MAKALELER

Pandaların Hikayesi

2012.11.04 00:00
| | |
9448

Bir kadın ve bir erkek. İsimlerinin bir önemi yoktur. Aynı yatakta uyanırlar. Adam şaşkındır, kadını tanımaz, oraya nasıl geldiğini hatırlayamaz.


Frankfurt’ta Kız Arkadaşı Olan Bir Saksafoncu Tarafından Anlatılan PANDALARIN HİKAYESİ

 

Bir kadın ve bir erkek. İsimlerinin bir önemi yoktur. Aynı yatakta uyanırlar. Adam şaşkındır, kadını tanımaz, oraya nasıl geldiğini hatırlayamaz. Kadın rahattır, sevimlidir, adamın şaşkınlığından ve tedirginliğinden kadında eser yoktur. Adam sorular sorar. Kadın adamı çok iyi tanıyor gibidir, adam kadının ağzından çıkan her cümle de daha da belirsizliğe kapılır, kafası karışır.

Oyun Atölyesi’nin 2012-2013 sezonu açılış oyunu olan Pandaların Hikayesi ilk sahnesiyle birlikte seyirciye bir tuhaflık olduğunu hissettiriyor. Bir kadınla bir adamın aynı yatakta uyanmalarıyla başlayan oyunda kadının netliği ve adamın belirsizliği arasında seyirci de ikilemde kalıyor. Hangisinin dediklerine kulak vermeli, kadının dediklerine mi inanmalı yoksa adamın sorularının cevaplarını mı aramalıyız?

Türk seyircisinin devlet tiyatrosunda sahnelenen Küçük Bir İş İçin İhtiyar Bir Palyaço Aranıyor ve Çehov Makinesi isimli oyunlardan tanıdığı Matei Visniec Pandaların Hikayesi’nde ölümün, aşkın, kadının, erkeğin, hayatın ve daha birçok şeyin ne olduğunu, ne anlamlara gelebildiğini anlatıyor. Oyun yazarlığının yanı sıra şair ve gazeteci olan Matei Visniec felsefe eğitiminden de aldığı temelle var olanın, görünenin ötesini görmeye davet ediyor seyircileri. Aşkı ele alan ve aşkın insan ruhu üzerindeki etkilerini gözler önüne seren yazar bunu yaparken çok boyutlu bir şekilde adam üzerinden sorgulamaya girişiyor ; doğu ve batı felsefesi, karma, zen, kavramlar, harfler, sayılar, metaforlarla algılarımızın sınırlarını zorluyor. Bildiklerimizin, gördüklerimizin, sandıklarımızın ötesindeki gizli ve karmaşık yanı keşfetmemiz için bir kapı aralıyor ve bu kapının ardına geçebilmenin yolunu bulmak seyirciye düşüyor. Cismi olmayan hayvanlar, yüzlerini görmediğimiz komşular, sadece bir isim ve sesten ibaret kadınlar, ağaçlarla anlatılan insan hikayeleri, verilen yemek tarifi, duyarak görmeler…   Şiirsellik ve sembolizmin etkisinin yoğun şekilde hissedildiği metin seyirciyi soru sormaya ve soruların cevaplarını bulmaya zorluyor. Aşkın dünyasını tanıma isteğiyle bu metni yazan Matei Visniec tarzını “ Büyülü gerçekçiliği çok seviyorum. Oyunlarım hiçbir zaman gerçekçilikten uzak değil ama her zaman hayatın büyülü yanlarının peşinden koşuyorum. Gerçekler ve hayaller arasındaki bağları bulmaya çalışıyorum.” sözleriyle tanımlıyor. Bakmanın, görmenin ötesinde duyumsanması gereken metin temelde aşkı ele almasına rağmen sınırlarını seyircinin algısına göre belirleyen bir konuya sahip. 

Böylesine derinlikli bir metin Kemal Aydoğan’ın aklının süzgecinden geçip adeta bir senfoniye dönüşmüş. 90 dakikalık oyun etkileyiciliğini duru ve sade bir rejiyle sahnelenmesinden alıyor. Oyunun broşürüne ve prova notlarına baktığınızda nasıl titiz ve incelikli bir çalışma yapıldığını görüyorsunuz. Kemal Aydoğan’ın olağanüstü estetik anlayışı böylesine şiirsel bir metinle müthiş bir uyum içerisinde. Her kelimenin, her cümlenin altında ne olduğu isabetli bir şekilde tespit edilmiş ve sahneye çok iyi bir şekilde aktarılmış. Bugüne kadar sahnelediği oyunlarda hep farkını hissettiren, bambaşka bakış açılarıyla metni ele alan, metnin tüm katmanlarını kavrayan Kemal Aydoğan belli ki Pandaların Hikayesi’ni çok sevmiş. Dokuz Gece, Dokuz Hayat diye tanımlanan sahneler arasındaki geçişlerde perdenin kapanması, bir ekranmışcasına perdeye yansıyanlar ve her açıldığında bizi başka alemlere taşıyan tablolarla karşılaşmamız Kemal Aydoğan’ın, yazarın büyülü gerçekçilik diye tanımladığı tarzını büyülü bir şekilde sahneye taşımasını sağlamış. Metni okuyan birisinde yazarın yarattığı hislerin de üstüne çıkan bir yorumla seyirciyi buluşturan Kemal Aydoğan’ın bu oyunla zirveye çıktığını söyleyerek hakkını teslim etmek gerekli.

Yönetmen Kemal Aydoğan’ın yol göstericiliğinde Pandaların Hikayesi’ni ele alan ekipte sahne tasarımını ( oyun atölyesi’ne göre sahne tasarımı teriminin hem dekor hem de kostüm tasarımını içerdiğini belirterek) yapan Bengi Günay metne ve rejiye hizmet eder yalınlıkta dekor ve kostümler hazırlamış. Oyun başladığında fazla boş ve beyaz gelebilecek sahnenin niçin böyle tasarlandığını çok geçmeden anlıyorsunuz. İrfan Varlı’nın gerçeküstü bir sahne yaratmada kullandığı ışıklar ve yer yer tamamen karanlıkta kalan sahne ve salon için yaptığı tasarımın da hikayeye olan katkısı yadsınamaz. Oyun Atölyesi’nin her oyununda notalarıyla sahnede varlığını hissettiren Tolga Çebi şiirin sesi diyebileceğimiz müziğiyle seyirciyi yumuşacık dokunuşlarla metnin içine çekiyor. Tüm duyularımıza seslenen oyunun büyülü havasını sağlamakta en büyük katkılardan birinin oyunda kullanılan animasyonlara ait olduğundan bahsetmemek olmaz. Söylenen sözlerle, müzikle uyumlu ve metnin derinliğini yansıtan görselleri hazırlayan Mertcan Mertbilek ve Hande Öztürk büyük bir alkışı hak ediyorlar. Metni Fransızca’dan dilimize çeviren Omid Darvishi aslen oyuncu olan ve tiyatro yönetmenliği okuyan bir çevirmen. Tiyatronun bu kadar içinde olması çeviriyi olumlu etkilemiş olacak ki en ufak bir yadırgamaya yer vermeyecek bir dil oluşturmuş. Çevirideki başarısını metnin nerdeyse hiçbir değişikliğe uğramadan sahnelenmesinden de anlamak mümkün.

İsimlerinin hiçbir önemi olmasa da bedenleri ve ruhlarıyla pek çok şeyin temsili olan kadın ve erkek rolünde doğal oyunculukları ve tüm gerçeklikleriyle Ebru Özkan ve Caner Cindoruk’u izliyoruz.

“ Erkek batılıdır, beyazdır. Erkek moderndir. Erkek görmediğine inanmayandır. Erkek inanmayandır.”

Tedirgin, karamsar, çekimser ve çaresiz bir ruh haline sahip erkek karakteri Caner Cindoruk’un bedeninde ve sesinde hayat buluyor. İçinde bulunulan zamanda ve mekanda eğreti duran, oranın insanıymış gibi olmasına rağmen oralı olmadığını hissettiren bir adam. Yorgundur, uyanamamıştır. Bu hali akşamdan kalma değil, başka bir ruh halidir. Kurnazca oyunlar oynamaya kalkışsa da hemen başı sıkışıverendir. Neye olduğunu tam kestiremeseniz de erkek muhtaç olandır. Caner Cindoruk oynadığı karakterin inceliklerini keşfetmiş, üzerindeki ürkek hali hiç sırıtmadan yansıtmayı başarabilmiş. Daha çok televizyon dizilerinden ve sinema filmlerinden tanıdığımız işletme fakültesi mezunu Caner Cindoruk’un bugüne kadar yer aldığı Çukurova Üniversitesi Tiyatro Topluluğu, Seyhan Belediyesi Tiyatro Topluluğu, Adana Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Topluluğu’ndaki oyunlara bakmadan pekala onun için alaylı bir oyuncu demek mümkün. Televizyonla birlikte elde ettiği popülerliğe rağmen İstanbul Yeni Sahne’nin Uçurtmanın Kuyruğu ve Titanik Orkestrası oyunlarında rol alması da tiyatroya ne kadar tutkun olduğunu gösteriyor. Bir Anadolu şehrinde türlü imkansızlıklara rağmen tiyatroya amatör bir ruhla oyuncu ve yönetmen olarak hizmet eden Caner Cindoruk son yıllarda örneklerine neredeyse hiç rastlamadığımız bir yolculuk sonunda başarıya ulaşmış ve tiyatroda varlığını kabul ettirmiş bir oyuncu. Üstelik de oyun atölyesi gibi bir tiyatroda kendine yer edinebilmesi başarısının hiç de göz ardı edilebilir türden olmadığını gösteriyor. Oyun boyunca gittikçe rahatlayan erkek karakterindeki değişimi ve evrilmeyi mimikleri ve bakışlarıyla seyircinin gözüne sokmadan hissettiriyor. Beklemediği bir durum karşısında nasıl da güçsüzleştiğini ve çocukça bir inatla hareket ettiğini de-kısa sürede inadı kırılsa da-  aynı doğallıkla yansıtıyor. Ona dair en büyük ipucunu veren replik “ Var olan benim. Bakmayın sümsük, sünepe olduğuma. Hatırlamaya çalışıyorum uçmayı.” belki de. Yazar, seyirciye oyun boyunca erkeğin içinde bulunduğu ruh halini çözmenin şifrelerinden birini veriyor.


“ Kadın aşktır. Bilinmeyeni bilen, görünmeyeni görendir. Aşktır kadının eli, dili. Kadın armonidir. Kadın evrendir.”

Aşkla özdeşleşen ve aşk sayesinde canlılığı sağlayan kadın karakterini Ebru Özkan canlandırıyor. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü mezunu Ebru Özkan rol almış olduğu Atları da Vururlar isimli müzikalden yıllar sonra yeniden tiyatro sahnesinde karşımıza çıkıyor. Uykudan uyandığı ilk andan itibaren gerçeküstü izler taşıyan kadın karakterinde Ebru Özkan seyirciyi avucunun içine alıyor. Bunda oyun gücünün yanı sıra hiçbir eğitimle, çalışmayla elde edilemeyecek yumuşacık ses tonunun büyük katkısı var. Ebru Özkan sahip olduğu özel ses rengiyle bir şiir okurcasına her repliğiyle kulaklarda yer ediyor, sözleri dinleyenin içine işliyor. Beden kullanımının zarifliği ve sahne üzerindeki rahatlığı da eklenince kadın karakterinin bu kadar etkileyici ve büyüleyici olmasında Ebru Özkan’ın ne büyük bir katkısı olduğu görülüyor. Metni okuduktan ve oyunu izledikten sonra kadın karakterinde Ebru Özkan’dan başkasının bu kadar özel bir yorum yapamayacağını düşündüğümü belirtmeliyim. Bu oyun sayesinde yeniden tiyatro seyircisiyle buluşan Ebru Özkan’ın yeni buluşmalar için bu kadar uzun ara vermemesini dilerim. Erkekten çok farklı olan kadın karakteri öylesine incelikli düşünülmüş ki oyunun büyüsünü bozabilecek bir keskinlikle verilmediği gibi seyircinin yorum yapmasına da bolca imkan tanınmış. Kadının gizemini ve erkeğin hayatındaki yerini en iyi gösteren replik kuşkusuz ki “  Sen sandığından daha fazla şey biliyorsun, tek yapman gereken hatırlamak.”

Ebru Özkan ve Caner Cindoruk’un Moda’daki Oyun Atölyesi’nde anlattıkları Pandaların Hikayesi izleyip geçebileceğiniz bir oyun değil. Hikayeye bir kez ortak olduğunuzda  peşinizi bırakmayacak, kendinizi de içine katarak hikayeye devam edeceksiniz.

* Yazıda Oyun Atölyesi Pandaların Hikayesi Oyun Kitapçığı ve Pandaların Hikayesi (Mitos Boyut Yayınları) kitabından faydalanılmıştır.

Anahtar Kelimeler: pandaların hikayesi, oyun atöyesi



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir