MAKALELER

Mehmet Esen

2010.04.29 00:00
| | |
6807

Kavuk meselesiyle ilgili ilk haberim 30 Ocak 1998'deki Cumhuriyet HAFTA'da da yer almıştı...

    30 yıldır Türk tiyatro ve sinemasına hizmet eden  "Kavuksuz Meddah" MEHMET ESEN...
 
    Kavuk meselesiyle ilgili ilk haberim 30 Ocak 1998'deki Cumhuriyet HAFTA'da da yer almıştı. "Kavuksuz Meddah Mehmet Esen" başlığını taşıyan bu haberimden 6 yıl sonra, yine Berlin'de, 2004'ün Kasım'ında Mehmet Esen'le uzun bir söyleşi yaptım. 1998'de çok kısa değindiğim bu kavuk meselesine yine değindik. Sanki bizlere malum olmuş gibi; bir kaç haftadan beri tiyatro çevresini meşgul eden "Kavuk tartışmaları" başladı; televizyonları ve basını meşgul etti; kavukla yattık, kavukla kalktık. Ben bu arada bu söyleşinin bantını çözmüş, yazıyı hazırlamayı düşünüyordum. Mehmet Esen'le yapmış olduğum söyleşinin kavukla ilgili bölümünü banttan tekrar tekrar dinledim. İlk önce bu bölümü çıkarmayı düşündüm. Fakat bu bölüm bir kaç haftadır yapılan tartışmaları çürütüyordu. 20 yıldır gazeteciyim. Şimdiye değin hiç yaptığım söyleşileri sansürlemedim. Ben, ses alma cihazımın kırmızı düğmesine basarım, sorularımı sorarım, aldığım cevapları yazı diline çevirerek önümdeki beyaz kağıda dökerim. Paparazi veya magazin söyleşileri de yapmadığıma göre, bana söylenenleri aktarmak görevim değil mi?.. Bir de söyleşi yaptığım kişi, Türk tiyatrosuna yıllarca hizmet etmiş, Türk tiyatrosunun Erkan Yücel, Münir Özkul, Genco Erkal gibi ustaları ile çalışmış bir sanatçı ise; onun söylediklerini sizlere olduğu gibi aktarmak vazifem olduğunu düşünüyorum; bu açıklamalar bazı sanatçılarımızı huzursuz etse de!..

 


    Evet, daha önce duyurusunu yaptığım "Kavuklu söyleşime" geçmeden önce, isterseniz hep beraber kamuoyunu meşgul eden kavuk tartışmalarının bir özetini yapalım:
 
    Tartışma, Komik-i Şehir Hasan Efendi'den İsmail Dümbüllü'ye, ondan ise Münir Özkul'a ve en son da Ferhan Şensoy'a geçen kavuğun kime verileceği ile başladı. Ferhan Şensoy, Münir Özkul'dan kendisine geçen Türk tiyatrosunun simgelerinden olan kavuğu şu anda kimseye vermeği düşünmediğini,


 
"hak edecek kimsenin bulunmadığını"  söyledi. Bunun üzerine, Hamdi Alkan
 
"Ben olsam kavuğu hiç düşünmeden Cem Yılmaz'a verirdim "
 
dedi ve tartışmayı iyice kızıştırdı. Rasim Öztekin ise
 
"Cem Yılmaz aktör ama tiyatrocu değil. Ferhan'ın gönlünde yatan, kavuğu kendisi gibi tiyatro ile yatıp kalkan birine vermek "
 
diyerek tartışmaya katıldı. Ferhan Şensoy ise daha önce kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle demişti:
 
" ... Bu kavuğu teslim etmem için emekli olmam gerekiyor. Hasan Efendi işi bırakırken, Dümbüllü'ye o da işi bırakırken Münir Abiye vermiş. Zaten o da bana devretti bir süre sonra da çekildi. Bende tiyatroyu bırakırken birine veririm. Her akşam çıkıp oynuyorsan neden başkasına vereceksin ki?.. "
 
    Ya Ferhan Şensoy'un ayrıldığı eşi Derya Baykal'ın tv8'de dediklerine ne demeli!..
 
" Ferhan Şensoy, kavuğu kimseye veremez. Kavuk benim evimde dolabımda, ona ben bakıyorum. Biz ayrılırken Ferhan'a "yıllardır sana emek verdim, emeklerimi sana devrettim sende bana kavuğu devret" dedim, o da bana kavuğu devretti. Kavuğa ben bakıyorum. Kavuğu kimse benden alamaz, anahtarı bendedir"
 
    Bir de bir ortaoyunu oyuncusu Üsküdar Karagöz Tiyatrosu'ndan Alpay Ekler'in "Kavuk mu takke mi?" tartışmasına çok net bir açıklama getiren yazısından bir kaç satırı okuyalım; ki Mehmet Esen'in söylediklerini de destekler nitelikte:
 
"... Gazeteci sayın Yalman'ın röportaj ve belgelerden oluşan 1974 tarihli kitabında, 1968 yılında Münir Özkul'un "Kanlı Nigar" oyununa davet edilen İsmail Dümbüllü'nün kavuğu sayın Özkul'a layık görmediği, ama sahneye davet edilince çıraklıktan kalfalığa geçerken verilen takke niyetine bizzat o an yanında bulunan namaz takkesini verdiği, kavuğa layık kimseyi görmediğinden, kavuğu ile birlikte gömülmek gibi bir vasiyeti olduğundan bahsediliyor. Ölümünden sonra da bu vasiyetin din adamlarınca İslami usüllere uymamaklığı nedeni ile yerine getirilemez oluşu vurgulanıyor..."
 
    Ah rahmetli Aziz Nesin ah, neredesin?.. tam senlik bir olay!..
 
    Sanıyorum AB'ye girmek istiyorsak ivedilikle çözmemiz gereken meselelerimizden biri bu
"Kavuk Meselesi"!..
 
    Evet, bu özetten sonra Mehmet Esen'in anlattıklarına geçebiliriz:
 
     Dümbüllü'nün kavuğu...
 
    İsmail Dümbüllü kavuğunu iki kişiye veriyor. Erkan Yücel ve Münir Özkul. Her ikisi de benim ustam. Erkan Yücel kavuğunu bana verdi. Münir Özkul'da bir açıklama yaparak "Benim kavuğum Mehmet Esen'indir" demiş. Ancak Ferhan Şensoy Münir Özkul'la çalıştığı bir dönem ona bir minnet borcu olarak vermiş kavuğu. Ben, "kavuk bende" demiyorum. Bana bunu söylemek düşmez; bunu bilen biliyor. Duyduğuma göre de, Dümbüllü'nün orjinal kavuğu Mehmet Akan tarafından Bitpazarı'nda bulunmuş; bizdekiler takke aslında...
 
     Meddahlık üzerine...
 
    Meddahlık, çok saygı duyduğum bir sanat dalı. Yanlışa hayır diyen, kendi ışığını sakınmadan harcayan bir sanatçıdır meddah. Ben de yanlışa hayır diyorum. Meddah'ın kelime anlamı methetmekten gelir. Padişah, telefonu ve faksı olmadığı için meddahları Anadolu'nun köylerine gönderirmiş; dileklerini halka iletsinler diye. Ancak bir süre sonra bu başkaldırıya dönüşüyor. Padişah karşısında sandalyeye oturma yetkisine sahip tek kişidir meddah. Fazla da ileri gidince, kellesi giden kişidir de meddah. Birçok meddahın Osmanlı döneminde kellesi gitmiştir.
 
     İlk oynadığım oyun tek kişilikti...
 
    1958 İstanbul doğumluyum. İlk tiyatro tecrübem Cihangir İlkokulu'nda oldu. Öğretmenimiz gruplar halinde tiyatro metinleri oynamamızı isterdi. Ancak ben tek kişilik oyunu istemiş ve onu oynamıştım. Yani ilk oynadığım oyunum tek kişilikti. Tiyatro ile tanışmam okul öncesi 6 yaşındayken oldu. Minur Özkul'u Haldun Taner'in yazdığı "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı" oyununda seyretmiş, büyülenmiştim. Münir Özkul güneş gibi parlıyordu sahnede. Bu beni çok etkilemişti; onun gibi olmayı düşlemiştim. Sanıyorum tek kişilik oyunu seçmemde de onun etkisi olmuştu. Eve geldiğimde babaanneme "ben tiyatrocu olacağım" dediğimde terliği kafama yedim. Babaannem "sefir olacaksın!" dedikçe ben "sefil olacağım" dedim ve deyiş o deyiş; dediğimi de yaptım; her sanatçı gibi ben de sefil oldum ve olmaktayım. Osmanlı kökenli olan ailem tiyatrocu olmama hep karşı çıktı. Onlar benim hep ciddi işler yapmamı istiyorlardı. Ortaokul birinci sınftan sonra Ankara'ya amcamlara kaçtım. Ankara Atatürk Lisesi'ne yatılı olarak başladım. Sık sık tiyatrolara oyun izlemeye gidiyordum.
 
     Ankara Deneme Sahnesi'ne başladım...
 
    O dönemin en önemli tiyatrosu olan Ankara Sanat Tiyatrosu'na giderdim. Lise ikinci sınıfta Ankara Deneme Sahnesi'ne Altan Erkekli ile beraber tiyatro kurslarına başladım. Lise bittikten sonra Ankara Deneme Sahnesi'nde oyun oynamaya başladım. Kurs hocalarımdan Nurhan Karadağ, Gülşen Karakadıoğlu vardı. Nurhan Karadağ'ın ünlü geleneksel köy seyirlik oyunu olan "Bozkır Dirliği"nde oynadım. Oyunda Altan Erkekli ile en genç oyuncu idik. Hayalimiz Ankara Sanat Tiyatrosu'na geçmekti. Kabul edildik. Daha sonra İstanbul'da Erkan Yücel'le tanıştım. Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu'na katıldım. AST'ın çizgisini Erkan Yücel beğenmiyordu. DAST'ın çizgisi daha politikti.
 
     Her oynadığımız şehirde tutuklanıyorduk...
 
    Erkan Yücel'i Yılmaz Güney'in "Endişe" filminde seyretmiş çok beğenmiştim. Erkan Yücel çok değerli bir usta idi. İlk önceleri İstanbul Küçük Sahne'de idik. Bir ay oynadıktan sonra turneye çıktık. Adana turnesinde tutuklandık. Oynadığımız politik oyunlar yüzünden gittiğimiz her şehirde tutuklanıyorduk. "Deprem ve Zulüm", "Halkın Gücü", "Toprak" gibi oyunlar Erkan Yücel ve ekibinin yazmış olduğu oyunlardı. Bu zor şartlarda Anadolu turnemiz üç buçuk yıl sürdü. Turneden sonra Ankara'da yerleşik bir salona karar verildi. Çünkü oyunlarımız Anadolu'nun her şehrinde yasaklanmıştı. Bir depo kiralandı. Fakat depoyu tiyatroya dönüştürecek paramız yoktu. Tüm ekip İstanbul'daki Alman Hastanesi'nin inşaatında çalıştık, işçilik yapıp, kazandığımız parayla da Ankara'daki tiyatroyu tamamladık ve adını da "Halk Tiyatrosu" koyduk. İlk oyunumuz Haldun Taner'in "Eşeğin Gölgesi" idi.
 
     Haldun Taner'le tanışmam ve Münir Özkul... 12 Eylül...
 
    "Eşeğin Gölgesi"nde dört karakter oynadım. Oyunu seyreden Haldun Taner, benim tiplemelerimden çok etkilendiğini söyledi ve bana "sen niye meddahlığı denemiyorsun? İstanbul'a gel seni Münir Özkul ile tanıştırayım" dedi. Erkan Yücel'in de teşvikiyle 1980 yılında İstanbul'a geldim ve tek kişilik oyunumu Erol Toy'un "Düş ve Gerçek"i oynadım. Münir Özkul ile çalıştım. O rejiyi yaptı. Bu oyun çok ilgi gördü. Ancak 12 Eylül Darbesi oldu. Kısa bir süre sonra da ben tutuklandım. Selimiye'de bir yıla yakın yattım. Bir yığın insan gibi mahkemeye çıkarılmadan hapis yattım. Daha sonra ise özür bile dilemeden salıverildim.
 
     Film çalışmaları ve Yılmaz Güney...
 
    Hapisten salıverildikten sonra, Yılmaz Güney'in "Yol" filmi "Bayram" ve "Arife" diye iki bölümde çekilecekti. Yılmaz Güney 11 mahkumdan birini oynamamı istemişti. Sonradan 5 mahkuma indi. Erden Kral çekiyordu. Ayvalık Cunda'da çekiliyordu. İlk filmim odur. Ancak bir süre sonra Yılmaz Güney filmi durdurdu. Erden Kral'dan aldı, Şerif Gören'e verdi. Bu arada tiyatro çalışmalarım başladığı için bu çalışmalara katılamadım. Başladığım fakat olmayan filmim oldu. Bundan sonra Ömer Kavur'un "Kırık Bir Aşk Hikayesi", Atıf Yılmaz'ın "Mine", yine Ömer Kavur'la "Göl", Kartal Tibet'in yönettiği Şener Şen'le oynadığım "Şalvar Davası", Yusuf Kurçenli ile "ve Recep ve Zehra ve Ayşe", Şerif Gören'le "Katırcılar" gibi yirmiye yakın filmde oynadım.
 
     Aldığım ödüller...
 
    1983 yılında Ahmet Önel'in yazmış olduğu "Kaşif-i Eyvah Nadir Efendi" oyununda 33 tiplemeyi Uluslararası İstanbul Festivali'nde oynadım. Burada beni seyreden Genco Erkal'dan teklif aldım. Dostlar Tiyatrosu'nda Genco Erkal ile "Galileo Galile"de oynadım. Dostlar Tiyatrosu bünyesinde tek kişilik oyunum olan "Kaşif-i Eyvah Nadir Efendi"yi oynadım. Bu oyunla 1984 yılında Ankara Sanat Kurumu ve Avni Dilligil Oyunculuk Ödülleri'ni aldım. Arkasından Orta Doğu Teknik Üniversitesi "Yılın Oyuncusu" ödülüne layık görüldüm.
 
     Erkan Yücel'in ölmesi beni çok etkiledi...
 
    1985 yılında Erkan Yücel'in ölmesi beni çok etkiledi. Ve tiyatro yapmamaya karar verdim. Kamera arkasına geçtim. TRT için "Bir Kadının Günlüğü" diye bir dizi yönettim. Işık Yenersu ve Şerif Sezer oynamışlardı. Sinan Çetin'le ortak çalışmalarımız oldu. Ona senaryolar yazdım. Sinema filmi olarak "Prenses" ve "Berlin Berlin"i çektik.
 
     Sol bizi aforozladı...
 
    Bu film çalışmalarından sonra sol bizi aforozladı. "Bu filmleri yakmalı" diye eleştirdiler. Çünkü solun tutuculuğunu ve bağnazlığını anlatmıştık. O filmlerde hayatın herşeyden önce önemli olduğunu anlatmaya çalışmıştık. Bir anda Sinan Çetin'le işsiz kaldık. O dönem Almanya'da video filmleri dönemi başlamıştı. Almanya'dan bir teklif geldi. Sinan'la beraber "Bay Başkan Bayan Başkan" filmini çektik. Müjdat Gezen ve Perran Kutman oynamışlardı. Ancak çok kötüydü filmler. Daha sonra yaptıklarımıza değişik isimler kullandık.
 
     Tekrar tiyatro...
 
    1989 yılında Erkan Yücel'i anmak için "Düş ve Gerçek"i Erkan Yücel'in ses bantlarıyla Beyoğlu Küçük Sahne'de polis kordonu altında oynadım. Böylece tekrar tiyatroya döndüm.
 
     Ve Berlin...
 
    1989 yılında pasaport yasağım kalkınca Berlin'e geldim. Kültür Senatörlüğü'ne bir proje sundum. Niyazi Turgay yardımcı olmuştu. Tiyatrom'a girdim. İlk olarak Kerim Afşar'ın rejisiyle "Suçlular ve Suçsuzlar"da oynadım. "Çivi" ve "Palyaçolar Okulu" adlı çocuk oyunlarında oynadım. Fakat o dönemde bazı anlaşmazlıklar oldu; çelmeler takılmaya başlandı. Tiyatrom'dan istifa ettim. Benim tek kişilik yaptığım turneleri çekemeyen oyuncular imza toplamışlardı.
 
     Bir tiyatrocunun Berlin'deki zorlukları...
 
    Seyirciyle bir bağ, bir iletişim kurulamıyor Berlin'de. 200 bine yakın Türkiyeli insan Berlin'de yaşıyor. Seyircimiz az!.. Burada çok değerli tiyatrocularımız var. Çok iyi şeyler yapılmak isteniyor. Ancak oyunlar hep komedi türü yapılıyor. Çünkü zaten az olan seyirci tarafından komedi oyunlar seyrediliyor. Oysa, bir dramatik oyun yapılabilir. Fakat bu sadece burası için geçerli olmayıp; Türkiye içinde geçerli; seyircimiz düşünmek istemiyor!!!
 
     Almanların desteklediği oyun türleri...
 
    Aydın Engin'in "Düğün Dernek Kreuzberg" oyununu okuduğumda beğenmedim. Çünkü bizleri aşağılıyorlardı. Oyuna salak Türkler, cici Almanlar imajı hakimdi. Almanlar bu tür projeleri çok destekliyorlardı. "40 Metre Kare Almanya", "Yanlış Cennete Elveda" gibi... "Düğün Dernek Kreuzberg"te oynamak istemediğim için istifaya zorlandım. Diyalog'tan bir teklif geldi. Orada "Nadirin Hikayesi"ni oynadım. "Keloğlan"oyununda oynadım ve "Gutenmorgen Berlin"i yazdım ve Ballhaus'ta oynadık. Bu arada İstanbul Leman Kültür'de tek kişilik oyunum "Kuşkulı Bir Gösteri"yi oynadım. 97 yılında tekrar Berlin'e geldim ve "Kuşkulı Bir Gösteri"yi Tiyatrom'da oynadım. Oyunu seyreden Meray Ülgen bana "Maskeliler"i önerdi. Arkasından "Ayak Bacak Fabrikası" ve "İstanbul Müzikali"nde oynadım.
 
     Kuşkulu Bir Gösteri...
 

    Toplum olarak, herkesten ve her şeyden kuşkulanmaya başladık. Örneğin, geleceğimizden, çocuğumuzun geleceğinden, işimizin devam edip etmeyeceğinden; yani "kuşku" içinde bir yaşam sürüyoruz. Ben de dedim ki, yazdığım oyun da "kuşkulu" olsun. Ben kendi insanıma, toplumuma, yönetime bakarak oyunun ismini "kuşkulu" koydum. Şöyle bir bakarsanız, her yerde bir karmaşa yaşanıyor. Kültürümüzde olsun, politikamızda olsun. Hastalıklı, şizofren bir toplum olduk. Dolayısıyla da her şeyden kuşkulanır olduk...
 
     Yine İstanbul ve Levent Kırca...
 
    Ancak yine dellendim ve Türkiye'ye döndüm. Yine Leman Kültür'de "Türk Olmak Kolay Değil"i sergiledim. Beni seyretmiş olan Levent Kırca'dan teklif geldi. Bir yıl Levent Kırca ile beraber oynadım. Bu arada "Olacak O Kadar"da da oynadım. "Sefiller Müzikali", "Küçük Nasrettin" çocuk oyununu yaptık beraber. Levent Kırca Tiyatrosu'ndan sonra 2002 yılında Orhan Oğuz'un çektiği "Karakentin Çocukları" adlı sinema filminde ve "Pencereden Kar Geliyor" filminde İpek Tuzcuoğlu ve Mustafa Avkıran ile beraber televizyon filminde oynadım. TRT için "Aziz Nesin Hikayeleri"nin bir tanesi olan "Damatlık Şapka"da başrolü oynadım. En son ise kendi yazdığım ve yönettiğim "Karıncanın Göz Yaşı" adlı oyunu İstanbul'da oynadım ve turneye çıktım.
 
    En büyük projem hep insan olmaktı; becerdim...
 
    Maddi olarak şu an varlıklı değilim. Babaannemin istediği "sefir" olamadım. Ancak güzel şeyler yaptığıma inanıyorum. Çok güzel insanlarla ve ustalarla çalıştım. En büyük projem hep insan olmaktı. Onu da becerdiğime inanıyorum. Yılmaz Güney beni çok severdi. Beni "Salpa" romanında başrol oynatmak istiyordu. Onun bir projesinde oynamayı isterdim. Bir de Ahmet Kaya'nın "Aziz" diye bir projesi vardı. Fransa'da çekecekti. Beni oynatmak istiyordu, görüştük. Fakat o da olmadı...
 
 
ADEM DURSUN
Nisan 2010
[email protected]

05.Nisan.2010

Anahtar Kelimeler: mehmet esen



0 Yorum
Hmm! Bu içeriğe henüz yorum yapılmadı, sen yazmak ister misin?
Bekle! Yorum yazmak için üye olmalısın Üye isen burayı tıkla. Üye olmak için de burayı tıkla.
Diğer Yazıları





TİYATRONLİNE

E-Bülten Üyeliği Görüş Bildir