MAKALELER

Zeliha Berksoy

2008.12.19 00:00
| | |
8644

Zeliha Berksoy, Bertolt Brecht'in 50. ölüm yıldönümü kapsamında, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu...


   Tosca ile dünyaya gelen, kulislerde emekleyen, 4 yaşında iken sırtı sıvazlanıp, dualarla sahneye itilen, kanında Brecht taşıyan, Brecht tutkunu: ZELİHA BERKSOY...
 
    Zeliha Berksoy, Bertolt Brecht'in 50. ölüm yıldönümü kapsamında, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu ve Goethe-Instıtut işbirliği ile düzenlenen, İstanbul'da 22.09. - 24.09.2006 günleri arasında gerçekleştirilen Brecht Günleri'ndeki "Brecht'ten şarkılar ve seçme metinler" bölümüne hazırlanmak için bir haftalığına Berlin'de idi. Eski Doğu Berlin'in Radyo Evi'ndeki stüdyolarında Yönetmen Manfred Wekwerth, tiyatro sanatçısı Renate Richter ve piyanist Syman eşliğinde Brecht'ten şarkıların ve metinlerin provasını yapan Zeliha Berksoy'la bir de söyleşi gerçekleştirdim. Değerli sanatçımızın annesi rahmetli Semiha Berksoy ile 3 yıl önce yine Berlin'de yaptığım söyleşideki heyacanımın aynısını kızı Zeliha Berksoy ile de söyleşi yaparken duydum. Annesi ile yaptığım söyleşinin olduğu dergiyi kendisine verdiğimde, söyleşinin olduğu sayfayı incelerken gözleri doldu; konuşamadı...

 


 
Prova yapacağı radyo evine tirenle gittik. Ben sordum o anlattı. Bu arada Yalçın Baykul fotoğraf çekti. Provadan önce yönetmen Wekwerth, tiyatro sanatçısı Renate Richter ve piyanist Syman ile sohbet ettik. İstanbul'a ilk defa gidecekleri için heyacanlı olduklarını belirttiler. Sayın Manfred Wekwerth ile en son geçtiğimiz tiyatro sezonunda Mazlum Kiper'in yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın Berliner Ensamble'de sergiledikleri "Danton'un Ölümü"nde tanışmıştım. Wekwerth, Bertoldt Brecht'in talebesi olmuş, asistanlığını yapmış ve uzun yıllar Berlin Ensemble'ın genel sanat yönetmenliğini yapmış. 1929 doğumlu. Brecht Tiyatrosu üzerine yetkili bir isim. Yani Brecht Tiyatrosu'nun Sözlüğü. Eşi Renate Richter yine Berliner Ensemble'de kırk sene oynamış değerli bir Alman tiyatro sanatçısı. Her ikisini de Zeliha Berksoy Berlin'e geldiği 1967 yılında tanımış. Onlara getirdiği hediyeleri ve yoldan gelirken aldığı çiçeği verdi. İstanbul üzerine değerli bir kitap ve annesi Semiha Berksoy için hazırlanan bir kitabı ( rahmetli Semiha Berksoy üç sene önce bu kitaptan bir tane de otel Maritim'de söyleşi yaptığım sırada bana imzalayıp vermişti) kendilerine takdim etti. Zeliha Berksoy Renate Richter için bir de oyalı bir çember getirmiş. Renate Richter hemen başına takıp:
 
"Nasıl tipik bir Türk kadınına benzedim mi?" diye soruverdi.
 
Provalarına başlamadan önce Renate Richter'in hazırlamış olduğu kahveyi içtik. Bu arada diziplinli çalışmasıyla tanınan yönetmen Wekwerth:
 
"Eh, artık mümkünse provaya başlayalım!.."
komutunu verdi. Ancak ben kendisine sesalma cihazımı uzatmıştım bile...
Zeliha Berksoy ile yaptığım sohbete geçmeden önce, gelin beraberce Brecht'in talebesi olmuş ve asistanlığını yapmış bu ünlü tonton tiyatro adamının söylediklerini okuyalım:
 
"Berliner Ensemble olarak birçok Avrupa ülkesine gittik. İstanbul'a ilk defa gideceğiz. Bizler için çok şaşırtıcı ve enteresan bir çalışma olacak. Daha önceleri Rutkay Aziz'le İstanbul için böyle bir çalışma görüşmemiz olmuştu. Fakat bizim Berlin'de işlerimizin yoğunluğu dolayısıyla gerçekleştiremedik. Daha sonra Mazlum Kiper'le de bir işbirliği yapacaktık. Fakat bazı aksilikler sonucu maalesef yapmak istediğimiz projeyi de uygulayamadık. Ancak şimdi, Yalçın Baykul'un girişimiyle İstanbul'da Brecht Günü yapacağız. Aslında Ekim ayında (2006) Berlin'de Brecht Konferansları tertipledik. Çeşitli ülkelerden filozof ve edebiyatçılar Brecht Konferansında buluşacaklar. Katılanlar arasında Dario Fo'da olacak. Bu çalışmalarım arasında, Yalçın Baykul bu beraber çalışma teklifini getirdi; kabul ettirene kadar da peşimi bırakmadı. Benim ve Zeliha Berksoy'un dışında yine Berliner Ensemble'de yıllarca büyük rollerde oynamış olan eşim Renate Richter ve piyanist Syman'de olacak. Bu Brecht Şarkıları Akşamı'nda Brecht'ten şarkılar ve oyunlardan seçme metinler sunacağız. Ayrıca bir atölye çalışmamız ve bir de, benim1980 yılında yönettiğim Renate Richter'in de oynadığı "Happy End" adlı film gösterimiz var. Zeliha Berksoy tam bir Brecht tutkunu. Olağanüstü bir Brecht sevgisi var kendisinde; kanında Brecht taşıdığını gördüm."
dedi ve ben kendisini daha fazla kızdırmamak için sesalma cihazımı kapatıp, prova yaptıkları Brecht Tiyatrosu kokan odayı terk ettim.
 
Zeliha Berksoy'la yarım kalan sohbetimizi ertesi gün evde eşimin yapmış olduğu pizza ve pasta eşliğinde çaylarımızı yudumlarken devam ettik.
 
Eşim Berrin:
Kahve mi, çay mı?
diye sorduğunda
Zeliha Hanım:
 
"Bir haftadır provalarda kahve içiyorum. Türk çayı burnumda tütüyor. Lütfen çay..."
 
diyerek çay istedi.
Evet, şimdi Zeliha Berksoy ile yaptığım söyleşiye geçelim:
 
     Tosca ile dünyaya gelmişim...

    Benim sanat soluduğum çevre, İlk Türk Opera Sanatçısı, Atatürk Opera Ödülü sahibi annem Semiha Berksoy'un karnında başlıyor diyebilirim. Çünkü ana rahminde olan çocuklar hissederlermiş; annem bana hamile iken karnı bayağı büyükmüş; etrfındakiler ikiz olacağını söylemişler. Tabii o çalışmalarına doğuma kadar devam etmiş. Ses eksersizleri, şarkılar, operalar hep devam etmiş. Benim kulağım o sanat dolu sesleri daha ana rahminde iken duymaya başlamış. Ve de doğum sırasında annemin doktoru:
 
"Semiha Hanım, şöyle yüksek perdeden bir şey söyleyin de, doğum kolay olsun"
 
deyince, annem de başlamış Tosca'yı söylemeye. Yani ben Tosca ile dünyaya gelmişim.
 
     Sanatın en yoğununu bebeklikten itibaren yaşadım...

    Sanat yaşamım, Tosca ile dünyaya ilk geldiğimden itibaren başladı. Bebekliğim de hep sanat ortamı içinde geçti; sanatın en yoğununu bebeklikten itibaren yaşadım. Annemin özel hayatı olmadığı için, hep sanatı ve sanatla yaşadığı için, ben de onunla beraber sanatın içinde büyüdüm. Onun yakın çevresi müzisyenler, edebiyatçılar, tiyatrocular arasında geçti günlerim. Örneğin Nazım Hikmet'ten ötürü de hep edebiyatçılarla beraberdik. Evimiz, Sanat tarihçileri, felsefeciler ve Darülbedayi sanatçılarının buluşup sohbet ettikleri yerdi. Bu bakımdan ben çocukluğumda, çok nadir yaşanabilecek insanlarla beraber oldum. Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Behzat Butak, Muammer Karaca, Raşit Rıza ve İ. Galip Arcan... gibi değerli sanatçıların sohbetlerinde ben her zaman vardım. Annemi her zaman ziyaret ederlerdi. Kısacası; benim bu sanatçıların arasında "büyümüş te küçülmüş, küçülmüş te büyümüş" bir halim vardı. Onların sohbetlerini hep dinlerdim. Çok dinleyen; dinlemesini bilen bir çocuktum.
 
    Dualarla, arkam sıvazlanarak sahneye itildim...

    İlk sahne tozunu 4 yaşında yuttum. Shakespeare'in "Yanlışlıklar Komedyası" adlı oyunda Devlet Tiyatrosu'nda sahneye Cüneyt Gökçer, Ragıp Haykır ve annem Semiha Berksoy'un dualarıyla, arkam sıvazlanarak "... hadi bakalım, Zeliha'da sahne tozu ile artist olsun!.." diyerek sahneye itildim. Annem başrahibe, ben de bir kilise çocuğu rolünde oynamıştım. Annem beni kimseye bırakmazdı; elimden tutup gittiği yerlere beni de götürürdü. Çocukluğum Ankara Devlet Tiyatrosu'nun kulisinde, provalarda, kostüm - aksesuvar atölyeleri ve dekor bölümlerinde geçti. İstanbul'da teyzelerim vardı. Yazları onlara emanet ederdi. Babaannem ve teyzelerim Moda'da otururlardı. Eski İstanbul çevresi de Moda'da yaşadığı için ben yine o dünyanın içinde dolaşırdım. Mesala babaannemin evinin hemen yanında Celal Esat Bey'in, onun karşısında da Nazım Hikmet'in annesi Celila Hanım'ın evi vardı. Ben o evlerin arasında dolaşır dururdum.
 
     Annemin hayatının aynısını onunla ben de yaşadım!..

    Devlet Tiyatrosu'ndaki çocuk rollerini hiç kaçırmazdım. Çünkü evde başka bir bakıcıya bırakılmadığım için, hep annemin yanında tiyatroda idim. Dolayısıyla beni oyalamak için de çocuk rollerini bana oynatırlardı. Annem beni her yere götürdüğü için, annemin yaşadığı hayatın aynısını ben de çocuk yaşta yaşadım. Tiyatro provalarında onları dinler, çok etkilenirdim, hayranlıkla seyrederdim. O zamanlar çocuklar tiyatroya sokulmazdı. Bana bir şey denmezdi. Ben kulislerde dolaşır dururdum. Dekoratör Turgut Zaim'in odasında resim yaparak vakit geçirirdim. Turgut Bey, annemin akademiden arkadaşıydı. Sonra 9 yaşında "Köşebaşı" oyununda dilenci bir çocuk rolünü oynadım. 11 yaşında ise Arthur Miller'in "Cadı Kazanı"nda Batty Parish rolünü oynadım ki, benim bayağı rolümün olduğu bir oyundu. Bu oyundaki rolüm için bir de eleştiri almıştım. Hayat Dergisi'nde benim için yazılar çıkmıştı. Batty Parish benim çok bilinçli olarak oynadığım bir roldü; hiç unutmam. Oysa dört yaşında arkam sıvazlanarak, dualarla sahneye itildiğimde sahnede ne yaptığımı hatırlamıyorum.
 
     Annem Semiha Berksoy...

    Çocukluğumda annemi provalar veya oynadığı esnada seyrederken bir şey anladığım yoktu. Sonraları, konservatuardan 1965'te mezun olduktan sonra Devlet Tiyatrosu'na stajyer olarak başladım. Kadroya da girdikten belli bir süre sonra yönetim kurulu beni Berlin'e gönderdi. Annem her zaman olduğu gibi yine elimden tutup Berlin'e getirdi. Önce Schiller Theater'da staj yaptım. Arkasından Berliner Ansamble getirdi. Annemin herşeyden haberi vardı. Kendisi daha önceleri, 1936-39 yılları arasında Berlin Devlet Yüksek Müzik Akademisi'ndeki Opera Bölümü'nü birincilikle bitirmiş ve Richard Strauss'un 75. doğum yılı festivallerinde, 22 Haziran 1939 tarihinde Berlin Akademisi eski Apollon Operası'nda üstadın Ariadne auf Naxos Operası'nda başrol Ariadne'yi oynamış; ilk Avrupa'da oynayan Türk Opera Primadonnası ünvanını almıştır. Annem müthiş bir karriyere sahipti. Derken savaş başlıyor. O sırada Viyana Operası'ndan "Salome" oynaması için teklif alıyor. Ancak o kabul etmeyip Türkiye'ye dönüyor. Çünkü o Atatürk kuşağından; onu Almanya filan ilgilendirmiyor; onun misyonu var; o, geri gidip, Türkiye'de operayı kuracak. Nitekim Türkiye'ye geri gelip, 1940 yılında Ankara'da Ankara Devlet Konservatuarı Konser Salonu'nda Cumhurbaşkanı İnönü'nün karşısında ilk Richard Wagner konserini veriyor. 1941 yılında da Karl Ebert yönetiminde Ankara Halkevi'nde Tosca ve Butterfly, ilk profesyonel Avrupa operası oynanıyor. Arkasından ise ilk opera stüdyosunu Karl Ebert ile kuruyorlar. Annem Brecht'i bilirdi. Çok ilginç, derin bir kültüre sahipti. Konservatuar eğitimimden sonra Berlin'e beraber geldik. Beni eski çevresiyle tanıştırdı, müzeleri gezdirdi. Bu arada bilgim ve kültürüm arttıkça; annemin opera sanatını ve ressamlığını daha da bilinçli olarak değerlendirmeye başladım. Son olarak 2000 yılında Viyana ve Bonn Güzel Sanatlar Müzeleri onun eserlerini bir yıl sergilediler ve 21. Yüzyıl Artisti olarak ilan ettiler. Geçen sene (2005) 51. Venedik Bienali'nde idi. Müthiş eleştiriler aldı. 1999 yılında New York Lincoln Center Festivali'nde idi. Yönetmen Robert Wilson onu sahneye çıkardı; Wagner söyledi, alkıştan salon yıkıldı. New York Times gazetesinde müthiş bir övgü yazıldı. Tüm bu turnelerinde her zaman olduğu gibi; yanında idim. Hiçbir yere bensiz gidemezdi. O beni hep yanında taşıdı. Ben onu hiç yalnız bırakmadım.
 
    Babam çok iyi Beethowen çalardı...

    Ben annemin disipliniyle hep onun gittiği yoldan gittim. Yurtdışına gideceğim zaman, babam Ercüment Siyavuşgil St. Josef mezunu, Paris'e gitmiş, Fransız kültürü olan bir insan. O benim Paris'e gitmemi istemişti. Babam İstanbul'un çok köklü bir ailesine mensuptu. Gazeteci ve yazar Sabri Esat Siyavuşgil'in amcazadesidir. Hatta Melih Cevdet Anday ile de kuzen olur. Bunlar Osmanlı Hanedanına mensup bir aile. Babam çok güzel piyano çalardı. Annesi babamı altı yaşında piyano başına oturtmuş. Çok iyi Beethowen çalardı. Arkadaşlarıyla aralarında orkestra kurup konserler vermişler. O devirde piyanistlik fazla para kazandırmadığından kendisine "adam gibi bir eğitim al" demişler. Babam da Paris'te Siyasi politik eğitimi almış. Türkiye'ye döndükten sonra da bazı şirketlerde çalışmaya başlamış. Ancak arkadaşları DP zamanında politikaya girmesini istemişler. Fatih Rüştü Zorlu sınıf arkadaşıydı. Fakat babam pek yanaşmamış. İthalat ihracat şirketi vardı. O bir müzk insanıydı; keşke Paris'te orkestra şefliği okumuş olsaydı. Büyük bir sanatçıydı. 1941 yılında annemin Tosca'yı çalıştığı sırada tanışmışlar; birbirlerine aşık olmuşlar.
 
     Annem Nazım Hikmet'e evleneceğini söyleyince...

    Babam Ercüment Siyavuşgil çok yakışıklı ve güzel bir adamdı. Amerikan artisti Gary Kooper'a benziyordu. Annem ondaki müzik sevdasını görünce çarpılmış. O sıralarda Nazım Hikmet meselesi var. Fakat babama aşık olan annemin gözü Nazım'ı filan görmüyor. Hapishaneye Nazım Hikmet'i ziyarete gittiğinde, babamın resmini Nazım'a gösterip: "Ben bu beyle evleneceğim Nazım..." diyor. Nazım'da ona: "Semiha, ben hapisten çıktıktan sonra seninle yaşayacağım..." diyor. Fakat annem Nazım'ı dinlemiyor ve babamla evleniyor. Tosca tercümesi Nazım'ındır. 1941 yılında annemin Nazım'ı ziyaret için hapishaneye gelip gittiği yıllar. O Tosca tercümesi annemin opera kariyerine büyük bir "çizik" atıyor. Türkiye'de hemen "sol" diye damgalanıyor. 1946 yılında ben dünyaya geliyorum. Babamın ölümüne kadar da beraberlikleri sürdü. Babam her zaman piyanoda ona eşlik ederdi. Çok hoş bir hayatımız vardı.
 
     Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü...

    1960 yılında girdiğim Ankara Devlet Konservatuvarı'nın Tiyatro Bölümü'nü yüksek bölümüyle birlikte beş yılda birincilikle bitirdim. Devlet Tiyatrosu'na girdim ve hemen başrol oynamaya başladım. Hocalarımdan Cüneyt Gökçer'i anmam lazım. Çünkü beni Berlin'e gönderen odur. Beni çok severdi. Oyunculuğunun yanında çok iyi bir hocaydı. Oyunculuğu tartışılmaz. Çok verimli bir hocaydı. Diğer değerli hocalarımdan Mahir Canova, Salih Caner ve Nurettin Sevim... gibi. Eğitimden sonra iki yıl Devlet Tiyatrosu'nda başrollerde oynadım. Mezun olduktan sonra ilk oynadığım oyun Refik Erduran'ın "Uçurtmanın Zinciri" idi. Bozkurt Kuruç ile başrol oynadım. Asuman Korad sahneye koymuştu. Bu oyundan mansiyon almıştım. Sonra Adalet Ağaoğlu'nun "Çadırdaki Çatlak" oyununda yine başrol oynadım. Üçüncü yıl Şahap Akalın'ın yönettiği "Kaktüs Çiçeği"nde oynadım. O aralar yurtdışına gitmek istiyordum. Bir yönetim kurulu kararıyla burslu olarak 7 aylığına Berlin'e gönderdiler. 

     Ailemin desteğiyle üç yıl Berlin'de kaldım. Ve Berlin...

    Yukarıda da anlattığım gibi, ihtisasımı yapmam için, babam Paris'e, annem Berlin'e gitmemi istiyordu. Annemim dediği oldu ve ihtisasımı yapmam için Berlin'e gönderildim. Daha doğrusu annemle birlikte geldik. Ve böylece Semiha Berksoy, kendisinin 1936 yıllarında geldiği Berlin'e beni de getirdi. Ve de doğru birşey yapmış. Annemin bana şu faydası oldu: virajları çok çabuk döndürdüğü için, ben çocuk yaşta çok işi bitirdim. 23 yaşında Berliner Ansamble'de çok disiplinli ve programlı çalışmalara başladım. Evet, Semiha 6 aylık izin alarak kızını yani beni elinden tutarak Berlin'e getirdi. Önce bana Berlin'deki bütün müzeleri gezdirdi. Sonra Schiller Theater'a gittik. Tiyatronun intendanı Boleslaw Barlov idi. O zamanlar onunla görüşmek imkansızdı. Randevu almak çok zordu. Annem araya bazı kişileri sokmasına rağmen bir türlü olmuyordu. Sonra Müzik Akademisi'nden opera bölümünden Hoffmann adlı bir sınıf arkadaşı vasıtasıyla görüştük. Beni Barlov'un yanına asistan aldırmanın yollarını aramaya başladılar. O sırada Barlov Deutsche Oper'da Tosca'yı sahneye koyuyordu. Prova sırasında annemin sınıf arkadaşı bayan Hoffmann kendisine annemden ve benden bahsediyor. Derken asistanlığa kabul edildim. Ancak kendisini hiç görmemiştim. Bir oyunun prömiyer gecesinin çalışmalarını yaparken, biri geldi yanıma "siz Türk kızı mısınız?" diye sordu. Şişman cana yakın bir insandı. Daha sonra tiyatroya telefon edip ikinci oyunda da asistanlık yapmak istediğimi söylediğimde telefondaki kişi:
 
"Sizi Barlov Bey yanınıza aldı; siz onun asistanısınız zaten..." dedi.
 
    Sonra gittim gördüm ki, Barlov benim sahnede sohbet ettiğim rejisörmüş. Ben kendisiyle çok iyi çalışmalar yaptım. Sadece rejisör olarak değil, insan olarak ta çok hoş bir insan . İnsan psikolojisini çok iyi bilen bir yönetmendi. Berlin'de kaldığım süre içinde, ki o zaman Berlin ikiye bölünmüş; Batı Berlin ve Doğu Berlin, sadece Batı Berlin değil, Doğu Berlin'deki operaları ve tiyatrolarına da gidiyordum. Berliner Ansamble'deki Brecht Tiyatrosu'nun provalarında hep ben de vardım. Brecht'in arşivini inceleyip, ezberlemiştim. Brecht'in eşi Weigel hayattaydı o zaman. Onunla tanışmıştım. Brecht üzerine çeşitli incelemelerimde bana kolaylık sağladı. Berlin Asamble benim ikinci okulum olmuştu.Doğu ve Batı Berlin'deki tiyatroların abonesiydim, oyunları defalarca seyrediyordum. Zaten Berlin'de kaldığım süre içinde hiç oynamayı düşünmeyip, sadece öğrenmekti bütün amacım. Öğrendiklerimi de Türkiye'ye götürmekti.
 
    Annem Semiha Berksoy çok acımasız bir eleştirmendi...

    Kızıyım diye hiç gözümün yaşına bakmazdı... beni eleştirirken çok acımasızdı. Çok sert eleştirirdi beni. Fakat beğendiğinde de yere göğe sığdıramazdı beni. Kızı olduğum için musamağalı davranmayıp; daha da sert davranırdı bana. Çok acımasız bir hocaydı bana karşı. Babam zaman zaman anneme kızar: "Yapma bu kıza bu kadar eziyet!.." diye söylenirdi kendisine. Bütününde çok beğenirdi yaptıklarımı; takdir ederdi çalışmalarımı.
 
      Berlin'den Türkiye'ye dönüş ve hüsran...

    1969'da Berlin'den Türkiye'ye, Devlet Tiyatrosu'na geri döndüm. Bir de baktım ki, daha önce gözümde büyüttüğüm, "mabedim" saydığım Devlet Tiyatrosu bana çok küçük geldi. Şaşırdım "ne oluyorum?" diye sordum kendime. Devlet Tiyatrosu aynıydı da, ben ben değildim artık, yani üç yıl önceki Zeliha değildim geri döndüğümde. Hiç kimse Brecht üzerine konuşmıyor; lafını bile ettirmiyorlardı. Şaşırdım kaldım. Bense, Brecht'in şarkılarından kendi repertuarımı oluşturmuş söylüyorum, paralıyorum kendimi. Sanki Devlet Tiyatrosu'na ihanet etmişim gibi hava estirildi. Hemen Cüneyt Gökçer'e "Hocam, kusuruma bakmayın, bana izin verin, biraz daha özgür çalışmak istiyorum" dedim ve Devlet Tiyatrosu'ndan istifa ettim. Kararımı vermiştim; Berlin'e geri gidip Schiller Theater'da oyun sergileyecektim.
 
   "Asiye Nasıl Kurtulur?" ve annem Semiha Berksoy...

    İşte o sırada rahmetli Vasıf Öngören geldi bana "Asiye Nasıl Kurtulur?" oyununda oynamamı teklif etti. Bana "Anneniz rolünde de anneniz Semiha Berksoy oynayacak..." dedi. Ve annemle beraber "Asiye Nasıl Kurtulur?"da oynadım. Annem bu oyunda dehşetti. Brecht yaşayıp annemi görseydi "Ben dahiyi buldum!.." derdi. Annem bir Zehra oynadı bu oyunda müthişti. Bu oyundaki rolüyle Türk Tiyatro Tarihi'ne yerleşti, oturdu; kimse kıpırdatamaz onu.
 
"Asiye Nasıl Kurtulur"un sahnelendiği 1970-1971 yıllarında daha bende doğru dürüst tiyatro sevgisi oluşmadığından, bu oyunun ve oyunda oynayan sanatçı(ları)mızın başarısı üzerine sizlere maalesef aktaracak bilgim olmadığından, zaman zaman yaptığım gibi, ya o oyunda oynayan bir sanatçıdan ya da o günleri yaşamış ve tiyatro sanatıyla haşır neşir olmuş kişinin veya kişilerin bilgisine başvurayım dedim. "Asiye Nasıl Kurtulur?" oyunu, Vasıf Öngören'in Türk Tiyatro Tarihi'nde yerini almış en usta oyunlardan biri. Ve Zeliha Berksoy'un da ünlendiği, "yıldız"lığa ulaştığı bir oyun. Zeliha Berksoy'un da dediği gibi; "Ankara'ya tam bir zelzele yaşatan bir oyun!.." Türkiye çapında olay yaratan bir oyun!..
Ankara Birlik Sahnesi'nin en önemli, ülkemizde Brecht'in tiyatro türü olan epik tiyatro akımının en başarılı bir oyunudur bu oyun. Rahmetli Vasıf Öngören yazmış ve yönetmiştir. İşte o günleri yaşamış ve oyunu defalarca seyretmiş değerli oyun yazarımız Tuncer Cücenoğlu, oyunun sergilendiği günleri anlatarak sohbetimize Türkiye'den katıldı:
 
    "ZELİHA BERKSOY...
   
    Berlin'den gazeteci/yazar Adem Dursun'dan bir ileti aldım iki gün önce...
Kaybı sonrasında internette tiyatro sitelerinde yayımlanan Semiha Berksoy'la ilgili yazımı okuduğunu, Zeliha Berksoy'la bir söyleşi yaptığını, söyleşiye daha belgesel bir tad verebilmek için Zeliha Berksoy'la ilgili bir yazı hazırlayıp hazırlayamayacağımı soran bir mesajdı bu...
Zeliha Berksoy ülkemizin en önde gelen kadın oyuncularından biridir bana göre...
Yıldız Kenter, Işık Yenersu, Ayla Algan, Ayten Gökçer, Gülriz Sururi gibi Türk Tiyatrosunda nerdeyse şimdiden anıtlaşmış değerlerimizden biridir kısacası...
Özellikle "Asiye Nasıl Kurtulur?" adlı oyunundaki oyunculuğuyla bir çok tiyatrocu/tiyatrosever gibi beni de derinden etkilemeyi başarmıştır Zeliha Berksoy...
Hemen yanıt verdim Adem Dursun'a: "Onur duyarım..."
Zeliha Berksoy adını ilk kez duyduğumda Ankara'daydım...
Bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı Merkez Örgütünde memur olarak çalışırken, diğer yandan da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde öğrenciliğimi sürdürüyordum...
O yıllarda benim için vazgeçilmez tek uğraş tiyatroydu...
Bir yandan oyunlar yazmaya çalışyor, diğer yandan da başta Devlet Tiyatroları, Ankara Sanat Tiyatrosu ve Ankara'yı kasıp kavuran Halk Oyunları'nın hiçbir oyununu kaçırmamaya çalışıyordum...
Özellikle Halk Oyuncuları üniversite gençliğinin vazgeçemediği bir tiyatroydu... Sahneledikleri "Devr-i Süleyman", "Teneke" ve "Pir Sultan" adlı oyunlarıyla politik ortamı bile yönlendiriyordu bu tiyatro... Ayberk Çölok, Tuncer Necmioğlu, Tuncel Kurtiz, Umur Bugay, Elif Türkan, Vasıf Öngören gibi devler vardı tiyatronun kadrosunda...
İşte bu topluluk içinden Vasıf Öngören'in başını çektiği bu grubun Ankara Birlik Tiyatrosu adıyla yeni bir oluşuma gidecekleri ve "Asiye Nasıl Kurtulur?" adlı bir oyunla Ankara izleyicisinin önüne çıkacaklarını duymakta geçikmedik...
Oyunda başrolü yani Asiye'yi de Almanya'da öğrenimini tamamlamış ve ilk kez bu oyunla izleyici karşısına çıkacak olan Zeliha Berksoy'un oynayacağını da öğrendi böylece Ankara tiyatro izleyicisi...
Ankara'da tiyatro yaşamı o kadar canlıydı ki o yıllarda...
Henüz provası yapılan "Asiye Nasıl Kurtulur?"un bir haftalık biletleri nerdeyse tükenmiş, öğrencisiyle, memuruyla tüm Ankara halkı merakla oyunu izlemeye hazırlanıyordu...
Oyunu ilk izleyenlerden biri olmanın gururunu hep yaşarım.
Evet tiyatrocu dostlarım bunu sağlamıştı...
Ve yaşamımda ilk kez çok farklı bir yaklaşımla yazılmış bir tiyatro metninin uygulamasını izleme şansını yakalamıştım...
Üstelik büyük bir beğeniyle...
Reji, oyunculuklar, hepsi de şaşkınlık yaratacak kadar güzeldi...
Ama en güzeli Zeliha Berksoy'du galiba...
Gencecik, pırıl pırıl bir oyuncuydu Zeliha Berksoy ve Türk Tiyatrosuna oyuncu olarak damgasını vuracağı kesindi...
"Asiye Nasıl Kurtulur?" Ankara gündemine bomba gibi düşmekte gecikmedi...
İzleyenlerin beğenisi, bu beğeniyi çevrelerine yansıtmaları, oyuna bilet bulmaktaki güçlükler, iyice kamçılıyordu henüz oyunu izleyemeyen Ankara seyircisini...
"Bir oyunun en iyi reklamı kulak reklamıdır" der tiyatrocular...
Belki de bunun en güzel örneğini veren kentlerimizin başında gelir Ankara...
Devlet Dairelerinde ve üniversitelerde konuşulan bir oyun olması "Asiye Nasıl Kurtulur?"un "kulak" olarak yayılmasını sağlamakta geçikmedi...
Gazeteler, köşe yazarları derken Meclis'te de konuşulmaya başlanmıştı Asiye...
Ama bana göre Asiye ile ilgili patlamayı üniversite öğrencileri ve memurlar sağladı...
Memurlar her bakanlıkta, öğrenciler her üniversitede salt bu oyunu izlemek için nerdeyse örgütlenmekte gecikmediler...
Zaten politik ortam da buna uygundu...
Kıpır kıpırdı ortalık...
Kaldı ki Ankara izleyicisi de sevmişti oyunu zaten...
Yüksek öğrenimini görmekte olan bir arkadaşım vardı... Adı Tümer... Kumral, uzun boylu, yakışıklı bir çocuktu...
Nazım'ın şiirlerini ezbere okurdu...
Asiye'yi izlemiş ve çok beğenmişti...
Özellikle Zeliha Berksoy'a hayran olduğunu söylemişti... Kuşkusuz diğer arkadaşlarım da katılmıştı ona...
Bir ay kadar sonra heyecanla geldi yanıma...
"Bana Asiye için bilet bulabilir misin?"
"Kim için?"
"Benim için..."
"Sen izlemiştin ama..."
"Bak sana bir şey itiraf edeceğim... Hemen hemen oyunun sahnelendiği her gece tiyatronun önüne gidiyorum... Bilet iadesi olursa alıp, oyunu izliyorum... Bu iş böyle gitmeyecek... Parasal açıdan da sıkışıyorum o zaman... Sen bana her hafta ön sıradan bir kişilik bir yer alırsan ben de olumsuzluk yaşamadan gider izlerim oyunu..."
"Dediklerinden hiçbir şey anlamadım..."
"Aşık oldum galiba Zeliha Berksoy'a..."
Evet aşık olmuştu Tümer, Zeliha Beksoy'a... Gidip onu sahnede sevgi ve saygıyla izliyor, oyun bitiminde elleri patlayana kadar alkışlıyor ve gelecek hafta yeniden izlemek üzere de tiyatrodan ayrılıyordu...
Bu böylece Zeliha Berksoy Asiye'de oynadığı sürece sürdü gitti...
Tümer asla onunla konuşmaya, rahatsız etmeye kalkışmadı...
Tertemiz bir sevgiyi kendi dünyasında yaşadı efendice...
Sanıyorum yalnızca Tümer de değildi Zeliha Berksoy'a aşık olan...
Yüksek öğrenim gören birçok genç de onun gibi itiraf etmeseler de Zeliha Berksoy'a sessizce aşık olmayı seçmişlerdir. Zeliha Berksoy'u Asiye'den sonra da özellikle Dostlar Tiyatrosu'ndaki olağanüstü oyunculuklarıyla izleme şansım oldu...
Ve onu her izlediğimde büyük oyunculuğunun ne kadar bilinçle gerçekleştirildiğinin farkına varmışımdır her defasında da... Çünkü oyunculuk bir rastlantı değildir Sevgili Berksoy'un yaşamında...
Tıpkı Bakırköy Belediye Tiyatroları'nın kuruluşunu gerçekleştirirken karşılaştığı tüm olumsuzlukları aşmasındaki kararlılık gibidir oyunculuk onda...
Tıpkı onlarca öğrenciyi tiyatromuza kazandırırken titizlenmesindeki kararlılık gibi...
Zeliha Berksoy benim için kararlılık, bilinçlilik ve başarının en güzel örneklerinden biridir...
Onunla aynı yıllarda bu ülkede, bu dünyada yaşamış olmak ne güzel şey...
 
TUNCER CÜCENOĞLU "

 
     Genco Erkal ile çalışmalarım...

    Asiye'den sonra tamamen Genco Erkal ile Dostlar Tiyatrosu'nda çalışmaya başladım. Çünkü isteğim hep Genco ile çalışmaktı. Genco'nun da isteği buydu: onunla çalışmam... ve İstanbul'a taşındım. Hemen hemen Dostlar Tiyatrosu'nda Genco ile bütün oyunlarda oynadım. Mehmet Akan'la "Analık Davası", yine Genco ile "Brecht Kabare", Mehmet Ulusoy'un yönettiği Brecht-"Kafkas Tepeşir Dairesi", "Asiye Nasıl Kurtulur?", "Lola Blau-Mavi Lola" adlı tek kişilik bir Avusturya müzikali, "Ezenler, Ezilenler, Başkaldıranlar", "Dimitrof Olayı", İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda "Taranta Babu'ya Mektuplar", Dostlar Tiyatrosu'nda "Brecht Kabare", Orta Oyuncular'da "Kahraman Bakkal Super Markete Karşı" ve "Anna'nın 7 Ölümcül Silahı" oyunlarında oynadım. Haldun Taner'in vefatından sonra Ferhan Şensoy'un yönettiği "Keşanlı Ali"de oynadım. Çeşitli yerlerde Alman Kültür Merkezi, İstanbul, Ankara, İzmir'de Almanca olarak Brecht konserleri verdim. 1987'de Genco Erkal ile beraber Brecht'in oyunlarını tekrar sahneledik...
 
Gelin isterseniz söyleşimizin bu bölümünde de İstanbul'dan sohbetimize katılan ikinci konuğumuz, Zeliha Berksoy'la aynı sahneyi paylaşmış olan değerli oyuncu ve yönetmen Genco Erkal'ın anlattıklarını okuyalım...     "Zeliha Berksoy'u konservatuardaki öğrenciliğinden beri tanıyorum. Annesi Semiha Berksoy'la birlikte oynuyorduk o zaman, Keşanlı Ali Destanı'nda. Sonra 1968 yılında Berlin'de öğrenim görürken birlikte her gün Berliner Ensemble'a taşındık, Brecht'in oyunlarını defalarca izledik. Daha sonra Dostlar Tiyatrosu'na geldi. İlk kez 1971 yılında, "Asiye Nasıl Kurtulur?"da oynadı. O gün bu gün hiç ayrılmadık. En çok birlikte oynadığım kadın sanatçı o galiba. Müthiş iyi anlaşırız. Oyunculuğuna, kişiliğine saygım sonsuz. Günümüzde yozlaşmadan ayakta durabilen ender sanatçılardan biridir o. Nice başarılara birlikte imza attık. Umarım daha uzun yıllar birlikte çalışırız.
 
     Sayısız anılarımız var. Şu anda ilk aklıma gelen:
 
"Asiye Nasıl Kurtulur?"u turnede, İstanbul Şehzadebaşı'nda bir tiyatroda oynuyoruz. Oyun bitti, ışıklar karardı. Karanlıkta sahnede yerimizi alacağız, perde yeniden açılacak, biz seyircinin alkışlarıyla selam vereceğiz. Bir baktık, herkes sahnede, Zeliha yok. Nerede bu demeye kalmadı, onu salonda yerde gördük. Karanlıkta dengesini kaybedip sahneden salona düşmüştü. Üstelik dört aylık hamileydi. Neyse gülerek sahneye tırmandı. Bebeğe bir şey olmadı. O da hiç kapris yapmadan ertesi gün oyununa devam etti. Onun kadar disiplinli, özverili oyuncu az bulunur.
 
     Genco Erkal " Evliliğim...

     Yıldırım Aktuna ile 1970 yılında evlendim. Kendisi o zaman Şişli Eftal Hastanesi'nde Nöroloji Kliniği Şefi idi. Bir oğlumuz oldu. 1974 yılında da ayrıldık. Oğlum 35 yaşında. Amerika'da ekonomi-politika okudu. Global Ekonomi mastırını yaptı. Yani sanatla uzaktan yakından bir ilişkisi yok.
 
     Film çalışmalarım...
 
    1989 yılında üst üste iki film çalışmam oldu. Biri Yavuz Özkan'la "Film Bitti". Kadir İnanır'la oynadım. Çok enterasan bir film idi. Yavuz Özkan çok farklı bir yönetmen. İkinci film çalışmam ise İrfan Tözüm'le oldu. Bilgi Urenus'un "İkili Oyunlar" adlı oyununun sinemaya aktarılışıdır. Bu filmde ise Tarık Akan'la oynadım. Bu filmler daha çok politik içerikli filmlerdi. Sonra sinemayı istemedim. Çünkü benim tabiatım daha çok tiyatroya yönelik. Ben öyle setlerde saatlerce bekle, amaçsız, makyajını yap, bütün gün otur, çekim sırasını bekle... tüm bunlar beni sıkıyor...
 
     Türkiye'nin 3. ödenekli tiyatrosu Bakırköy Belediye Tiyatrosu...
 
    1990 yılında Bakırköy Belediyesi'nde SHP idaresi vardı. SHP Belediyesi kültür ve sanatta da hareketli olmak istiyordu. Türkiye'nin üçüncü ödenekli tiyatrosunu kurmak istediler. Büyük çabalar, büyük mücadeleler sonucu Türkiye'nin üçüncü ödenekli Bakırköy Belediye Tiyatrosu kuruldu. Eski Fransızlar'dan kalma Baruthane kısmıdır. 9. Kısım Ataköy. Hergün oranın inşaatında idim. 1990 yılından 1994'e kadar müdürlüğünü yaptım. Belediye Başkanı o zaman Yıldırım Aktuna idi. Güngören'deki Aziz Nesin Sahnesi ve Ataköy'deki Yunus Emre Kültür Merkezi olmak üzere iki sahneden oluşuyordu. Çok güzel eserler sergiledik. Uluslararası rejiler oldu. 1991 yılında İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali'ne "İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?" eseriyle katıldık. 1994 yılında Gürcü yönetmen Robert Strua Brecht'in "Antigone"sini sahneledi. Tabii her zaman olduğu gibi yine yönetim değişti ve Belediye Başkanı da değişti. Başkan Ali Talip Özdemir (ANAP) oldu. Anlaşamadık; yönetimden oyunlara her şeye müdahale etmeye başlamıştı. Görevimden alındım. Tiyatro devam ediyor ancak benim amaçladığım konzeptle değil... Benim asıl görevim 1974 yılında başladığım İstanbul Devlet Konservatuarı'daki sahne hocalığım idi. 1982 yılında da Üniversite statüsüne girmiştik. O tarihten bu yana 32 yıldır profesör olarak hocalık yapıyorum. Yeni ismiyle Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nın Tiyatro Ana Sanat Dalı Başkanıyım.
 
     Berlin'e geliş sebebim...
 
    Berlin'e gelmem Yalçın Baykul'un vasıtasıyladır. Benim hayatım için çok derin izler taşıyan ve taşıyacak olan bir olaydır Berlin'de Wekwerth'le yapacağımız bir haftalık çalışma. Çünkü ilk gençliğimde benim 1967 yılında Berlin'de iken Berliner Ansamble'de provalarına girdiğim, yönettiği oyunları defalarca seyrettiğim bir yönetmenle; Wekwerth'le bir hafta çalışacağım. Onun bütün rejisini yaptığı oyunlar hala hafızamda. Onun bütün rejilerini kendisine anlatabilirim. Örneğin Brecht'in eşi Helene Weigel'ın oynadığı bir oyunun final sahnesinin detayları hala gözlerimin önünde. Yıllar sonra Manfred Wekwerth'le oturup ortak bir projenin çalışmasını yapmak benim için bir mucizedir. Dün bu konu üzerine düşündüm ve şöyle bir sonuca vardım: "Herhalde Semiha Hanım'ın bana bir armağanı bu!.." Onunla İstanbul'a beraber gelecek olan eşi Renate Richter'i de aynı dönemde tanıdım. O da Berliner Ansamble'nin 40 senelik oyuncusu. Onun bütün oyunlarını izledim Berlin'de iken.
 
     Kendi adıma bir tiyatro kurmayı düşünmedim...

    Ben kendime adıma bir tiyatro kurmayı hiç düşünmedim. Çünkü çalışmak istediğim tiyatro Dostlar Tiyatrosu idi. Genco ile güzel bir mesleki beraberliğimiz vardı; hem düşünce hem oyun stili olarak. Niye bunları bırakıp bir tiyatro kurayım?! Yapmak istediğim tiyatro var. Ben de onlarla çalıştım. Benim de bir tiyatromdur orası. Bir de kendim prodüksiyon yaptım. Biri 1973 yılında Lola Blau, diğeri ise 2002'de Marlene Dietrich'in özel bir projesini yaptım. Onun dışında konserler verdim. Şu andaki çalışmalarım...
    Şu anda oynamıyorum. Ancak projem var. Haldun Taner'in "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım" oyununu yönetiyorum. Üniversitedeki eğitmenliğimin yanı sıra Beşiktaş Belediye'sinde bir Kültür Sanat Formu kurdum. Çok güzel tiyatrolar ve konserler yapıyoruz. Haldun Taner için uluslararası bir sempozyum yaptık. Bu yıl ise Aziz Nesin için uluslararası bir sempozyum yapacağız. Daha sonra ise (birkaç ay içinde) bir Gorki projem var. Aldığım ödüllerden bazıları...
Ankara Sanat Sevenler Derneği'nden iki kez ödül,
Ulvi Uraz Ödülü,
Avni Dilligil Ödülü, "Keşanlı Ali Destanı"ndaki rolüm için Nokta Dergisi'nden "Doruktakiler" ödülü, "Eleştirmenler Birliği" ödülü... gibi.
 
Sayın Zeliha Hanım, üç sene önce anneniz Semiha Berksoy ile yine Berlin'de söyleşi yapmıştım. O zamanki heyacanımın aynısını sizde de duydum. Bana Berlin'deki yoğun çalışmalarınız arasında bu söyleşi fırsatını verdiğiniz için teşekkür ederim.
 
    Ben de size teşekkür ederim. Çünkü annemle de güzel bir söyleşi yapmışsınız. Çektiğiniz resimlerde annem gülüyor ve çok mutlu gözüküyor, mutluluğu yüzünden okunuyor...
  
ADEM DURSUN
Aralık 2008
[email protected]

Anahtar Kelimeler: zeliha berksoy



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir