MAKALELER

Altın Ejderha : Bir Göçmen Hikayesi

2017.01.29 00:00
| | |
4402

Ağrı şiddetlenir. Ufaklık dayanamaz bağırır. Diğer Çinliler sus işareti yaparlar. Bağırma! Sus!

Çin-Tay- Vietnam lokantasının daracık mutfağı.  Vog tavada kızartma yapan, hamur yoğuran, et kesen, çorbayı karıştıran, sos hazırlayan, tencerede yemek pişiren beş Çinli. Daracık, çok dar, çok sıcak, çok karmaşık bir mutfakta yemek yapmaya çalışan beş Çinli. Genç olanın dişi ağrıyor. Ufaklık. Onu böyle çağırıyorlar. Çok çelimsiz, çok zayıf ve en son gelen o olduğu için. Ufaklık, bir eli ağrıyan çenesinde. Yüzünde çaresizlik ifadesi. Seyirciye döner ve “çok ağrıyor” der.

Ağrı şiddetlenir. Ufaklık dayanamaz bağırır. Diğer Çinliler sus işareti yaparlar. Bağırma! Sus!  Duyacaklar! Ufaklığın parası yok. Hatta evrakları bile yok. Oturma izni yok. Doktora gidemez. Bu ülkede hiçbir hakkı yok. Hatta resmiyette yaşamıyor bile. Daha insanca bir hayat için derme çatma teknelerle, kelle koltukta denizleri aşan “kaçak göçmenlerden” biri. Yani, ülkeye kaçak girmiş dahası kaçak işçi olarak çalışıyor. Göçmenler. Ateşten, kandan, savaştan, yoksulluktan, insan hakları ihlallerinden kavrulan coğrafyalardan kaçıp canını kurtarmaya çalışan milyonların hikayesi. Daha iyi bir hayat bulma umuduyla yola çıkıyorlar. Bazılarının yolu ise Altın Ejderha’ya düşüyor. 
   
Yer İzmir Sanat. Tiyatro Terminal Topluluğunun sahneye koyduğu “Altın Ejderha” oyunundayız. Roland Schimmelpfennig’in yazdığı dilimize Sibel Arslan Yeşilay’ın kazandırdığı oyunu İbrahim Güngör yönetiyor. Oyunda başrolleri Batuhan Köksal, Jülide Derya, Pervin Güner Aygün, Jülide Kara, Atila Acar, ve Orkun Kocabıyıkoğlu paylaşıyorlar. Oyunun dekor kostüm tasarımı ise Feyza Tatar’a ait. İşlevsel dekor ve kostümler olay örgüsünün çok hızlı akmasını sağlıyor.

     
Sıradan bir bina. Altında Çin-Tay-Vietnam lokantası var. Binanın üst katlarında farklı yaşlarda, değişik meslek gruplarına ait komşular yaşıyor. Yaşlı bir adam, genç bir çift, aynı evi paylaşan hostes kızlar, kırmızılı kadın ve kocası ve yandaki bakkal Hans hep bu lokantanın müdavimleridir. Bir de ağustos böceği ve karınca hikayesi var ki ona da ilerleyen zamanda geri döneceğiz. Bu insanların hatta böceklerin hayatları hep bir noktada birbirine dokunur. Aynı zaman diliminde birbirlerinden bağımsız ama aynı hikayenin parçaları olarak karşımıza çıkarlar.       
 
O daracık, çok sıcak, tıkış tıkış mutfağa geri dönelim. Ufaklığın dişinin çekilmesi lazım. Çünkü çok ağrıyor. Aşçılardan bir evyenin altında kırmızı boru anahtarı arar. Boru anahtarı neredeyse ufaklığın boyu kadar. Onunla çürük diş gidecek. Kırmızı kocaman boru anahtarı gerçek ama aslında birçok nesne yok. Oyuncular beden dilini kullanmada o kadar başarılı ki o daracık mutfakta aslında olmayan bir vog tavada kızaran etlerin cızırtısını duyabiliyoruz. Ya da hamur yoğuran, et kesen aşçıları hayalimizde canlandırabiliyoruz. Olan ve olmayan nesnelerin oluşturduğu bu dünyada gündelik hayata dair parçalar izliyoruz.

Yazar oyunu sinemasal bir dille kurgular. Her şey eş zamanlı olarak gerçekleşir. Yedi ayrı hikaye, yedi ayrı öykü birbirine dokunarak bir zaman dilimi içinde var olur.  Bu hikayedeki bireylerin yolları hep bir şekilde kesişir, birbirlerini etkiler, hep bir noktada ötekinin hayatına dokunur. Bu kimi zaman acı vericidir. Hatta şiddet dolu ve zalim bir şekilde gerçekleşir. Ama hep merkezinde Çin-Tay-Vietnam lokantası Altın Ejderha vardır. Oyundaki her karakter kendi hikayesinin hem anlatıcısı hem de oyuncusudur. Karakterleri tanımlarken isim, yaş, meslek tanımı yapar hatta geldiği yeri vurgulamayı unutmaz. Sanki bir yarışma programına katılan yarışmacıların kendilerini tanıttıkları standart bilgilerle plastik bir özgeçmiş yaratırlar. Ama sonra hikaye şekillenmeye başlayınca, insani duygular işin içine girince o plastik karakterler birden sıradan insanlara dönüşürler. Sanki çok tanıdığımız, aşina olduğumuz, yolda selamlaştığımız insanlar olurlar. 

Anlatıcı konumundaki karakter hikayeyi bize anlatırken oyuncu anlatıcının söylediklerini tekrarlar. Mesela dişi ağrıyan ufaklık anlatıcının hikayesini onaylar. Seyirciye dönerek “çok ağrıyor” der. Bu onaylama ve tekrar cümlecikleri, hem oyuncuyla seyirci arasındaki mesafeyi kırar hem de bir sıcaklık duygusu oluşturur.
  
Hikayenin akışı içinde kritik anlar yavaş çekim biçimde sahneye yansır. Sanki bir film sahnesinde o anın öneminin altını çizercesine her şey çok yavaş ama çok yavaş hareket eder. Kopan hayali çürük diş havaya doğru fırlar, fırlar, fırlar. Merakla olmayan dişi takip ederiz. Nereye gitti bu diş? Bunları düşünürken aşçıların hareketleri yavaşlar. Sanki zaman durur.  Kopan dişi yakalamak için ileri doğru atılırlar. Öylesine çıldırtıcı bir yavaşlıkla akar ki zaman olayın ciddiyeti içimize işler. Ufaklığın acısı bizim acımız olur. Kopan dişin ağrısını ağzımızda hissederiz.  

Hostes Eva evinde karanlıkta oturuyor. Uçuştan yeni geldi. Çok yorgun ama henüz soyunmamış. Önündeki masada duran çürük dişe bakıyor. Kanlı, 6 numara tavuk etli Hindistan cevizi soslu Tay usulü tavuk çorbasına bulanmış çürük dişe bakıyor. Eva dişi alır ve “sahibi kim bilir ne kadar çok acı çekmiştir?” der. Sonra dişi ağzına götürür ve emer. Kan tadının yanında çorbanın tadını duyumsar. Büyük bir olasılıkla mutfakta çalışan Çinlilerden birine ait olan bu parçayı içine almakla, o hiç tanımadığı insanın acısını, kederini, kaygılarını, umutsuzluğunu ve çaresizliğini de içine alır. Ufaklık o parçadan ayrılırken bedeninde barındırdığı bütün bu duyguların bir parçası da dişe geçmiştir. O sıradan, çirkin, iğrenç, mide bulandırıcı çürük diş duygusal bütünlüğünün de bir parçasıdır. Eva hiç tanımadığı, bilmediği bir coğrafyaya, bir kültüre ait bu insanı, sadece bir “insan olma” paydasında anlamaya çalışır. Aynı şekilde Atlantiği geçerken uçağın penceresinden, denizin üstünde kaybolmuş insanlarla dolu o küçücük tekneyi gören ve oradaki insanlar için endişe eden de odur. Eva kendisini başkasının yerine koyan ve karşısındakinin acısını anlamaya çalışan oyundaki tek karakterdir. 
     
Oyunun akışı içinde oyuncuların Çin Tay Vietnam lokantasının bütün menüsünü ezbere söylemeleri muhteşem bir renk katıyor. Hem de yemeğin içinde hangi malzemelerin kullanıldığını ayrıntılı biçimde hızlı bir şekilde aktarmaları, insanı Altın Ejderha lokantasına gitme konusunda ikna ediyor. Arka planda mutfağın içler acısı durumunu görmemize rağmen. Çünkü bu hikayeye bulaşan herkes menüden bir şeyler sipariş ediyor. 
    
Gelelim Karınca ve Ağustosböceğinin hikayesine. Çalışmanın erdemine ilişkin bir masal nasıl olurda bir göçmen hikayesi üzerinden zalim kapitalizmin ezdiği insanların trajedisine dönüşür. Yazar Roland Schimmelpfennig masalın bir adım ötesine geçiyor. Çalışkan karıncayı çok bilmiş, hesapçı, karşısındakinin çaresizliğinden faydalanan, sömüren bir satıcıya dönüştürür. Hatta karınca hayatını para üzerine kuran bir anlayışın simgesi haline gelir. Ağustosböceği ise milyonlarca çaresizden biridir. Hayatının kışına dönenen savaşlar nedeniyle muhtemelen evini kaybetmiştir ve gidecek hiç bir yeri yoktur. Ağustosböceği bir lokma yemek istediğinde, “neden sana yiyecek verecekmişim ?” diye sorar kapitalist karınca. “Ne gibi marifetlerin var? Yani, neler yapabilirsin?” Çaresiz ağustosböceği “dans edebilirim” der ve güzel bir dans gösterisi sunar. “İyi, güzel dans ediyorsun, ama bunun bana ne faydası var?” diye sorar . “Mesela, “temizlik” yapabilir misin?” Daha sonra, ağustosböceği temizlik yapma eyleminin ne anlama geldiğini çok acı biçimde anlayacaktır. Barınacak bir çatı ve bir lokma yemek uğruna, yabancı adamlara satılmaya, dayak yemeye, aç bırakılmaya başlandığında gerçekle yüzleşir. Ağustosböceği ve karınca öyküsünde oyuncuların kullandığı ışıklandırılmış büyük ölçekli gözlükler, fırın eldivenini anımsatan büyük devasa eldivenler, hikayeyi masal karakterine uygun olarak çizgi film boyutuna taşıyor. Ağustosböceği ve karınca karakterlerini canlandıran oyuncuların kollarını kırarak oynamaları, vücut dilini kullanma biçimleri iki masal figürünü gerçeğe dönüştürüyor. Sanki animasyon sinemasının başarılı bir örneği tiyatro diline uyarlanmış olarak karşımıza çıkıyor.  
           
Yazar önyargılarımızdan, cinsiyetçiliğimizden, ırkçılığımızdan yola çıkarak yaralarımızı kanatana kadar inatla kaşır. Bunu, baba adayı olan o hoş genci tam bir pisliğe çevirerek yapar. Daha sonra çizgili gömlekli adam da bu ırkçılığı zirveye taşıyarak ağustos böceğinin ırzına geçer. “Sen şimdi kocaman bir tarihi de yanında getirmişsindir. Çin Seddi, Sarı Nehir, 1 Milyar Çinli. Göçmensin değil mi? Oralısın değil mi?” Nefret, zevk, sadizm, aşağılamak, yok etmek. Bangır bangır bağıran müziğe uyumlu biçimde yok etmek. Her anlamda yok etmek ! “Eğer kendim için bir şey dileyecek olsaydım” felsefesiyle hayata bakan, sözde mürekkep yalamış o tontoş ihtiyar adamın nasıl bir canavara dönüştüğünü iğrenerek izleriz. Üstelik bu adamların hepsi, her gün sokakta gördüğümüz, selam verdiğimiz, aynı apartmanda komşuluk yaptığımız insanlardır. Bu cilalı yüzeyleri tırnağınızla kazıdığınızda hepsi ağustosböceğini acımadan, şiddetle, öfkeyle, zalimce beceren faşistlere dönüşürler. Bütün öfkelerini, nefretlerini, yetersizliklerini ağustosböceğinin üzerine kusarlar. Erkekliğini çoktan yitirmiş ihtiyar bile başarısızlığın faturasını ağustosböceğine çıkarır. 
  
Roland Schimmelpfennig’in sürprizleri hiç bitmiyor. Israrla bizi şaşırtmaya devam ediyor. Kırmızı elbiseli kadın ve çizgili gömlek giyen adam hikayesinde olduğu gibi. Burada kadın karakterini erkeğe, erkek karakteri de kadına oynatarak oyunculuk anlamında oyuncuları ciddi biçimde zorlar. Burada asıl amaç cinsiyet olgusunu geçerek bütün insanları, “insan olmanın” ortak paydasında buluşturmak. Kadının yerine erkeği, erkeğin yerine kadını koyarak karşısındakinin bakış açısını ve mantığının nasıl işlediğini çözmeye çalışır. O anın duygusunu yakalamak, hissetmek ve yansıtmak anlamında oyuncuyu ve seyirciyi zorlar. Bütün bu duygusal geçişler şaşırtıcı, rahatsız edici, komik, eğlenceli ve düşündürücü olarak izleyiciye yansır. Feyza Tatar’ın tasarladığı  kostümlerin portatif oluşu ve pratik biçimde kıyafetin üzerine monte edilmesi çok iyi bir çözüm olmuş. Kırmızı elbisenin sadece ön tarafı vardır ve üstteki kopçalardan kıyafete tutturulur. Tıpkı çizgili gömleğin kollarından geçirilerek saniyeler içinde giyilebilmesi gibi. 

Öykülerin aktarımlarında, kritik anlarda ses efektlerin duygu geçişlerini güçlendiriyor. Olay algısını keskinleştirerek hikayenin içine girmemizi sağlıyor. Mesela, bakkal dükkanına girildiğinde duyulan zil ve yazar kasanın sesi gibi. Ya da Çin-Tay-Vietnam lokantasının menüsünden seçilen bir yemeğin ısmarlandığı an duyulan zil sesi gibi. Utku Güçoğlu’nun tasarladığı bu ses efektleri ilgiyi ve merak duygusunu hep yüksek tutuyor. Hasan Bayrakçı’nın hazırladığı ışık tasarımı da hikayeyi güçlendiren duygusal iniş çıkışları vurgulayan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. 

Altın Ejderha lokantasının çevresinde anlatılan bütün bu hikayelerde hep tedirgin edici bir şeyler vardır. Hafif bir rahatsızlık hissi her kelimenin, her cümlenin, her bakışın, her duruşun altında seyirciye ulaşır, izleyenlerin içine doğru akar. Anlatımdaki samimiyet ve doğallık, öyküyü bizim içinde olabileceğimiz bir zaman parçasına taşır. Belki bu zaman aralığında bizim de Altın Ejderha’ya girip çıkmışlığımız, o havalı menüden seçilmiş bir yemek ısmarlamışlığımız vardır. Belki yan taraftaki komşu bakkal Hans’tan mendil filan almışızdır. Kim bilir? Yani, dünyanın bütün sokaklarında akan bu öykülerin bir yerine bizimde kenarından köşesinden bulaşmışlığımız mutlaka vardır. Neden olmasın? Önemli olan nerede durduğumuz? Bakkal Hans mı? Kapitalist karınca mı? Yoksa hostes Eva mı? Nerede duruyoruz?  

Anahtar Kelimeler: altın ejdarha, tiyatro terminal, roland schimmelpfennig, İbrahim Güngör



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir