Dünyadaki Her Vatandaş Bir Göçmen Adayı
David Greig’in Avrupa isimli oyunu; İstanbul Devlet Tiyatrosunda, Hakan Silahsızoğlu çevirisi ve Mehmet Birkiye Rejisiyle sahneye konuldu.
Oyun; iç savaştan kaçarak, bir sınır kasabasına sığınan bir baba ve kızının, işlemeyen-boşaltılmış bir tren istasyonunda, Avrupa’ya mülteci olarak gitmek için geçirdikleri bekleme sürecini anlatır.
1994’te yayınlanan oyun; ‘’Sovyet-Komünist ‘’rejimin yıkılması ile büyüyen Yugoslav iç savaşın yol açtığı bir göç dalgasını görünür kılar. Sığındıkları sınır kasabası ve yaşama umudunu Avrupa’ya gitmekte arayan göçmenlerin, hayatta kalma ve gittikleri yerde insan olarak yaşayabilme durumları, oyun boyunca sorgulanır. Greig; nesnel insani durumlar üzerinden, kanıksanan dünya görüşünü eleştirip, bu konuyu sorunsallaştırmayı amaçlamış.
Oyun; sahne önünde bir lokal ışık altında söylenen vokal ile açılır. Sahnenin ön solunda bir bank ve trenin gelişini kontrol ettikleri kuleyi ,ön sağında istasyon şefinin ofisini görürüz.Sahne ve mekân geçişleri belli buluşlar ile veriliyor. Dekor değişiminde güçlü bir ışık simülasyonu ile, hareket eden bir trenin gölgesi sahneye yansıtılıyor. Trenin geçişi sırasındaki sesin yüksek olması, seyircinin yakınlık hissi duyması ve irkilmesi amacıyla kullanılıyor. Birkiye, tematik olarak göçmen sorununu işlediğinden, seyircinin bu soruna yönelik ezberini bozmayı, ses, efekt gibi sahne aygıtlarıyla yapıyor. Seyirciyi ‘’konforlu düşünme alanının’ ’dışına çıkartıp rahatsız etmek istiyor.
Oyun; göç eden kişilerin nerden gelip nereye gittiklerine dair ’net’ bir bilgi vermiyor. Tito’nun isminin geçmesi ve oyun içinde kullanılan durak ve afiş isimlerine bakıldığında Yugoslav bölgesine ait bir göç hikayesi olduğunu anlıyoruz. Hikâyenin ve kişilerin bu denli tanıdık olması, sanki ‘’yanı başımızda ‘’gerçekleşiyor izlenimi uyandırıyor. Bu durum Yugoslav bölgesinden hareketle, göçmenlik sorununu evrensel bir yere taşıyor.
Mekân değişimleri, bir ray sistemi üzerine oturtulan minik tekerlekler ile çok dinamik bir şekilde yapılıyor. Dekoru değiştiren kişiler, oyun içinde kullanılan ve diğer oyuncular tarafından görünmeyen bir kurt maketini oynatıyorlar. Birkiye, dekor değişimini de aynı kişilere yaptırıyor ve bu konuyu ’ekonomik’ olarak çözmeyi tercih ediyor. Ayten Öğütçü; gözlerinden kırmızı ışık çıkartan ve iskeleti görünen, kurt maketi ile oldukça iyi bir tasarım ortaya koyuyor. Oyunda şiddetin ortaya çıkmasını ve yayılmasını, kasaba halkı ve kurt maketini kontrol eden kişiler sağlıyor. Bu durum, bütün sistemin bir ’dış güç ‘ile mi kontrol edildiğini sorgulamaya açık bırakıyor. Birkiye, sisteme dair ‘’derinlikli bir eleştirel sorgulamaya’’ girmiyor, düzeni sadece görünür kılmayı tercih ediyor.
Kasaba halkı ve orayı bir ara durak olarak kullanan iki grup arasında, ötekileştirme, hoşgörü-saygı gibi temel insani konularda sorgulamalar yapılıyor. Kasaba halkının çoğunluğunun erkek olması, yabancıya yönelik şiddet ve nefret sahnelerinin artmasıyla veriliyor. Böylesi bir gösterme biçimi o kişilerden nefret etmemize sebep olurken, düzene dair bir sorgulama yaptırmak yerine iyi-kötü karşıtlığını tek boyutlu olmaktan öteye götürmüyor. Kasaba halkının kendinden olmayanları dışlayarak, yahudi, çingene, komünist, anarşist gibi ötekileştirici söylemler kullanması faşizan tavrın ve ırkçılığın dile gelmiş halini gösteriyor. Güncelliğini hiç yitirmeyen iş bulma sorununun, göçmenlerin varlığına indirgenmesi çok tanıdık geliyor.
Oyun sonuna doğru göçmen Sava ve istasyon şefi Fret yakın iki dost gibi tren makasları ve raylar hakkında sohbet ederler. Birbirlerini tanıdıkça aralarında bir samimiyet başlar. Hiçbir trenin geçmediği istasyonun, resmi olarak kapanmasıyla bir oturma eylemi yapılır. Pasif direnme biçiminin, sonucu değiştiren bir etki yaratmadığı ve sadece eylem içindeki kişinin ‘’gazının alınmasına’ ’yardımcı olduğunu görürüz.
Kasabadan ayrılırken otobüse binme sahnesinde; iki kişi vedalaşır ve otobüsün hareket ettiğine dair bir ses duyarız. İki oyuncu yan yana durmaya devam eder, iki kişinin sanki karşılıklı olarak birbirlerini görüyormuşçasına vedalaştıklarını görürüz. Kasabanın gençlerinin, göçmen Sava’yı dövdükleri sahne de ağır çekim olarak veriliyor. Kavga sırasında Berlin’in attığı yumruk yaklaşık üç saniye gecikmeli olarak Sava’ya ulaşıyor. Bu ‘’uzaklaşma’’ şiddetin artmasıyla, zamanla normal tempoya dönüyor. Sahne üstündeki hareketlerin yavaşlatılması, hedeflenilenin ne olduğunu daha da bulanıklaştırıyor. Birkiye, bu buluşların nasıl bir ‘’yabancılaştırma etkisi’’ oluşturacağını ve neyi amaçladığını yoruma açık bırakıyor.
Ülkesini terk etmek zorunda kalan ve gidecek hiçbir yeri olmayan ‘’mültecilerin’’ yaşama kaygısı ile kasabada yaşayan kişilerin ‘’muhafazakarlığı ve mülkiyetçi bencil tavırları arasında bir karşıtlık durumu ortaya koyuyor.
Dünyadaki, şiddet ve nefretin körüklenmesiyle oluşan savaşlar, yerli ve yabancı kavramları üzerine tekrar düşünmemizi sağlıyor. Bir ülkeyi terk etmek ve bir ülkeye ait olmak arasındaki durumları karşılaştırıyor. Bu durum empati kurmamızı sağlarken aynı zamanda belli bir uzaklık ile bakmamızı da sağlıyor. Her iki durumda da sistemin insanı ne tür hallere dönüştürdüğünü görüyoruz. Böylesi bir dünya da ‘’bir vatandaşın bir mülteciye dönüşmesinin’ ’ne denli kolay olduğunun altını çiziliyor.
Anahtar Kelimeler: avrupa, istanbul devlet tiyatrosu
0 Yorum