MAKALELER

İçimizdeki Boş Şehirler

2015.11.02 00:00
| | |
6421

Kardeşin kardeşe silah çektiği adı olmayan iç savaşlardan birindeyiz. İnsansız kalmış, yıkıntıya dönmüş, vahşet görmüş, bombalanmış, ..

 

“Evet, kardeşiz ama silah bende. Tesadüfen oldu. Silahı sana vereceğim.” Gero (Serdar Bakioğlu). “Ve bıçak. Kardeş payı” der Gyore (Kağan Uluca).       “Kardeş??? ” diye sorar Gero (Serdar Bakioğlu) alaycı bir merakla…. 

 

 

Kardeşin kardeşe silah çektiği adı olmayan iç savaşlardan birindeyiz. İnsansız kalmış, yıkıntıya dönmüş, vahşet görmüş, bombalanmış, mermilerin korkunç izlerini taşıyan bina cesetleri arasında birbirini öldürüp öldürmemek arasında sıkışıp kalmış iki kardeşin hikayesinde bütün iç savaşların özeti durur.  

Bu iki kardeşin birbirine silah doğrultması bize kutsal kitaplarda adı geçen düşman kardeşler Habil ile Kabil’in öyküsünü anımsatıyor. Bu Habil Kabil öyküsü oyunu zamansızlaştırıyor ve bütün zamanlara taşıyor.

 

 

Boş Şehir bir iç savaş sonrası tamamen boşaltılmış bir şehir yıkıntısında geçiyor. Bu sadece bir şehrin fiziksel enkazı değil. Kardeşin kardeşi öldürdüğü anlamsız bir savaşta insan ruhunun da nasıl yıkıma uğradığının çarpıcı hikayesidir. Gyore (Kağan Uluca) ve Gero (Serdar Bakioğlu) yıllardır görüşmemiş iki kardeştir. Yıllar sonra savaşın ortasında karşı taraflarda karşılaşırlar. Hatta ilk anda birbirlerini tanımazlar bile. Çünkü onlar birbirleri için öldürülmesi gereken bir düşmandır. Gerçekte ise kardeştirler. İlk önce bir kapışma daha sonra bir hesaplaşma gelecektir. “Annem senin için ne kadar üzüldü biliyor musun?” faslından “kız arkadaşıma asılmaya utanmadın mı?” konusuna kadar bütün o daha önce bir türlü söylenmemiş, konuşulmamış, içlerinde hapsolup kalmış ne kadar söylenmemiş laf varsa ortalığa dökülüp saçılır. Bohçacı kadının kirli çıkısından ortaya dökülenler aslında bizim hayatlarımızın da kirli çıkılarıdır. Ateşkesin bitmesine ve yeniden öldürmeye altı saat kala Boş Şehirde kaybolup, eğlenecek, gezecek, konuşacak, birbirlerine içlerini dökecekler, ağlayacaklar, dövüşecekler ve yeniden kardeş olmayı öğrenecekler. 

 

 

Deyan Dukovski, iç savaş teması üzerinden insan ruhunu deşip, insan ruhunun dibindekileri ortaya döküp saçıyor. Artık içimizde insana dair ne kaldıysa yüzümüze çarpıyor. Üstelik tam da kendinden beklendiği gibi bunu mizah olgusuna oturtarak yapıyor. Ölüm ve acıyı şaka gibi anlatıyor. Onca yıkım, onca acı, onca ölüm karşımıza  “kara bir şaka” olarak çıkıyor. Güleriz ağlanacak halimize hesabı kara bir mizaha bulanmış bir iç savaş öyküsünden bahsediyor. Barut Fıçısında da aynısını yapmıştı Deyan Dukovski. Ölüme karşı “gülerek” yapıyor yapacağını.  

 

 

Suriye iç savaşı ve acıları tam da içimizdeyken Boş Şehir “iç savaşın” anlamsızlığına ve boşunalığına dair bir oyun. Boş Şehir, Barut Fıçısı’nın yazarı Deyan Dukovski’nin 2007’de yazdığı ve Türkçeye Bilge Emin tarafından kazandırılmış muhteşem bir oyun. Derya Efe Uluca’nın yönettiği oyunda başrolleri Kağan Uluca (Gyore) ve Serdar Bakioğlu (Gero) paylaşıyorlar. Oyunda muazzam kutular yığınından bir şehir yaratan dekor tasarımını İlker Şahin, kutuların üzerine düşürülen renk ve şekillerle çeşitli mekanlar yaratmayı başaran animasyon tasarımını Uğur Engin Deniz yapıyor. Oyunun müzik ve ses tasarımında Erdem Tunalı’nın, kostüm tasarımında Polat Canpolat’ın imzası var. Oyunun görselleri ise Alpgiray Kelem’e ait.  

 

Derya ve Kağan Uluca’ya göre Boş Şehir, dünya, kardeşlik, savaş ve barış üzerine bir oyun. Oyun iki oyuncu üzerine kurulu. İki kişilik oyunun akıcılığı sağlaması ve seyircinin oyundan hiç kopmadan oyunu soluksuz izlemesi çok büyük bir başarı. Kağan Uluca ve Serdar Bakioğlu sahnede çok başarılı bir ikili oluşturuyorlar. Oyuncuların dinamizmi oyunu alıp götürüyor. Oyunun dekoru bir sürü kutudan oluşuyor. Bu dekor yıkılmış binaları konserve kutuları gibi sunuyor. Biz gariban insancıklar, gündelik hayatta sardalyalar misali o kutulara istiflenmiş olarak yaşayıp gidiyoruz ya da umutsuzca debeleniyoruz.  Oyunda ışık her şeyi değiştirip dönüştüren yeni mekanlar yaratan bir büyücü gibi davranıyor. Oyunun akışı içinde ışıkla yeni bir dünya, yeni bir mekan yaratılıyor. Oyunda kullanılan bilgisayar efektleri gerçeklik duygusunu güçlendiriyor. Seyirciyi konunun içine çekerek gerçek bir illüzyon yaratıyor. Bilgisayar efektlerini oyunun içine sokmak çok akıllıca bir çözüm olmuş. Mesela top mermileriyle yakılıp yıkılan binalar, şehrin kumarhanesi hep bu bilgisayar efektleriyle yaratılıyor. 

 

 

İki kardeş aralarında konuşurlar. Öyle şeyler söylerler ki içimize dokunur. Bizi yüreğimizden vurur. Çünkü bu sözcükler bize çok aşina, çok tanıdık gelir. Bu sözcükler de bizim de yaşanmışlıklarımız olduğu için içimizi acıtır. Çünkü biliriz ki sahnede bizim de bir parçamız var. O kardeşlerden biri aslında yıllardır görmediğimiz, küs olduğumuz, görsek şöyle ölesiye pataklayacağımız sonra da bağrımıza basacağımız kendi kardeşimizdir.

Kardeşlerin üzerinde ölümden de ağır bir şey var. Söylemeyi isteyip de söyleyemediklerinin sıkıntısını içinde büyütme hali. Sonra insanın içinde demlenen bu “bir türlü söylenememiş sözcüklerin” sıkıntısı kar topu misali yuvarlana yuvarlana büyür. Zamanla daha korkunç, aşılması daha zor bir hale gelir. Sonra bu sıkıntı demlendikçe nefrete, öfkeye dönüşür. Bu oyundaki iki kardeş gibi ne kadar çok besleyip, içimizde büyütüyoruz öfkelerimizi, kırgınlıklarımızı, habis bir ur gibi içimizi çürütürken ruhlarımızı da solduruyor içimizde kalan bir türlü dışarı atamadığımız safralar oluyorlar..

 

 

Aslında kardeşler arasındaki bu iletişimsizlik ya da genel anlamda aile içindeki iletişimsizlik, bir türlü konuşamama hali oyunun belkemiğini oluşturuyor. Gerçek hayatta da öyle değil mi? Ne kadar çok şey söylüyoruz ama gerçekten hiç konuşmuyoruz. Yani yazar, “biz daha kendi ailemiz içinde bile konuşamazken, devletler birbirleriyle nasıl konuşsunlar” mı demek istiyor? Aile toplumun en küçük yapı birimi. Daha aile içinde sağlıklı bir iletişim kurulamıyorsa, toplumdaki bireylerin nasıl sağlıklı bir iletişim kurmasını beklersiniz? 

Sonra yırtık pırtık kıyafetler ve kardeşlerin birbirlerinin kıyafetini giyme durumu var. Burada bir paylaşım söz konusu. Bu kardeşçe paylaşımı nasıl değerlendirelim? İlk karşılaştıklarında birbirlerine silah doğrultuyorlar ama sonra yavaş yavaş çantalarının içindekini paylaşmaya başlıyorlar. 

“Tam üç hafta. Anam ağladı. Uyurken beni askere aldılar. Neyin savaşı olduğunu bile bilmiyordum. Neden hastalandı, biliyor musun? Senin yüzünden.” der suçlayıcı bir ses tonuyla Gero (Serdar Bakioğlu)

 

 

İşte en hassas olduğumuz an. Aile defterlerinin açılıp eski hesapların ortaya saçıldığı zaman. Şimdi sırada, aile bireyleri üzerinden birbirlerini suçlamalar faslı var. Klasik bir olay. "Annem senin yüzünden çok üzüntü çekti. Bir kez bile aramadın kadıncağızı. Bir kez bile ne bir mektup yazdın, ne de bir telefon ettin?" Çok tanıdık değil mi? “Kadın kahrından öldü.” Bütün dünyada, bütün şehirlerde ve bütün ailelerde böyle hayırsız evlat tipi vardır herhalde. İçimizdeki kara koyunlarla mı hesaplaşıyoruz? 

Eski hesaplar derken iki kardeşin yaramazlıkları inanılır cinsten değil. Gyore itiraz etmekten kendini alamaz. “Bunu sen mi bana söylüyorsun? Canımı çıkardın. Küçüklüğümden beri. Örnek vermem gerekirse, yumurtalarla yaptıkların. Hatırlamıyor musun? Annemiz pazardan yumurta almıştı. Sen ise onları kaynatıp, tekrar yerine bıraktın. Annemiz de, kaynamış yumurtayı nasıl satarlar diye onları şikayet etti. Kadını deli ettin.” der Gyore (Kağan Uluca) Gero (Serdar Bakioğlu) hemen karşı saldırıya geçer “Yeşil domatesleri kim boyadı? Kırmızıya... Bir  gecede domateslerim olgunlaştı diye, haykırdı babamız. Tüm mahalleye rezil ettin onu.” Anlaşılan eğlenceli bir çocukluk geçirmiş bizim iki kafadar ama artık eğlence bitti. Şimdi savaş, kan ve öldürme zamanı. 

Gyore “Sen daha kötüydün”. Gero “Senden öğrendiğim içindir. Görgü kurallarını bana yanlış öğreten kim? Geç kalırsan, özür dileme! Bayana kapıyı açma! Yaşlılara saygı gösterme! Ve daha neler..”. Gyore gülerek “Saftın Gero. Hala öylesin.” Gero itiraz eder. “Küçüktüm Gyore. Sana inanıyordum. Beni kandırdın...” Gyore acımasız ağabey pozunda “İyi bir şey yaptım.”
Anneler babalar ve kahırdan ölmeler faslını geçtikten sonra sıra geliyor "beni ne kadar kırdın biliyor musun?" durumuna. Aslında ben bu iki kardeşi ironik biçimde çok şanslı görüyorum. Çünkü dünyanın bir çok yerinde kardeşler hayatları boyunca bu kırgınlıklarını dile getiremiyorlar bile. Bu kırgınlıklar ve içe atmalarla gidiyorlar mezara. Ölüme giderken bile bütün o söylenememiş sözleri yanlarına alıp öteki tarafa götürüyorlar. Bence asıl acı olan bu durum. 

Bir de kardeşlerin aynı kıza aşık olması sorunu var. Kardeşinin sevdiği kıza asılmak, onunla birlikte olmak. Sıkıntılı, klasik bir aşk üçgeni yaratıyor. Ve  bu durum tabii ki temizlenmeli.  

“Nasıl bir iş bu. Mariya olayını nasıl halledeceğiz?” diye sorar Gyore. “Neyi halletmemiz gerekiyor?” bilmezden gelen bir ses tonuyla yanıtlar Gero. Gyore “Söylenmemiş şeyler var.” deyince, Gero itiraf etmek zorunda kalır. “Sen gittiğinden beri, Mariya’yı görmedim”. “Görmedin mi?”Gyore inanmaz.  “Hiçbir bilgim yok. Nerede, kiminle…” “Nasıl bir yabancıyla kaçtı?” diye sorar Gyore . “Bir Kızılderiliyle” diye cevaplar Gero . “Kızılderili mi?” şok olmuş bir sesle sorar Geyro. Gero açıklar.“Güney Amerikalı.” “Kızıl mıydı?” “Çok değil. Yarı zenci.” diyerek konuya açıklık getirir Gero. “Yarı kızıl, yarı zenci demek” Gyore’nin sesindeki ırkçılık tınılarını hissederiz.. Gero bu ırkçı sohbete bir açıklık getirir. “Daha çok kızıl. Her iki durumda da “melez”.” İki kardeş sabıka kayıtlarına bir de “ırkçılığı” eklerler. İster istemez sorarız. Melez derken???? 
Gero ve Gyore biraz sahtekar, güvenilmez, hayta, serseri ruhlu çocuklar. Ailenin dışında toplumda sıradan bireyler olarak baktığımızda bu olumsuz tavırlara bir de ırkçılığı eklemek lazım. Oyunda üzerinde durulması gereken bir “melez” durumu var. Yani, Dukovsky burada, ari ırk, üstün insan olma durumuna bir gönderme yapıyor.  

Bunca konuşmadan sonra sıra geldi şehri gezmeye. Tam da gezilecek zamanı buldular. Boş şehri keşfetmek için etrafa bakınırlarken karşılarına bir kumarhane çıkar. Bütün o bombalara inat ayakta kalmış, kötücül bir organizma gibi canlı bir kumarhane. Sürekli yanıp sönen parlak ışıklar, anlamsız bir neşe duygusu, saçma bir coşku, sahte bir sevinç gösterisi insanın midesine kramplar girmesine neden oluyor. 

Aslında savaş boş şehrin dışında sürüp gidiyor. Ortada aldatıcı bir sessizlik var. Bu sessizliği kumarhaneden yayılan sözde eğlenceli kumar makinelerinin çığırtkan sesleri bozuyor. Ölüme saatler kalmışken bu yıkıntılar arasında insan neden kumar oynamak ister ki? Sonra para kazansa ne olacak? Hayatları gitmiş zaten. Üstelik kumar işine, kazanma durumuna ciddi ciddi kendilerini kaptırıyorlar. Savaşı unutuyorlar. Tek dertleri “kazanmak” oluyor. Bu ısrarlı “kazanma” durumu insanı rahatsız ediyor. 

Akla istisnasız her televizyon kanalında boy gösteren akla ziyan “yarışma programları” geliyor. İnsanı kobay farelerine dönüştüren, insanlıktan çıkaran, kazanmanın vahşete dönüştüğü programlar. Sürekli ışıkları yanıp sönen bu kumarhanenin “hayattaki tek gerçeğin kazanmak olduğunu” insanların kafasına vura vura öğreten bu yarışma programlarından ne farkı var? Bu kazanma, ama her şeye rağmen “ısrarla kazanma” durumuna takılıp kalıyoruz. Yani savaşa rağmen, yitirilen hayatlara rağmen neden insan hayatının merkezine özellikle “kazanma hırsını” koyar ki? Bu nasıl bir anlayıştır?

Kumar oynarken sohbet devam eder. Gyore “Hile yapmadan oynamayı öğren.” Gero’da cevap hazır. “Senden öğrenmemeyi öğrendim.” Utanmaz Gyore’nun özrü kabahatinden büyük “Okul nedir ki?”. Gero destekler. “Çalışmak da öyle” Gyore “Öğrenemedin şu ruleti.” Gero “Öğrenilecek gibi değil.” Gyore “Zaman Gero. Zaman. Her şey zamanında yapılır…”

Kumardan sıkılırlar. Ateşkesin bitmesine az kalmıştır ama Boş Şehir’de hala biraz zamanları var. Gyore sorar “Şimdi ne yapıyoruz?” Gero “Tiyatroya gidelim mi?” Gyore şaşırır. “Tiyatroya mı?” Gero “Son kez ne zaman gittin?” Gyore itiraf eder. “Hiç gitmedim ki.” Gero oyun boyunca en olumlu cümlesini kurar. “Tiyatroya gitmen lazım.” Doğru söze ne denir? Belki tiyatronun bu iki kardeşe “iyi insan olma” konusunda biraz faydası dokunur. Kim bilir?

Boş Şehir oyununda en azından bu iki kardeş birbirleriyle konuşuyor. İçlerinde söylenmemiş sözler kalmayıncaya kadar yaralarını kanırtıyorlar. Sonuçta, yine birbirlerini seven iki kardeş oluyorlar. Özlerine geri dönüyorlar ama sonra ne oluyor? Savaşmaya devam mı edecekler? Yazar bu özüne dönmüş iki kardeşi rahat bırakacak mı?

Bu iki kardeş “tercihlerini” nasıl kullanacak? Savaşacaklar mı? Yoksa kardeş olarak da karşı taraf olarak da bir “barış” mı yapacaklar? Savaşan bir dünyaya inat, bir kafa tutuş var bu oyunda sanki. Esastan bir başkaldırı. Bu savaşçılık oyunundan sıkılma hali. Piyonu oldukları oyunu terk etme durumu var sanki.

Kardeşler sonuçta birbirleriyle barış yapıyorlar mı? Yoksa savaşmaya devam mı? Köleler olarak efendilerinin sadık tebaaları olarak ölmeye devam mı?

Oyunun ana fikri aslında iki kelime. Geyro’nun da dediği gibi “Onurlu ol” ! Bu iki kelimeyi Kağan, Derya Uluca çifti çok seviyor. Onlara göre, oyunun kalbi bu iki kelimede atıyor. Her şey, “onurlu olmakla” başlıyor. İyi vatandaş, iyi kardeş, iyi evlat, iyi sevgili, iyi arkadaş ve iyi insan olmak hep “onurlu olmakla” başlıyor. İnsanın onuru yoksa aslında hiçbir şeyi olmuyor. 

Düşman kardeşler çarpıcı bir replikle oyuna son noktayı koyarlar

Gero “Ne yapmam lazım Gyore? Sonuma sevinmeli miyim?”
Gyore “Onurlu ol”.
Gyore “Neden seni öldürmüyorum ki…” Yani ???????

Kardeşin kardeşi öldürme fikri üzerinden bir Habil Kabil hikayesinin dünyaya nasıl yayıldığını görürüz. Yazar tam da bu kritik karar verme anında, bizi o belalı sınırda bırakır. Ne yapacaksınız? Çekip silahı kardeşinizi vuracak mısınız? Neden olmasın? Eski hesapları kökten temizlersiniz. Ya da ne kadar kızarsanız kızın sonuç olarak o sizin kardeşiniz. Sizin kanınız, sizin canınız  İçinizde hiç mi sevgi kırıntısı kalmadı. Hiç mi ekmeğin ucunu kırıp aynı lokmayı paylaşmadınız? Boş Şehir bizi tam da bu noktada bırakır. Hassas bir nokta. Üstelik kardeşin kardeşi kırdığı bir iç savaşın acısı, yıkımı kapımızda bütün vahşetiyle devam ederken.
Tiyatro4’ün sahneye koyduğu Boş Şehir oyunu içimizde her an birbirini yiyen Habil ve Kabil’i ortaya çıkarıyor. İnsani değerleri ön plana çıkarıp Habil’le Kabil’i dizginleyebilmek adına oyunu en az bir defa görmek gerekiyor. Boş Şehir önümüzdeki günlerde izleyici ile buluşacak. İzmir seyircisi oyunu 14 Kasım tarihinde İzmir Sanat’ta izleyebilecek. 

Boş Şehir İstanbul’da ilk defa 27 Kasım Cuma akşamı Şişli Kent Kültür Merkezinde sergilenecek. Şişli Belediyesine bağlı olan Kent Kültür Merkezinde gerçekleştirilecek gösterinin davetiyeleri ücretsiz olarak yine aynı merkezden  edinilebilir. 

Kuşkusuz Deyan Dukovski çağımızın en önemli tiyatro yazarlarından biri. Belalı bir coğrafyadan geliyor. Acının, kardeş katlinin, ölümün, katliamların gündelik olaylara dönüştüğü, sıradanlaştığı bir dünyadan çıkan bir çığlık gibi yüreklerimize sesleniyor. İnsanlık adına artık içimizde ne kaldıysa ona seslenen yazar insanı insan yapan değerleri bir kez daha suratımıza bir tokat gibi çarpıyor. Evet, şimdi insan olduğumuzu  bir kez daha anımsama zamanı. Boş Şehir kapınızı çalıyor...   


Seval Deniz Karahaliloğlu 

Anahtar Kelimeler: boş şehir, tiyatro 4



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir