, oyuna üçüncü bir gerçeklik düzlemi katacak kadar etkili kullanılmış. Yaşadıkları sıkıntının ortaklığı ile bir aile sıcaklığı yansıtıyorlar. Sahne gerisi dinamiği, sahne dinamiğini besleyici biçimde oldukça başarılı kullanılmış. Şarkılar güzel. Şarkı sözleri daha etkileyici olabilirdi belki…


İkinci Dünya Savaşı, Alman işgali döneminin, sokağa çıkma yasağı ilan edilen bir gecenin seçilmiş olması da oyuna düşünsel bir boyut katmış… Mekan seçimi de “yerleşememişlik” ve devam eden yolculuk algısı yaratması bakımından, herkesin hikayesini saçma, deyim yerindeyse valizini boşaltma yeri, derdini anlatma yeri olması bakımından işlevsel… Ayrıca, sıkıştırılmış zamanda neredeyse bir ana rahmi gibi geniş zamana yayılmış hikâyenin doğuşunu besleyici nitelikte…

Yazarın-yönetmenin konuya yaklaşım biçimi panoramik… Bir gazete sayfasına bakar gibi herkesin hikayesini okuyoruz; Emine’nin hikayesine rağmen güçlü bir tek hikaye okumuyoruz. Bu elbette ki toplumsal bir konuyu ele alış biçiminin yerli yerinde bir seçimi olabilir. 


Bazı şeyler yanık gibi. İzi var gövdenizde. Ne zaman yanmışsınız hatırlamıyorsunuz bile. Yaşamınızı sürdürmenize engel değil. Gözler önünde değil iz. Ama yine de baktıkça buruklaşıyorsunuz. Çünkü henüz minicik bir çocukken acı çektiğiniz anlamına geliyor ve dayandığınız bu acı yüzünden ne kadar güçlü de olmuş olabileceğinizi düşünüyorsunuz… Mübadeleyi böyle yorumluyorum. İzi kalmış bir acı. Şarkısıyla, şiiriyle, sanatıyla bu izi güzellemiş her iki taraf da… 

Bazı şeyler ölmüş birinin doğum günü gibi o gün geldiğinde hep buruk bir çizgide tutar insanı… Mübadelenin yaşamdaki karşılığını buna benzetiyorum… Yaşamının bir bölümü bir anda değiştirilen kişiler söz konusu ve bu genetik travma, kültürel öğelerle de birleşerek kuşaktan kuşağa aktarılıyor olsa gerek. Bir tür melankoli: Tam bir noktaya geldiğinde, bir döngüyü tamamladığında sana bir sır veriliyor; “aslında biz buraya ait değiliz.” Zaten gelip geçici olduğumuz şu dünyada sanki iki kat gelip geçici olmuşuz gibi hissediyoruz… Eğretiliğimiz derinleşiyor… Vatana duyulan özlemle… Birden her şey aydınlanmış gibi oluyor… Büyüklerin yıllarca yaşadıkları melankoli… Öncelikle coğrafyanın başını döndürmüş olmalı bu değişim. Oyundan bir replikle söyleyecek olursak; “Köksüz bir ağaç olur mu?” Doğayı bir yerlerde küstürmüş olabiliriz karşılıklı bu değişimle… Zeytini… Üzümü… Pamuğu… Tütünü… İnciri… Kozayı, kelebeği, ipekböceğini… Bizler, canlılar dünyasında insan odaklı yaşıyoruz ama belki de doğanın kendi içinde canlı bir ruhu vardır; bırakmak zorunda kaldığımız kedimizin köpeğimizin… Çiçeğimizin, ağacımızın…  Ardımızdan buruk bakan her şeyin… Nihayetinde anılar da, toprak gibi canlı…

 Oyunun mübadelenin yaşandığı topraklarda sahnelenmesi bir yandan gidenlerin yaşadıklarını sergilerken, bir yandan da özellikle İzmir gibi çok göç alan bir şehirde ötekileştirmeye güncel bir gözle bakmamızı sağlıyor. Günümüzde kullanılan dil ile bu günü geçmişin içinde ters yüz ediyor. Bu büyük bir başarı. Gittiğimiz yerlerde geçmişte bizden nasıl söz ediliyorsa, bir de bakıyoruz ki biz de şimdi yeni gelenlerden öyle söz ediyoruz… Ana kanavada Alman işgalinin oluşu boşuna değil… Hiçbir ırk, din, dil ayrımı olmaksızın insanların eşitliğine vurgu yapan, yaşam sevgisiyle dolu, insancıl, güzel bir oyun… Dünüyle bugünüyle hepimiz aynıyız, biriz. En büyük başarısı bunu hissettirmek…

Bunun için tüm ekibe teşekkürler… 

Anahtar Kelimeler: ast, Ankara Sanat Tiyatrosu, ankara sanat tiyatrosu sahnesi



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir